30 Aralık 2013 Pazartesi

2013'ün EN İYİ 10 FİLMİ


Sinema yazarları ve yönetmenler için Aralık ayı demek o yılın en iyi 10 filmini belirlemek demektir, önce AFİ kendi listesini açıklar sonra ünlü film eleştirmenleri ve başta Tarantino olmak üzere yönetmenler birer birer yılın en iyi 10 film listelerini açıklarlar, sinemaya gönül vermiş ve sinema blogu yazan biri olarak ben de her sene o senenin en iyi 10 filmini yazarım Aralığın son haftası.

Bu sene yılın son gününe kalmamın sebebi bi türlü 10.filme karar veremememdir, 9 filmi yazıp 10.yu bi türlü seçemeyince o filmlere haksızlık olmasın diye mansiyon dalları yazarak o filmleri de listeme aldım.

Yılın en iyi 10 filmi ise benim için şöyledir:

12 Years a Slave: Steve Mcqueen'in 3.filmi belki de en iyi filmi diyebiliriz, önce ilk filmi The Hunger ile dikkatleri üzerine çeken daha sonra Shame ile kendine has bi hayran kitlesi oluşturan Mcqueen son filmiyle 2013 senesine damgasını vurdu, oscarın da en büyük favorisi olan 12 Years a Slave sadece benim değil tüm sinema eleştirmenlerinin listesine girmeyi başardı.

Gravity: Alfonso Cuaron'un Children of Man'dan sonra 5 sene hazırlanarak çektiği bu bilimkurgusu Avatar'dan sonra çekilen en iyi 3D film olma özelliğinin yanı sıra, insana kendini uzayda hissettirmesiyle senenin en iyi filmleri listesine adını yazdırıyor.

American Hustle: David o Russell'ın geçen seneki harikası Silver Linings Playbook'tan sonra bu seneki harikası da American Hustle, başta geçen sene oscarı kazanan Jennifer Lawrence olmak üzere Bradley Cooper, Amy Adams Christian Bale ve Jeremy Renner'in başrollerini paylaştığı film oscar yarışında 12 Years a Slave'i zorlayacak tek film olacak.

Rush: Oscar ödüllü Usta yönetmen Ron Howard'ın çektiği filmde Formula 1'in efsanelerinden Niki Lauda ile James Hunt'ın çekişmelerini anlatılıyor, bu senenin en heyecanlı filmlerinden biri olarak 2013'ün en iyi 10 filmine girmeyi kesinlikle hak ediyor

Dallas Buyers Club: Matthew Mcconaughey'in kariyer performansı yaptığı bu film Aidsli bir adamın gerçek hikayesini anlatıyor, Philedelphia'dan sonra çekilen en iyi Aids hikayesi olan filmde Jared Leto da yardımcı oyuncu dalında harika bir oyunculuk çıkarıyor, Jennifer Garner da bu iki aktöre yakışır bir rolle onları tamamlıyor ve bu film gerek senaryo gerekse oyunculuk dalında 2013'e damgasını vurarak en iyi 10 film arasına giriyor.

Her: Spike Jonze'un yönetmenliğini üstlendiği Her orjinal senaryo dalında çoğu festivalden ödülle ayrıldı, Joaquin Phoenix'in her zamanki gibi kalburüstü oyunculuğu ve Scarlett Johansson'un sesiyle ayrı bir renk kattığı film 2013'ün en özgün filmlerinden biri olarak listemize giriyor.

The Wolf of Wall Street: Efsane yönetmen Scorsese'nin Robert De Niro'dan(7 film) sonra en çok çalıştığı oyuncu olan Leonardo Dicaprioyla çektiği 5.film(Aviator, The Departed, Shutter Island, The Gangs of New York,) olan The Wolf of Wall Street bu senenin vizyona en geç giren filmi oldu, Caprio'nun bi türlü kazanamadığı oscar için tekrar şansını deneyeceği bu film senenin en iyi filmlerinden olsa da heykelciği Caprio'ya getirecek mi ? Bence çok zor.

Before Midnight: Julie Delpy'nin hikayesini yazdığı ve oynadığı Before 3'lemesinin son filmi Before Midnight ikincisinden 9 sene sonra vizyona girdi, ilki 1995'de vizyona giren Before Sunrise çok beğenilince 2004'te Before Sunset çekilmişti, o da çok beğenilince ondan tam 9 sene sonra bu sefer Before Midnight çekildi, genelde her üçlemede en iyi film ilk film olurken Before serisinden son film sinemaseverler tarafından serinin en iyi filmi seçildi, Ethan Hawke ve Julie Delpy'nin aşk filmlerine yeni bir soluk getirdikleri bu üçleme gerçekten türünün en iyi ve en özgün örneklerinden olarak çoktan sinema tarihine geçti, son filme gelirsek bir üçleme ancak böyle muhteşrm bir filmle bitirilebilirdi, Before Midnight üçlemenin en iyi filmi olmakla kalmayıp 2013'ün de en iyi 10 filmine giriyor.


Blue is the Warmest Color: 2013'ün en iyi 10 filmini yaz deseler zorlanırım ki zorlandım yazarken ama 2013'ün en iyi filmini yaz deseler hiç zorlanmadan Blue is the Warmest Color derim, Cannes'da altın palmiyeyi kazanan bu aykırı aşk filmi, ilk başlarda konusu nedeniyle çok konuşulmuştu ama film izlendikten sonra tüm eleştirmenler konusunu ikinci plana atıp filmi ve filmin iki oyuncusunu konuşmaya başladılar başrol Adele Exarchopoulos ve yardımcı rolde Lea Seydoux öyle uyumlu bir ikili oluşturmuşlardı ki, filmin bu kadar başarılı olmasında payları gerçekten çok büyüktü, öyle ki Cannes'da jüri başkanı Steven Spielberg Cannes'da bir ilki gerçekleştirip en iyi film ödülünü yönetmenle beraber filmin iki oyuncusu Adele ve Lea'ya da verdi, son zamanların değil sinema tarihinin en iyi aşk filmi desem abartmış olmam sanırım, Blue is the Warmest Color zaman geçtikçe değeri daha çok anlaşılacak filmlerden biri olacak ve sinema tarihine altın harflerle kazınacak. 5 sene sonra bana 2013'de unutamadığın ne oldu dediklerinde aklıma ilk gezi olayları gelir ikinci de Blue is the Warmest Color.

La Grande Bellezza: Ünlü İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino'nun son filmi La Grande Bellezza 2013'ün en iyi 10 filmine avrupadan giren iki filmden biri oluyor, avrupa sinema ödüllerinde de en iyi film ödülünü kazanan film, bir çok iddalı filmi geçerek 2013'ün en iyi 10 filmine girmeyi başarıyor.
Film Fellini sinemasına selam çakarken Roma güzellemesi yaparak, Roma'ya bir kez daha aşık olunmasını sağlıyor.

Yazımın başında da dediğim gibi 2013'ün en iyi 10 filmini yazarken 9 filmi yazıp son filmi seçmekte zorlanmıştım o yüzden o havuzdan son filme giremeyenlere mansiyon ödülleri vermek ve bir şekilde onları da onore etmek istedim, o yüzden kendi çapımda onları kendi dallarının en iyi filmleri olarak yazdım

En iyi ilk film: Fruitvale Station: Bu senenin en çarpıcı filmi kesinlikle Fruitvale Station, bir ilk film olarak değerlendirdiğimizde yönetmen Ryan Coogler gerçekten çok büyük bir iş başarmış, gerçek bir hikayeden sinemaya uyarlanan Fruitvale Station'un son 15 dakikasında gerildiğim ve sinirlendiğim kadar hiç bir filmde gerilmemiştim, film bittiğinde ise sinema slonunun %90'ı ağlayarak salonu terk ediyordu, özellikle gezi olaylarını yaşayan ülkemiz insanı bu filmi izlerken çok etkilenecek ve polis terörüne lanet edecek.

En iyi animasyon: The Wind Rises: Animasyon denince ilk akla gelen yönetmen Miyazaki'nin son filmi, son derken gerçekten son çünkü bu filmle sinemayı bıraktığını açıkladı efsane yönetmen, birbirinden efsane animasyonlarla(Princess Mononoke, Spirited Away, Howl's Moving Castle) sinema tarihine geçen Miyazaki'nin bu filmle sinemaya vedası da çok güzel oldu.

En iyi komedi: This is the End: Seth Rogen ve James Franco önderliğinde yeni komedi stili yaratmayı başaran grubun(Jonah Hill, Jay Baruchel, Christopher Mintz-Plasse, Michael Cera, Jason Segel) kendileriyle dalga geçtiği bu film kesinlikle 2013'ün en iyi komedisi olmayı başarıyor. Özellikle James Franco'nun evinde başbaşa kaldıkları sahnelerdeki diyaloglar gerçekten çok başarılı, komedi denince Amerika'da akla gelen ilk grup olan James Franco ve grubu bu ortaklıklarında da yine izleyenleri gülme krizlerine sokuyorlar.


En iyi dram: The Broken Circle Breakdown: Bu senenin açık ara en iyi dramı diyebilirim Belçika yapımı bu filme, birbirine tamamen zıt karakterde olan iki insanın evliliklerinin nasıl bir anda bir drama dönüşebileceğini anlatan bu film, özellikle evlilik fobisi olan insanların asla izlememesi, dram sevenlerin ise muhakkak izlemesi gereken bir film.

En iyi korku: The Conjuring: Sadece 2013'ün değil son 5 senenin en iyi korku filmi diyebiliriz The Fonjuring'e, insanı yerinden zıplatmayı başaran ve film bittikten sonra da 1-2 gün etkileyen korku filmlerini arar olduğumuz bu zamanlarda, bunu çok iyi başardığı için The Conjuring bu senenin en iyi korku filmi oluyor.

Woody Allen özel kontenjanı: Blue Jasmine: Woody Allen avrupa üçlemesini bitirdikten sonra tekrar memleketine dönüyor ve bu sefer ondan izlemeye alışık olmadığımız bir türe drama imzasını atıyor, Cate Blanchett'e kariyer performansını yaptırıyor ve en iyi kadın oscarını da büyük ihtimal kazandıracak bir rol veriyor, her sene olduğu gibi bu sene de film çeken Allen, Blue Jasmine ile insanlara adeta ne oldum değil ne olacam demeli dersi veriyor.

21 Aralık 2013 Cumartesi

YABANCI OSCARINDA SON DOKUZA KALAN FİLMLER


Akademi dün en iyi yabancı film oscarı için ilk elemeyi yaptı ve son dokuza kalan filmleri belirledi, Türkiye'nin adayı olan Kelebeğin Rüyası tabi ki ilk dokuza kalamadı, Türkiye jürisi Kelebeğin Rüyasını seçtiğinde twitterda yazmıştım Tepenin Ardı gibi efsane bir film varken Kelebeğin Rüyasının Oscara aday yapılması hem ülkeye ihanettir hem de sinema sanatına diye, e tabi Kelebeğin Rüyasının arkasında Yılmaz Erdoğan lobisi vardı ama Tepenin Ardında henüz taze sinemacı olan ve ilk sinema filmini çeken Emin Alper, iş böyle olunca iyi olan değil lobisi olan kazandı ve Kelebeğin Rüyası oscar için ülkemizin adayı yapıldı, ben o zamanda yazmıştım ilk dokuza girmesi hayal diye, zaman beni haksız çıkarmadı ve maalesef dediğim oldu, lobiyle aday olan Kelebeğin "oscar" Rüyası sona erdi, oysa Tepenin Ardı aday olsaydı ilk dokuza kalma ihtimali çok yüksekti hatta ilk beş bile olabilirdi ama Türkiye bu fırsatı elinin tersiyle itti, iyi film yerine lobi filmini gönderdi ve yine hüsranla döndü oscar hayalinden. 

Akademi ilk dokuzu açıklarken iki büyük adayı da eleyerek herkesi şoke etti, İran'ın Oscar adayı Asghar Farhadi'nin yürekleri dağlayan filmi Le Passe yabancı oscarının en büyük adayıyken ilk dokuza bile giremedi aynı şekilde Suudi Arabistan'ın dünya eleştirmenlerince baya güzel eleştiriler alan filmi Wadjda da ilk dokuza giremedi, benim bu seneki en büyük yabancı oscar adayım Danimarka yapımı Jagten, en büyük rakibi Le Passe'nin da elenmesiyle ödüle daha yakın artık, onu zorlayacak bir başka film ise Belçika yapımı, bence bu senenin en iyi dramlarından biri olan The Broken Circle Breakdown ayrıca bu sene avrupada en iyi film seçilen ünlü İtalyan yönetmen Sorrentino'nun harika filmi La Grande Bellezza da kazanırsa şaşırmam, yani bu üç filmden biri yabancı oscarını kazanır bu sene ama dediğim gibi Danimarka yapımı Jagten diğer iki filmden bir adım önde.

En iyi yabancı film oscarında ilk dokuza kalan filmler ise şöyle:

The Broken Circle Breakdown-Belçika
An Episode in the Life of an Iron Picker-Bosna Hersek
The Grandmaster- Hong Kong
La Grande Bellezza-İtalya
Jagten-Danimarka
The Mission Picture-Kamboçya
The Notebook-Macaristan
Omar-Filistin
Two Lives-Almanya

13 Aralık 2013 Cuma

ZEKİ DEMİRKUBUZ


1964 yılında Isparta'da doğan Demirkubuz 1980 darbesinde tutuklanıp 3 sene hapis yatmıştır, hapisteyken Dostoyevski'yi keşfeden ve özellikle suç ve ceza kitabından etkilenen Demirkubuz hapisten çıktıktan sonra İstanbul iletişim fakültesini kazanır, sinemaya 1986'da Zeki Ökten'in asistanlığını yaparak başlayan Demirkubuz ilk filmi C BLOK'u çekene kadar çeşitli yönetmenlerin asistanlığını yaptı ve 1994'te ilk filmi C BLOK'U çekti ve Siyad tarafından en iyi film ve yönetmen ödüllerine layık görüldü, 1997'de ikinci filmi olan MASUMİYET'i çeken Demirkubuz bu filmle birlikte sinema dünyasına gerçekten girmiş oldu, bir çok festivalde ödül kazanan Masumiyet filmi Demirkubuz'un en büyük başyapıtıdır, filmde Haluk Bilginer ve Derya Alabora'nın efsane oyunculukları da tarihe geçmiştir. Masumiyet'in ardından 1999'da ÜÇÜNCÜ SAYFA'yı çeken ve Uluslararası İstanbul film festivalinde en iyi türk filmi ödülü kazanan Demirkubuz bu filmnden sonra Karanlık Üzerine Öyküler adını verdiği üçlemesinin çalışmalarına başladı ve 2 sene sonra 2001'de önce İTİRAF sonra YAZGI'yla seyircinin karşısına çıktı, 2003'de üçlemenin son filmi BEKLEME ODASI seyirciyle buluştu, bu üçleme de bir çok festivalde gösterildi ve Türkiye'de bir çok ödül kazandı, bu üçlemenin ardından 2006'da KADER'i çeken Demirkubuz bu filmde Masumiyet filminin öncesine gitti ve o Uğurla Bekirin tanışmasını anlattı, Kader Antalya Altın Portakalda en iyi film ödülünü kazandı, en az Masumiyet kadar yankı uyandırdı beyaz perdede, Kaderden 3 sene sonra bu sefer KISKANMAK ile karşımıza çıktı Demirkubuz film 1930 yıllarda geçen bir hikayeyi anlatıyordu ve çekimleri Safranbolu'da yapıldı, Kıskanmak filmi diğer filmlerine göre daha zayıf bir film oldu ve eleştirmenler tarafından da yoğun eleştiriler aldı, özellikle oyuncu seçimi çok tartışıldı, Berrak Tüzünataç'ı oynatması Demirkubuz sinemasına yakışmayan bir hareket oldu, Kıskanmak'ın ardından 2011'de Yerlatı'yla karşımıza çıkan Demirkubuz bu filmde Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar hikayesinden esinlenmiştir.

C BLOK: Demirkubuzun ilk filmi, bir ilk film olarak değerlendirildiğinde açıkçası Demirkubuz için pek ümit veren bir film değil, çok zayıf bir senaryo ve kötü bir film olmuştu ama dediğim gibi ilk film olduğu için hatalarını ve kusurlarını görmezden gelmesek de eleştiri anlamında daha yumuşak davranıp, yönetmenin diğer filmlerini beklemek lazım diyip bu film hakkında bir şey yazmayalım ama dediğim gibi Demirkubuzun tek kötü filmi bu filmdir.
Demirkubuz bile bu film hakkında en sevmediğim filmim demiştir.

MASUMİYET: Bir insan o kadar kötü bir ilk filmden sonra nasıl bu kadar efsane bir ikinci film çeker bunu İsviçreli bilim adamları bile açıklayamaz bence, ilk filmdeki tüm kusurlarından ders almıştır bu filmde Demirkubuz ve nerdeyse kusursuz bir film ortaya çıkmıştır, oyuncu yönetimi, senaryo, dialoglar hepsi dürt dörtlüktür, Türk sinema tarihinin en iyi 10 filmine çok rahat girer, hatta belki de en iyi 3 filme bile girecek bir kült yapımdır, Haluk Bilginer ve Derya Alabora da bu filmde devleşmişlerdir. benim de başucu filmlerimden biridir senede muhakkak 1 kere bazen 2 kere izlerim bu efsaneyi.

ÜÇÜNCÜ SAYFA: Masumiyetten sonra çekilebilecek en iyi film budur derim, o efsane filmden sonra ne çekilse o filmin gölgesinde kalırdı bu film ise tabi ki bir Masumiyet değil ama Demirkubuzun Türk sinemasındaki dev ayak adımlarının devam ettiğini gösteren bir filmdir, varoş bir semtte geçen hikayede kapı komşusu evli bir kadın ve bekar bir adam arasındaki ilişkiyi anlatır Demirkubuz, senaryosu da oyunculukları da harikadır, Başak Köklükaya adeta oyunculuk dersi vermiştir bu filmde.

İTİRAF: Masumiyetten sonra en sevdiğim Demirkubuz filmidir, Başak Köklükaya ve Taner Birselin başrolünü paylaştığı filmde aldatan bir kadının itirafı ve sonrasındaki olaylar anlatılır, şüphenin bir insanı nasıl delirttiğini bu filmde harika bir şekilde gösterir Demirkubuz, film karanlık üzerine hikayelerin ilk filmidir ve Demirkubuz bu filmde seyirciyi sinemadan tedirgin ederek çıkarmayı başarır.

YAZGI: Camusun yabancı romanından uyarlanan bu filmde, Musa adlı karakterin hayata karşı hiç tepki göstermeden koyduğu tepkiyi izliyoruz, Musa karakterini canlandıran Serdar Orçin de efsane oyunculuğuyla filmi tek başına taşıyor, karanlık üzerine hikayeler üçlemesinin ikinci filmidir.

BEKLEME ODASI: Suç ve Cezayı çekmek isteyen bir yönetmenin Raskolnikovu oynamak için görüşmeye çağırdığı oyuncularla yaptığı tamamen doğaçlama diyaloglardan oluşan film. C Bloktan sonra en kötü filmidir Demirkubuzun, zaten Demirkubuzda bu filmdi çok sevdiği Dostoyevskiye adar, seyirciyi tatmin etmekten çok kendini tatmin etmek için çekmiştir bu filmi. Karanlık üzerine hikayeler üçlemesinin son filmidir ve en kötüsüdür, bu üçlemede en iyi film kesinlikle İtiraftır sonra Yazgı ve en kötü filmde Bekleme Odasıdır.

KADER: Efsane Masumiyet filminin öncesinin çekildiği filmdir, Uğur ve Bekirin gençliğine döner ve tanışmalarını anlatır bu filmde Demirkubuz, tabi ki bir Masumiyet değildir ama onun kadar olmasa da gayet sağlam bir film olmuştur, Masumiyeti çok daha önce çekmesine rağmen, Demirkubuz ilk Kaderin senaryosunu yazmıştır, Uğuru Vildan Atasever, Bekiri Ufuk Bayraktar oynar, tabi ki bir Derya Alabora ve Haluk Bilginer performansı göremeyiz ama iki oyuncu da gerçekten iyi oynamışlardır özellikle Ufuk Bayraktarın kariyer filmi olmuştur.

KISKANMAK: Demirkubuz ilk defa bir filminde 1930'lara gider ve o havayı çok iyi yansıtır, Berrak Tüzünataçı oynatmasını bir talihsizlik olsa da Seniha rolünde izlediğimiz Nergis Öztürkün efsaneleşen performansı Berrakın berbat oyunculuğunu kapatır, bu film senaryo ve kurgu açısından çok iyi olsa da maalesef Demirkubuzun oyuncuyu seçimindeki yanlışlık filme hep gölge düşürmüştür ve düşürecektir.

YERALTI: Demirkubuzun en sinir bozucu filmi diyebilirim, sinemada izlerken perdeye çıkıp o karakterleri yumruklamak istedim hem de bunu 4-5 kere istedim ve ne yalan atayım evde izleseydim kesin televizyon camına yumruk atardım öyle sinirim bozuldu filmi izlerken yani film o kadar inandırıcı o kadar gerçek kurgulanmış ki, oyuncular işlerini o kadar iyi yapmışlar ki insanın sinirinin bozulmaması imkansız, Engin Günaydın kusursuz bir oyunculuk izlettiriyor seyirciye, Nergis Öztürkte Kıskanmaktan sonra döktürmeye devam ediyor, medyada Demirkubuzun bu filmi Nuri Bilge Ceylana ithafen çektiği söylenmişti, Ceylanın Demirkubuzun hikayesini çalıp film yapmasını hiç bir zaman affetmemiştir Demirkubuz ve eskiden çok iyi iki arkadaş olan ikili o olaydan sonra kanlı bıçaklı olmuşlardır.

12 Aralık 2013 Perşembe

NURİ BİLGE CEYLAN


1959'da İstanbu'lda doğan Ceylan, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik bölümünü bitirmiştir ardından Mimar Sinan üniversitesinde 2 sene sinema eğitimi görmüştür, 1995'te KOZA adlı kısa filmiyle sinemaya giriş yapan Ceylan, 1997'de KASABA adlı ilk uzun metraj filmini çekmiştir, 1999'da MAYIS SIKINTISI filmiyle dikkatleri çeken Ceylan Siyad'da en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerini kazanmış, Altın Portakal'da en iyi yönetmen, Uluslararası İstanbul film festivalinde Altın Laleyi kazanmıştır. 2002'de çektiği UZAK filmiyle o seneye adeta damga vuran Ceylan Altın Portakalda en iyi film ve en iyi yönetmen ödülünü kazanmış, Cannes film festivalinde ise jüri büyük ödülünün yanı sıra en iyi erkek oyuncu ödülünü başrolde oynayan iki oyuncusuyla paylaşmıştır, bunun dışında bir sürü ödül kazanan UZAK Türk sinemasının da en iyi filmlerinden biri olarak gösterilmektedir, 2006'da İKLİMLER filmiyle başarılarına devam eden Ceylan bu filmde eşiyle beraber kamera önünde de rol almıştır, 2008'de çektiği ÜÇ MAYMUN filmiyle Cannes'da en iyi yönetmen ödülünü kazanan Ceylan adını dünyaya da duyurmuştur, Cannes dışında bir sürü ülkeden de ödül kazanan 3 MAYMUN'dan sonra 2011'de BİR ZAMANLAR ANADOLUDA filmiyle tekrardan Cannes'da jüri büyük ödülünü kazanmıştır Ceylan.

KOZA: Tarkovsky'den esinlenerek çektiği, sinemaya adım attığı filmidir, kısa metrajlı filmde bir kelebeğin kozadan tırtıl olarak çıkıp kelebek olup ölümü anlatılır.

KASABA: Ceylanın KOZA'yı kısa film olduğu için saymazsak ilk filmidir diyebiliriz, normal sinema izleyicisinin bu filmi izleyip sıkıcı dememe ihtimnali yoktur, çünkü gerçekten çok yavaş ve ağır ilerler film ama sinema sanatına dair çok güzel bir örnektir ve ilk film olarak Ceylanın ileride başyapıtlar yapacağının ipuçlarını verir film. Filmde herkes kendi yaşamından da birşeyler bulur kimi zaman boğazı düğümlenir, ayrıca Ceylanın Mayıs Sıkınıtıs ve Uzakla oluşturduğu üçlemenin ilk filmidir.

MAYIS SIKINTISI: Film bizi doğaya aşık eden bir filmdir, rüzgar, ağaç, yaprak seslerini öyle güzel yansıtmıştır ki Ceylan, seyirci kendini doğada zanneder bu filmi izlerken, adındaki sıkıntı kelimesini filmi izlerken seyirciye yaşatır Ceylan, seyirci filmi izlerken bunalır, terler bu filmin kötü olmasından değil tam tersi yönetmenin çok iyi bir film kotarmasından kaynaklanır, film Çanakkale'nin Yenice kasabasında geçer, bu filmde de Tarkovsky filmleri etkisi gözlemlenir.

UZAK: Ceylanın Kasaba ve Mayıs sıkıntısından sonra çektiği üçlemenin son filmidir, Mayıs Sıkıntısının son sahnesinde Yusuf kasabada yapamayacağını anlayıp elinde bavulla yürürken biter, Uzak ise o sekansla açılır, ilk iki film köyde ve kasabada çekilirken Uzak filmi İstanbul'da yani şehirde çekmiştir Ceylan, karla kaplı İstanbulu izleyiciye yaşatan Ceylan, bu filmde fotoğrafçı olmasının avantajlarını da çok iyi kullanmıştır ve İstanbulu tabiri caizse fotoğraflara anlatmıştır bize, senaryo, kurgu, oyunculuklar ve sanat yönetimi o kadar iyidir ki filmde, Cannes bile buna kayıtsız kalamamış jüri büyük ödülünü vermiştir Uzak'a.

İKLİMLER: Ceylanı eşiyle beraber kamera önünde gördüğümüz bu filmde, yönetmenlik kadar başarılı olmasa da kalburüstü bir performans izliyoruz, bu filmde de fotoğraf sanatına doyuyoruz hatta Uzaktan çok daha iyi bir fotoğraflamayla karşı karşıya kalıyoruz, film yaz mevsiminde başlayıp Ağrıda kışın bitiyor, kadın erkek ilişkilerini çok yalın bir şekilde anlatan bu film Ceylanın sinematografisine farklı bir renk katıyor.

ÜÇ MAYMUN: Bu filmde Ceylan diğer filmlerine göre daha canlı bir film çekiyor, senaryo akıyor, izleyici diğer filmlere göre daha az yoruluyor, filmde patronu için hapse giren bir adam, onun eşi ve çocuğunun o hapisteyken yaşadıkları anlatılıyor, basit ama çok çarpıcı bir hikayeye sahip Üç Maymunda insanların bir anda ne kadar değişebileceklerini ve hayatın acımasızlığını çok iyi anlatıyor Ceylan.

BİR ZAMANLAR ANADOLUDA: Ceylanın oyuncu anlamında en kalabalık ve popüler castı diyebiliriz, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Fırat Tanış ve Yılmaz Erdoğan'ın oynadığı bu filmde Ceylan kara mizah denemesi yapmış ve bunda da gayet başarılı olmuştur, 150 dakikalık süresine rağmen asla sıkmıyor çünkü filmde oyunculuklar çok güçlü, oyunculuğun iyi olduğu hiçbir film seyirciyi sıkmaz hele o oyuncuları yöneten yönetmen de ustaysa işte o zaman tadından yenmeyen bir film ortaya çıkar. Ceylan sinematografisinin en iyi filmi bence bu filmdir, evet Uzak'a haksızlık etmek istemem ama bence bu film ceylanın ustalık filmidir, daha iyilerini de çekecektir ilerleyen zamanlarda Ceylan ama bu film bence türk sinemasının en iyi 10 filmine her zaman girecek bir baş yapıttır.

REHA ERDEM


1960 senesinde İstanbul'da doğan Erdem Galatasaray Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesini bitirdikten sonra Pariste eğitimine devam etmiştir, ilk filmi A Ay'ı 1988 senesinde çekmiştir, ondan sonra sinemaya uzun süre ara verip reklam filmi yönetmenliği yapmıştır ve 11 sene sonra 1999'da 2.filmi KAÇ PARA KAÇ'ı çekmiştir, 2004 senesinde KORKUYORUM ANNE filmiyle dikkatleri çekmeyi başarmış ve Adana altın kozada en iyi senaryo ödülünü kazanmıştır, 2006'da çektiği BEŞ VAKİT filmiyle kendini iyice ıspatlayan Erdem, Altın kozada en iyi film ve Uluslararası İstanbıul film festivalinde Altın Laleyi kazanmıştır, 2008'de HAYAT VAR ile bir çok ödül kazanan Erdem çoğu eleştirmene göre kariyerinin en iyi filmine imza atmıştır, 2009'da çektiği KOSMOS ile Antalya Altın Portakalda en iyi film ödülünü kazanan Erdem 2013'te çektiği son filmi JİN'le Kürt sorununa değinerek dikkatleri yine üzerine çekmeyi başarmıştır.

A AY: 1988'de çektiği ilk film, film tamamen siyah beyaz çekilmiştir, çoğu kişi Bergman filmlerine benzetir, sıkıcı diyenler de vardır, evet Bergman filmlerine benzer ve evet Bergman filmleri sıkıcysa bu filmde sıkıcıdır ama bence bu filme sıkıcı diyen adam sinemadan anlamayan biridir, film değeri çok sona anlaşılan bir film oldu, 8 sene sonra sinemalarda yayınlandı mesela, Erdem'in en iyi filmi değildir ama kesinlikle ilk film olarak çok başarılı bir yapımdır. Özellikle filmin sonunda Münir Özkul'un italyana konuşması efsanedir.

KAÇ PARA KAÇ: İlk filminden tam 11 sene sonra çektiği bu filmde Erdem dünyanın en büyük gücü olan PARA olgusunu masaya yatırıyor, insanların para için neler yapabileceğini, nasıl değişeceklerini harika bir şekilde anlatıyor, Taner Birsel de harika performansıyla bu filmde döktürüyor, bu filmde İstanbul'a da bol bol yer veriyor Erdem, adeta bu güzel şehre doyuruyor izleyenleri.

KORKUYORUM ANNE: Erdemin en eğlenceli filmidir, sanki filmde değilde mahallemizde hissederiz kendimizi bu filmle, çok içten ve samimi bir filmdir. Erdem'in kendi sinema tarzının biraz dışında olan bu film Erdem sinematografisinin üzerine atılan güzel bir sos gibi düşünülebilir.

BEŞ VAKİT: İnsanın içine işleyen, ruhuna giren, bitmesini hiç istemediği filmlerden biridir, sade, sessiz ama çok etkili bir anlatımı vardır bu filmin, sahneyi çocuklara bırakmıştır Erdem bu filmde, ölümü-doğumu, anne-baba ilişkilerini, aşk, cinsellik ve korkuyu üç çocuğun gözünden 5 ayrı vakitten izletir bize.

HAYAT VAR: İnsanların bu filmi izledikten sonra gerçekten hayat var dediğinden eminim, bu film aslında hayata isyan filmidir, Elit İşcanın efsane performansı da bu filmi çok yukarılara taşıyor, yatalak bir dede, herkese borcu olan bir babayla birlikte yaşayan küçük bir kızın hayata tutunuşu anlatıyor, filmde kullanılan Orhan Gencebay şarkıları da filme değer katan en önemli ögelerden biri. bu film benim en sevdiğim Erdem filmidir ve  bence Erdemin en iyi filmi.

KOSMOS: Erdemin sürrealizmin dibine vurduğu filmidir, ben bu filmi İzmir'de festivalde izlemiştim ve salonda bulunan 30 kişinin en az 25'i bu ne biçim film diye çıkmıştı salondan hatta yarıda bırakıp çıkan da olmuştu ama film Altın Portakal başta olmak üzere bir çok ödül kazandırdı Erdem'e. Karsta geçen filmde Kosmos ve Neptün arasında hiç konuşmadan sadece çığlıklarla yaşanan aşkı izliyoruz. Erdemin normal bir sinema seyircisi için en sinir bozucu, sıkıcı filmi olabilir ama kesinlikle bir baş yapıttır bu film..

JİN: Malum bu aralar açılım sözcüğü çok moda, Erdem de bu filmde açılım hakkındaki düşüncelerini yansıtmış, babası öldürülmüş bir kürt kızının dağlardan kaçıp normal bir yaşama geçmek istemesi ama bunu ona yaklaşan erkekler sayesinde başaramaması anlatılıyor, başarması için hiç bir şart verilmiyor tam tersi ona iyilikle yaklaşan erkeklerin hepsi aslında ona sahip olmaya çalışan şerefsizlik yapan erkekler oluyor. Erdem filmde aslında her iki tarafa da değiniyor, hem Kürtlerin yaşadıkları zorluklar hem devletin problemleri anlatılıyor, bence gayet başarılı bir film olmuş, erdem çoğu kişi tarafından eleştirilse de çok sağlam bir filme imza atmış, Erdem ayrıca bu filmde fotoğraf sanatını da çok iyi kullanmış ve doğayla bütünleştirmiştir izleyiciyi.

TÜRK SİNEMASININ GÜNÜMÜZDEKİ EN İYİ 3 YÖNETMENİ

Türk sinemasının şu an için en iyi yönetmeni kim deseler bir kişi söylemek zor olur, biraz düşününce de aklıma şu 3 yünetmen gelir: Demirkubuz, Ceylan ve Erdem.
Şu anki Türk sinemasının en iyi 3 yönetmeni bence bu üçlüdür.
Gerek çektikleri filmler gerekse o filmlerde avrupada kazandıkları ödüllerle şu an için Türk sinemasını taşıyan ve ayakta tutan 3 yönetmen desem abartmış olmam.
Şimdi kısaca bu 3 yönetmeni tanıyalım ve çektikleri filmlere bir göz atalım

8 Aralık 2013 Pazar

BLACK MiRROR


Uzun zamandır izlemek istiyor fakat bir türlü fırsat bulamıyordum, sonunda o fırsatı buldum ve Black Mirror'u izledim, 2 sezon ve 6 bölümden oluşan bu mini diziyi kesinlikle herkes izlemeli, insanların teknoloji bağımlılığını anlatan ve aslında bunu eleştiren harika bir mini dizi serisi olduğunu söylemeliyim, keşke 2 sezonda bitirmeselermiş dedim 6.bölümü bitirdiğimde ama maalesef bitti.

6 bölüm de gayet güzel mesajlar veriyor aslında az sonra tek tek 6 bölümü de kısaca anlatacağım ama bence en iyi bölüm kesinlikle ilk bölümdü, ilk sezon ikinci sezona göre çok daha iyiydi onu da söylemem gerek, maalesef ikinci sezon bir bölüm dışında beni heyecanlandırmadı, o heyecanlandıran bölüm de 2.sezonun 2.bölümüydü tahmin edeceğiniz gibi.
Neyse şimdi spoiler vermeden 6 bölümü kısaca yorumlayalım.
1.sezon:
1.bölüm: THE NATiONAL ANTHEM:
Yozlaşmış bir toplum ve o toplum baskısıyla bir başbakanın düştüğü durum anlatılıyor, tabi ki toplumun yozlaşmasında internetin büyük etkisinin olduğu da açıkça vurgulanıyor ilk bölümde, benim en sevdiğim bölümde bu bölümdü neden derseniz diğer bölümlere göre çok daha heyecanlı ver gerçekçiydi, dediğim gibi spoiler vermeyeceğim ama youtube ve twitter'ın ne kadar büyük bir güç olduğu bu ilk bölümde çok iyi anlatılıyor.
2.bölüm: FiFTEEN MiLLiONS MERiTS:
Bu bölümde de teknolojinin insanları yalnızlaştırdığından ve mutsuz hale getirdiğinden bahsedilmiş ve bu çok iyi anlatılmış, insanların teknoloji sayesinde daha kalabalık ama daha yalnız oldukları çok iyi anlatılmış ayrıca herkesin sisteme karşı olduğu ama bir fırsatını buldu mu o sistemin nimetlerinden faydalandığını da çok iyi anlatmış bu bölüm.
3.bölüm: ENTiRE HiSTORY OF YOU:
Bu bölüm belki de serinin en dramatik bölümü, bu bölüm insanları resmen teknolojiden soğutmak için çekilmiş bir bölüm diyebilirim, insanların anılarının çöpe atıldığı, doğum anından ölüme dek herşeyin tek tıkla göz önüne geldiği bir teknoloji ve aldatmanın da böylelikle tarihe karıştığ bir teknolojiden bahsediyorum, izleyenler hak verecektir ki kimse bu denli bir teknolojiye hazır değil dünyada, ilerde olur mu bence olur ama ben açıkçacı bu teknolojiyi göremeyeceğim için çok mutluyum, çünkü bu bölümde insanların teknoloji sayesinde birbirlerine olan güveninin tamamen bittiğini görüyoruz.
2.sezon:
4.bölüm: BE RiGHT BACK:
Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin bu bölümde olacak şeyin olma ihtimali bence sıfır, yani bu bölüm kesinlikle serinin en zayıf en saçma bölümüydü, ama eğer olabilirse diye düşünürsek ne olursa olsun hiçbirşeyin gerçeği gibi olmadığı gerçeğini bize anlatması açısından bakarsak güzel bir mesaj veriyor bu bölüm.
5.bölüm: WHiTE BEAR:
2.sezonun en aksiyon dolu, en güzel bölümü, teknolojinin gelişmesiyle beraber insanların nasıl robotlaştığını, duyguların nasıl eridiğini ve linç kültürünün her geçen gün nasıl arttığını anlatan çok güzel bir bölüm olmuş, yapılan herşeyin kameralarla insanlara aktarıldığı ve ratinglerin artmasıyla beraber insanların kameralara teslim oluşunu anlatan bir bölüm olmuş, insanların akıllı telofonların kölesi olduğunu ve o telefonların aslında onları yönettiğini anlatan çok güzel bir bölüm olmuş.
6.bölüm: THE WALDO MOMENT:
Teknolojinin siyasette nasıl kullanılabileceğini anlatan, seçim kampanyalarının teknolojik anlamda doğru yönetilmesiyle nasıl etkili olabileceğini anlatan yine insanların ne kadar gerizekalı olduğunu gösteren güzel bir bölümle bitti bu mini dizi, insan bile olmayan sanal bir karakterin binlerce oy alabileceğini ve insanların aslında gerçekten onları temsil edebilecek kişiye değil onları o seçim kampanyasında en çok etkileyen kişiye oy verdiğini anlatması açısından güzel bir bölüm olmuş

6 bölümü kısaca anlattıktan sonra gelelim bu dizinin vermek istediği ana mesajlara:

-Teknoloji geliştikçe insanın yapaylaşması, yalnızlaşması ve bencilleşmesi çok iyi anlatılıyor

-Teknolojinin insanın hayatını kolaylaştıran bir araç olmaktan çıkıp, insanı kendine tutsak eden bir lanet olduğu çok iyi anlatılıyor.

-Teknolojinin dozunda kullanılmasıyla harika bi şey olduğunu ama maalesef insanın teknolojiye bağımlı yaşamasıyla birlikte canavarlaştığı çok iyi anlatılıyor.

-Teknolojinin insanları resmen aptallaştırdığı, beyinsizleştirdiği ve kendi kararlarını alamayacak bireylere çevirdiği çok iyi anlatılıyor.

-Teknolojinin insanlar arasındaki bağı tamamen koparması, insanları sanal bir kahramana dönüştürdüğü ve güven duygusunu bitirmesi çok iyi anlatılıyor.

Kısacası bu mini dizi teknolojinin insanın hayatını nasıl cehenneme çevirebileceğini 6 farklı hikayeyle çok iyi anlatıyor, izlemeyenler en kısa zamanda izlemeli ve izlemeyen arkadaşlarına izlettirmeliler.

ÖDÜL GECESİ: BOSTON, NEW YORK VE LOS ANGELES FİLM ELEŞTİRMENLERİ ÖDÜLLERİ


Bu gece sinema ödülleri anlamında hareketli bir gece yaşandı Amerika'da, önce Boston sonra New York ve Los Angeles film eleştirmenleri ödülleri açıklandı, üç ödülde çok önemli ama özellikle Los Angeles film eleştirmenleri ödülleri Oscar öncesi önemli bir kıstas olarak kabul edilir, şimdi 3 birlik hangi film ve oyunculara ödülleri verdi onları yazıp kısaca yorumlarımızı yapalım.
BOSTON FİLM ELEŞTİRMENLERİ ÖDÜLLERİ:
En iyi film: 12 Years a Slave
En iyi yönetmen: Steve Mcqueen-12 Years a Slave
En iyi erkek oyuncu: Chiwetel Ejiofor-12 Years a slave
En iyi kadın oyuncu: Cate Blanchett-Blue Jasmine
En iyi yardımcı erkek oyuncu: James Gandolfini-Enough Said
En iyi yardımcı kadın oyuncu: June Squibb-Nebraska
En iyi animasyon: The Wind Rises-Miyazaki
En iyi yabancı film: Wadjda-Arabistan
NEW YORK ONLİNE FİLM ELEŞTİRMENLERİ ÖDÜLLERİ:
En iyi Film: 12 Years a Slave
En iyi Yönetmen: Alfonso Cuaron-Gravity
En iyi erkek oyuncu: Chiwetel Ejiofor-12 Years a Slave
En iyi kadın oyuncu: Cate Blanchett-Blue Jasmine
En iyi yardımcı erkek oyuncu: Jared Leto-Dallas Buyers Club
En iyi yardımcı kadın oyuncu: Lupita Nyong-12 Years a Slave
En iyi ilk film: Fruitvale Station
En iyi çıkış yapan oyuncu: Adele Exarchopoulos-Blue is the Warmest Color
En iyi yabancı film: Blue is the Warmest Color-Fransa
En iyi animasyon: The Wind Rises-Miyazaki
LOS ANGELES FİLM ELEŞTİRMENLERİ ÖDÜLLERİ:
En iyi film: Gravity ve Her
En iyi yönetmen: Alfonso Cuaron-Gravity
En iyi erkek oyuncu: Bruce Dern-Nebraska
En iyi kadın oyuncu: Cate Blanchett-Blue Jasmine ve Adele Exarchopoulos-Blue is the Warmest Color
En iyi yardımcı erkek oyuncu: Jared Leto-Dallas Buyers Club ve James Franco-Spring Breakers
En iyi yarımcı kadın oyuncu: Lupita Nyong-12 Years a Slave
En iyi yabancı film: Blue is the Warmest Color-Fransa
En iyi animasyon: Ernest&Celestine

3 şehrin de hem fikir olup ödül verdiği tek dal en iyi kadın oyuncu olmuş, Cate Blanchett Blue Jasmine'daki efsane performansıyla 3 şehir tarafından da bu ödüle layık görülmüş, bunun dışında 3 şehrin de hem fikir olduğu dal yok ama 2 şehrin ortak olduğu dal çok, en iyi filmde Boston ve New York 12 Years a Slave de ortak, en iyi yönetmende New York ve Los Angeles Alfonso Cuaron da ortak, en iyi yabancı filmde Blue is the Warmest colorla New York ve Los Angeles, en iyi animasyonda The Wind Risesla Boston ve New York ortak, en iyi erkekte Chiwetel Ejioforla Boston ve New York ortak, en iyi yardımcı erkekte Jared Leto'yla New York Los Angeles ortak, en iyi yardımcı kadında Lupita Nyongla New York ve Los Angeles ortak, ilginç olan ise Boston ve Los Angeles'ın en iyi kadın dışında hiçbir ödülde ortak olmamaları olmuş.

Bu ödüllerin ardından kısaca yorum yapmak gerekirse eğer, Cate Blanchett en iyi kadın dalında nerdeyse rakipsiz ama Los Angeles'ta ödülü paylaştığı Adele Exarchopoulos onu zorlayabilir, Los Angeles'ın Adele'e ödül vermesi gerçekten harika olmuş bu onun önünü açacaktır Oscar yarışında, en iyi filmde 12 years a Slave yarışı hala önde götürmekte, en iyi erkek ve en iyi yardımcı kadında herşey olabilir ama en iyi yardımcı erkekte Jared Leto önde gözüküyor, en iyi yabancı filmde her ne kadar Oscar'a aday olmasa da Blue is the warmest Color ödülleri süpürmeye devam edecek gibi gözüküyor ve hakkı da gerçekten 2013'ün en iyi filmi kesinlikle Blue is the Warmest Color'dur.

Her ne kadar bu 3 ödül önemli olsa da daha Oscar için şu kazanır demek çok yanlış olur, daha çok su akacaktır bu nehirden ama yine de ödüllerin açıklanması her zaman sinefilleri heyecanlandırır, bakalım önümüzdeki günlerde diğer şehir eleştirmenleri ödüllerini kimlere verecek, izleyip göreceğiz.

4 Aralık 2013 Çarşamba

NEW YORK FiLM ELEŞTİRMENLERİ ÖDÜLLERİ


Aralık ayının gelmesiyle sinemada da ödül sezonu açılmış oldu, senenin ilk önemli ödülleri dün gece New York Film eleştirmenleri tarafından dağıtıldı, New York'un verdiği ödüller genelde Oscar yarışında önemli olduğu için merakla bekleniyordu, şu an için Oscarın en önemli favorisi 12 Years a Slave geceden eli boş döndü, en iyi film ödülünü David O. Russell'ın yönettiği American Hustle kazandı.

En iyi Yönetmen ise 12 Years a Slave'in yönetmeni Steve McQueen oldu.

Diğer kazananlar ise şöyle sıralandı:

En İyi Erkek Oyuncu: Robert Redford-All is Lost
En İyi Kadın Oyuncu: Cate Blanchett-Blue Jasmine
En İyi Yardımcı Erkek: Jared Leto-Dallas Buyers Club
En İyi Yardımcı Kadın: Jennifer Lawrence- American Hustle
En İyi Senaryo: American Hustle
En İyi Sinematografi: Inside Llewyn Davis
En İyi Belgesel: Stories We Tell
En İyi İlk Film: Fruitvale Station
En İyi Animasyon: The Wind Rises-Hayao Miyazaki
En İyi Yabancı Film: Blue is the Warmest Color-Fransa

3 Aralık 2013 Salı

Romandan Sinemaya uyarlanan en iyi 20 film


Dün gece twitter’da sohbet ederken, romanlardan sinemaya uyarlanan filmlerden konu açıldı, bu gece için söz verdim en iyi 10 uyarlamayı yazmak için ama sonra düşündüm bunu twitter’a yazacağıma bloğa yazayım ve 10 yerine 20 yapayım, daha mantıklı geldi bu fikir ve şimdi size en iyi 20 uyarlamayı yazıyorum.

Sıralama en iyiden kötüye diye değildir, benim en sevdiğimden en az sevdiğime göredir.

1- One Flew Over The Cuckoos Nest-1975:
1975 senesinde Ken Kessey’in romanından sinemaya uyarlanan ve Türkçeye Guguk Kuşu diye çevrilen film, Jack Nicholson’un devleştiği ve efsane haline geldiği bir filmdir, en iyi film oscarının yanında en iyi yönetmen, erkek ve kadın oyuncu Oscarlarını da kazanmıştır.

2- Schindler’s List-1993:
1993 yapımı film Thomas Koneally’nin romanından sinemaya uyarlanmıştır, usta yönetmen Steven Spielberg’in çektiği film en iyi film dahil 7 oscar kazanmıştır.

3- The Shining-1980:
1980’de Stanley Kubrick tarafından sinemaya uyarlanan film, gerilim sinemasının en başarılı örneklerinden biridir, Stephen King’in romanına sadık kalarak çekilen filmde Jack Nicholson efsane oyununa rağmen Oscar kazanamamıştır.

4- Doctor Zhivago-1965:
Boris Pasternak’ın romanından sinemaya uyarlanan filmde Bolşevik devrimi ve onun izleri anlatılıyor, usta yönetmen David Lean’in çektiği film tam 5 oscar kazanmıştır.

5- Apocalypse Now-1979:
Joseph Conrad’ın romanından sinemaya aktarılan filmde Vietnam savaşı sırasında Kamboçya görevi anlatılır, usta yönetmen Francis Ford Coppola’nın yönetmenliğini yaptığı filmde Marlon Brando’nun son 15 dakikadaki performansı akıllara kazınmıştır.

6- The Godfather-1972:
Mario Puzo’nun romanından yine Francis Ford Coppola tarafından sinemaya aktarılan film eleştirmenler tarafından yapılan, gelmiş, geçmiş en iyi filmlerde genelde 1. sırada gösterilir, film en iyi film dahil 3 oscar kazanmıştır bunlardan biri de en iyi aktör rolünde Marlon Brando’dur.

7- Fight Club-1999:
Chuck Palahniuk’un romanından David Fincher tarafından sinemaya aktarılan ve kısa sürede kült filmler arasına giren Fight Club’ın hiç Oscar kazanamaması büyük şaşkınlık yaratmış ve eleştirilmişti.

8- Requiem for a Dream-2000:
Hubert Selby’nin romanından Darren Aronofsky tarafından sinemaya aktarılan film, uyuşturucu ve zayıflama hapları yüzünden dağılan bir ailenin dramını anlatıyor.

9- The Silence of the Lambs-1991:
Thomas Harris’in romanından sinemaya aktarılan filmde bir seri katilin genç bir Fbi ajanı tarafından yakalanması anlatılıyor, film en iyi film dahil 5 oscar kazanmıştır, en iyi kadın rolünde Jodie Foster, en iyi erkek rolünde Anthony Hopkins oscarı kazanmıştır ayrıca Jonathan Damme de en iyi yönetmen oscarını kazanmıştır.

10- Blade Runner-1982:
Phillip Dick’in romanından sinemaya aktarılan ve gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu filmlerden biri olan Blade Runner efsane yönetmen Ridley Scott tarafından çekilmiştir.

11- The Unbearable Lightness of Being-1988:
Milan Kundera’nın romanından beyaz perdeye aktarılan film 1968 senesinde geçiyor, Philip Kaufman tarafından yönetilen filmde Daniel Day Lewis çapkın genç doktoru canlandırıyor.

12- Trainspotting-1996:
Irvine Welsh’in romanından sinemaya aktarılan filmi Danny Boyle çekmiştir, uyuşturucu batağında olan Britanyalı gençleri anlatan film kısa sürede kült filmler arasına girmiştir.

13- The Prestige-2006:
Jonathan Nolan’ın romanından kardeşi Christopher Nolan tarafından sinemaya aktarılan filmde iki rakip sihirbazın mücadelesi anlatılıyor, Christian Bale ve Hugh Jackman’ın başrollerini paylaştığı filmde güzeller güzeli Scarlett Johansson da onlara eşlik ediyor.

14- The Girl with the Dragon Tattoo-2009:
İsveçli yazar Stieg Larsson’un romanından sinemaya aktarılan film o kadar başarılı olmuştur ki Hollywood tarafından remake’i yapılmıştır, her ne kadar Hollywood versiyonu çok başarılı olsa da bence orijinal İsveç yapımı film izlenmelidir.

15- Perfume: The Story of Murderer-2006:
Andrew Birkin’in romanından beyaz perdeye aktarılan filmi Tom Tykwer çekti, bir seri katilin öldürdüğü kadınların vücutlarından parfüm yapmasını konu alan film, en iyi cinayet filmlerinin başında gelir.

16- American Psycho-2000:
Easton Ellis’in romanından sinemaya uyarlanan filmde New York’lu zengin bir işadamının geceleri psikopata bağlayıp cinayetler işlemesi anlatılır. O psikopatı Christian Bale çok iyi canlandırmış ve bu filmden sonra Hollywood un A Class oyuncuları içine girmiştir.

17- No Country for Old Men-2007:
Cormac Mccarhty’nin romanından sinemaya aktarılan filmde Coen kardeşler en sonunda o çok istedikleri oscara kavuştular, film en iyi film ve yönetmen dahil tam 4 oscar kazandı.

18- Great Expectation-1946:
Charles Dickens’ın romanından sinemaya uyarlanan film 1946,1998 ve 2012 olmak üzere 3 kere çekilmiştir ama en iyi uyarlama 46 senesinde David Lean’in uyarlamasıdır.

19- All Quiet on the Western Front-1930:
Erich Maria Remarque’ın romanından sinemaya aktarılan ve en iyi savaş karşıtı filmler sıralamasında her zaman ilk 3’e başaran film en iyi film ve en iyi yönetmen oscarlarını kazanmıştır.

20- Lord of the Rings-2001:
J.R.R Tolkien’in romanından Peter Jackson tarafından sinemaya aktarılan film üçleme olarak karşımıza çıkar 2001’de Fellowship of the Rings, 2002’de The Two Towers ve 2003’de Return of the Kings üçlemesiyle dünya çapında kendine büyük bir hayran kitlesi oluşturmuştur. Fellowship of the Rings 4, The Two Towers 2 ve  2003’de çekilen Return of the Kings ise en iyi film dahil 11 oscar kazanmıştır.

23 Kasım 2013 Cumartesi

EN İYİ 8 AKSİYON FİLMİ


Bir arkadaşım bugün rica etti, en iyi 5 aksiyon filmini listelesene diye ben de twitter'a yazdım, madem twitter' yazdım bloguma da koyayım, aslında dediğim gibi 5 yapacaktım ama çok iyi filmler var o yüzden 8 yaptım ama karakter bittiği için 8'de kaldım, aslında 10 yapacaktım madem twitter'da karakter problemi var buraya rahat rahat en iyi 10 aksiyon filmini yazayım dedim.

1-The Dark Knight: Nolan'ın sihirli dokunuşuyla efsaneleşen Batman serisinin en iyi filmi, Joker'in şehri cehenneme çevirmesi ve Batman'in onu durdurmak için her yolu denemesi, gelmiş geçmiş en iyi aksiyon filmidir.
2:Inception: Yine bir Nolan filmi ve muhteşem bir rüya bilmecesi, filmi ilk izlediğinde anlamayan çok kişi oldu hatta filmin sonundaki o gizem sayesinde ikincisi de çekilecek dendi ama çekilmedi, iyi ki de çekilmedi ve Inception efsane olarak kaldı.
3-Die Hard: Bruce Willis'i Bruce Willis yapan filmdir, gişedeki başarısından sonra devam filmleri çekildi ama hiçbiri ilki gibi olmadı.
4-The Bourne Serisi: Bu 3'lemeyi tek film olarak düşünün ve izleyin eğer 3 filmi ardarda izlerseniz, filmler bittiğinde vücudunuza dolan adrenalinle başaramayacağınız hiçbir şey olamaz.
5-Celda 211: Film bir hapishanede geçiyor ama başladığı andan bittiği ana kadar aksiyonun dibini yaşatıyor, ispanyolların çektiği en başarılı filmlerden olan Celda aksiyonun dibine vuruyor.
6-Casino Royale: Aksiyon denince akla ilk 007 James Bond gelir, aksiyon filmlerinin babasıdır James Bond ve o serinin en iyi filmi de 2006'da çekilen Casino Royale'dir.
7-Wo hu cang long: Bu listeye Uzak Doğu sinemasından bir film girmezse ayıp olurdu, Ang Lee'nin dünyaca tanınmasını sağlayan ve en iyi film dahil 4 Oscar kazanan bu film özellikle dövüş sahneleriyle efsaneleşmiştir.
8-Fast Five: Fast&Furious serisi aldı başını gidiyor, bu sene 7.sini izleyeceğiz kısmetse, genelde seri filmlerinin 1.si en iyi film olur ama bu seride kesinlikle 5.film efsane oldu, Rio sokaklarında geçen fast Five serinin en iyi filmi olarak listemize giriyor.
9-Leathal Weapon: Mel Gibson ve Danny Glover ikilisiyle efsaneleşen ve gişedeki hasılatı sebebiyle 3 kere daha çekilen filmin ilki her aksiyon severin en iyiler listesine girer, 87 senesinde böyle bir aksiyon yapmak gerçekten büyük bir başarı.
10-Taken: Listemizin son film Liam Neeson'un her saniyesi aksiyon dolu filmi Taken oluyor, Avrupada kaçırılan kızını bulmak için Amerika'dan gelen babayı canlandıran Neeson belki de kariyerinin en iyi performansını gösteriyor ve bize harika bir aksiyon filmi izlettiriyor.

31 Ekim 2013 Perşembe

EN İYİ 22 AŞK FİLMİ

13 Şubat 2012'de sevgililer günü hatrına en iyi 15 aşk filmini yazmışım blogda, geçen ay FilmeEkiminde izlediğim Blue is the Warmest Color'dan sonra o yazı aklıma gelmişti, şimdi o yazıyı tekrar okudum ve o listeye nasıl sokmamışım dediğim 7 film buldum ama sorun şu ki o listeden herhangi bir film çıkarmak da istemiyorum çünkü o listedeki tüm filmler harika aşk filmleri ama dediğim gibi bu 7 filmi de yazmazsam kendime saygısızlık yapmış olurum, o yüzden listeyi 22 filme çıkarıyorum ve bu sefer bu 22 filmi beni en çok etkileyeni 1 numara olmak üzere sıralıyorum, en kötüden en iyiye sıralayamam çünkü hepsi gerçekten çok iyi filmler:

22-Amour-2012

21-Mary&Max-2009

20-Wall-e-2008

19-Unfaithful-2002

18-Perfect Sense-2011

17-500 Days of Summer-2009

16-Ae Fond Kiss-2004

15-Dirty Dancing-1987

14-The Notebook-2004

13-Before Sunrise/Sunset/Midnight-1995/2004/2013

12-Moulin Rouge-2001

11-Eternal Sunshine of the Spotless Mind-2004

10-An Affair to Remember-1957

9-An Officer and a Gentleman-1982

8-A Moment to Remember-2004

7-West Side Story-1961

6-Gone with the Wind-1939

5-Blue Valentine-2011

4-Harold&Maude-1971

3-A Bout de Souffle-1960

2-Casablanca-1943

1-Brief Encounter-1945

0-BLUE is the WARMEST COLOR-2013

P.s: Blue is the Warmest Color neden 0 derseniz, bu listedeki 22 filme asla saygısızlık etmek istemem, hepsi başyapıt ve kült olmuş filmler ama bu film çok başka bir film, onun bende bıraktığı etki 22 filmin bıraktığı etkinin toplamından bile fazla, o yüzden bu film çok farklı bir boyutta benim için. bu filmden daha iyi bir aşk filmi çekilemez bundan sonra, o hep en iyi aşk filmi olarak kalacaktır benim için.

RÜZGAR GİBİ GEÇTİ: WTA İSTANBUL




3 sene boyunca bize harika tenis maçları izleten dünyanın en iyi 8 tenisçisinin geldiği Wta masters istanbul maalesef bitti, 3 sene boyunca iznimin yarısını bu turnuvada kullandığım için o kadar mutluyum ki, tabir-i caizse resmen tenise doyduk bu 3 senede, gönül isterdi ki uzasın seneye de izleyelim ama her güzel şeyin bir sonu oluyor ve bu da bitti, seneye Singapur'da devam edecek bu turnuva.

Bu harika organizasyonu Türkiye'ye getiren ve bize 3 sene izleten herkese burdan teşekkür etmek istiyorum, bu 3 senede tahmin edildiğinden çok daha fazla seyirci geldi Sinan Erdem'e, ilk sene 70 bin 824, ikinci sene 73 bin 72 seyirci geldi turnuvaya, bu sene ise 69 bin 83 kişi izledi turnuvayı, ikinci sene kurban bayramına denk gelmesi de seyirci rekorunun kırılmasına yardımcı oldu aslında, bu sene diğer senelere göre düşük olmasının sebebi ise hiç tatile denk gelmemesiydi, ama yine de final maçını tam 16 bin 57 kişi izledi bu sayı Sinan Erdem'de bir günde en fazla seyirci sayısı olarak tarihe geçti, Dünya Basket Şampiyonası finalinde Türkiye-Amerika maçını bile 15 bin kişi izlemişti.

Gelelim turnuvanın kısa özetine, ilk sene çok çekişmeli geçen turnuvada finali Azarenka-Kvitova oynadı ve çekişmeli bir maç sonrası Kvitova şampiyon olmuştu, geçen sene ise turnuvaya Serena Williams damgasını vurdu, Serena ilk maçtan beri domine ettiği turnuvayı finalde Sharapova'yı 2-0 yenerek çok kolay bir şekilde kazandı, turnuvayı kazanmakla kalmadı turnuva boyunca sergilediği sempatik tavırlarla seyircilerin de kalbini kazandı, her maç sonrası imza ne kadar top varsa imzaladı mesela, çoğu tenisçi bunu yapmamıştı oysa ki.

Bu seneye geldiğimizde ise herkes Serena'nın geçen seneki gibi çok rahat kazanacağını düşünüyordu, Sharapova da sakatlığı nedeniyle çekilince turnuvadan, tek rakibi bu sene onu 2 kere yenmeyi başaran Azarenka'ydı, grup maçlarında yine Serena fırtınası esti, adeta süpürdü ve sırasıyla Kerber'i Radwasnka ve Kvitova'yı yenerek yarı finale çıktı Serena, diğer grup çok daha çekişmeli geçti ve büyük bir süpriz gerçekleşti, Serena'nın en büyük rakibi Azarenka gruptan çıkamadı, Li Na ve Jankovic yarı finale çıkan iki tenisçi oldu diğer gruptan.

Serena yarı finalde Jankovic'le oynadı, ilk seti zorlansa da kazandı ama ikinci sette öyle kötü bir Serena izlediki salondakiler, sanki hayal görür gibiydiler, Serena hiçbir varlık gösteremediği ikinci seti kaybetti, üçüncü seti ise çok zor da olsa kazandı ve finale çıktı ama ben yıllardır Serena'yı bu kadar bıkkın ve suratı düşmüş görmemiştim, 2.sette adeta bıraktı çünkü gerçek Serena o değildi bunun o da farkındaydı, maç bitiminde sorulan neden 2.sette öyleydin sorularına ise bu sene o kadar fazla maç oynadım ki artık enerjim bitti, kolumu kaldıramıyordum 2.sette, üçüncü sette adrenalin devreye girdi ve maçı kazandım, umarım finalde de öyle bir şey olur dedi Serena, final için tam 1 günü vardı ama rakibi de Li Na olmuştu, ilk defa final oynayacaktı bu turnuvada ve çok tecrübeli bir rakipti.

Final günü geldi çattı, her zaman korta çok enerjik bir biçimde çıkan Serena, korta bile sanki ayakları geri geri gider gibi çıktı, ısınırken bile anlaşılıyordu Serena'nın enerjisinde sıkıntı olduğu ve maç başladı, Li Na ilk sette fırnıta gibiydi adeta, harika forehandlar atıyor Seren'ayı sağa sola koşturuyordu, servisleri de çok iyi olunca ilk seti 6-2 kazanmayı başardı, Serena ilk sette yarı finalde Jankovic'e oynadığı ve kaybettiği set gibiydi, ruhsuz ve enerjisiz, herkes Serena'nın finali böyle kolay kaybetmeyeceğini düşünüyordu ama korttaki görüntü tam tersiydi, o kortta hırslı ve en ufak hatayı bile kabullenmeyen Serena toplara bile koşmamıştı ilk set, ikinci set başladı ve Serena o beklenilen Serena olmasa da yavaş yavaş ben bu kupayı sana kolay vermem der gibiydi ve öyle de oldu ikinci seti zorda olsa 6-3 kazandı Serena, o beklenilen Come On'lar gelmeye başlamış, herkesin görmek istediği Serena geri dönmüştü, son set ise tamamen Serena'nın istediği gibi geçti ve ilk setin başında 145'le servis atan Serena gitmiş 195'lerle servis atan Serena gelmişti, zaten eğer Serena rakibinden daha yavaş servis atıyorsa o gün Serena'da bir problem vardır, çünkü en büyük kozu servisleriydi Serena'nın ve son set 6-0 bitti, Li Na'yı adeta korttan sildi ve şampiyonluk puanından sonra yere çöktü, gözünden akan yaşları tüm seyirciler gördü, dile kolay 32 yaşında ve bir sezonda tam 82 maç oynamak her yiğidin harcı değildi, Serena belki de enerjisinin son damlasıyla o son puanı aldı ve Wta İstanbul'u şampiyonlukla kapadı.

İlk sene sakatlığı sebebiyle katılamadığı turnuvaya kalan 2 senede resmen damga vurdu ve 10-0'lık bir seriyle bitirdi 2 seneyi, İstanbul'dan yenilmez bir kraliçe olarak ayrıldı Serena ve bu 2 senede bir çok çocuğa tenisi sevdirdi, belki de onun sayesinde bir çok anne baba çocuklarını tenise yazdırdı, Serena tenis dünyasının yenilmez kraliçesi ve en büyük yıldızı, şu an 32 yaşında ve daha ne kadar oynar bilinmez ama eğer bu formunu sürdürürse kırılmadık rekor bırakmayacağı da kesin, bu 3 senede gerçekten muhteşem maçlar izledik İstanbul'da, özellikle Serenanın olduğu son 2 sene gerçekten muhteşemdi, dilerim Wta'den sonra Atp masters'da gelir ülkemize, bu 3 senede o kadar güzel organizasyon yapıldı ki gelmemesi için hiç bir sebep yok.
yazımı tenis hakkında bir sözle kapatmak istiyorum, futbol, basketbol, voleybol'da takımınızda kötü gününde bir oyuncu olsa da kazanabilirsiniz ama teniste eğer kötü gününüzdeyseniz asla kazanamazsınız çünkü sizi kurtaracak bir başka oyuncu yoktur, işte ben de tenisi bu yüzden çok seviyorum, o kortta teksin ve seni sadece sen kurtarabilirsin.

8 Ekim 2013 Salı

BLUE iS THE WARMEST COLOR



Cannes film festivali sinema dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olarak her sene kendi gündemini yaratır Mayıs ayında, benim için de çok önemli bir festivaldir Cannes, hatta Oscar'dan sonra en çok önem verdiğim ödül töreni diyebilirim Cannes için.

2012'de ünlü yönetmen Haneke'nin Amour filmi kazanmıştı hatırladığımız üzere Cannes'da Altın Palmiyeyi, Amour o kadar güçlü bir filmdi ki sadece Cannes'da değil Oscar'da en iyi yabancı film Oscarını da almayı başarmıştı.

Her sene farklı jürilerin oluşumuyla düzenlenir Cannes film festivali, 2013'te de ünlü yönetmen Steven Spielberg'in jüri başkanı yaptığı festivalde ayrıca Nicole Kidman, Ang Lee ve Christopher Waltz da yer aldı, bu 4 önemli ismin ortak özellikleri ise evlerinde Oscar heykelciği bulunmasıdır.
Bu 4 önemli ismin yanında dünya sinemasında söz sahibi ülkelerden önemli yönetmen ve oyuncularda vardı jüride.

Altın palmiyeyi kazanmak için Roman Polanski'den Francois Ozon'a, Asghar Farhadi'den, Coenlere çok önemli yönetmenlerin filmleri kıyasıya bir yarış içine girdiler, jüri çok zorlandı belki ve Altın palmiyeyi Blue is the Warmest Color filmiyle Abdellatif Kechiche kazandı.

Orjinal adı La Vie d'Adele olan film festival sırasında gösterilidğinde bile çok büyük tartışmalara sebep olmuştu, 2 lezbiyenin aşkını anlatan film Fransa gibi bir ülkede bile büyük tepki çekince açıkçası ben de filmi çok merak etmiştim, Spielberg gibi bir ustanın jürisi bu filmi seçtiyse elbet bir bildikleri vardır diye düşünmeden de edememiştim.

Filmi biraz araştırdığımda ve neden tepki çektiğini öğrendiğimde Türkiye'de vizyona girmesinin büyük bir hayal olduğunu düşünmüştüm ki yanılmadım bu konuda, artık tek beklentim Filmekiminde izlemekti filmi ve Filmekimi programı açıklandığında bu filmi listede görünce inanılmaz sevinmiştim, İzmir Filmekimi programı belli olduğunda Cuma günü gösterileceği belli oldu filmin, ben Cuma günü çalıştığım için filme gidemeyecektim, uzun zaman beklediğim filme gidemeyecek olmanın verdiği hayalkırıklığıyla Filmekiminin diğer filmlerine giderken, hiç olmayacak bir şey oldu ve ilk defa Filmekimi bir gün uzatıldı, her zaman Cuma, Cumartesi, Pazar olan festival yoğun ilgi sebebiyle Pazartesine kadar uzatıldı ve Pazartesi günü Filmekiminin kapanış filmi Blue is the Warmest Color olduğunu gördüğümde yaşadığım sevinç uzun süre yaşamadığım bir sevinçti, Pazartesi akşamı 21.30'da Karaca sinemasında yerimizi aldık ve deli gibi beklediğim filmin başlaması için koltuğuma geçtim, film 3 saat oldğundan mısırımı ve kolamı aldım, wc'ye uğradım tüm hazırlıklarımı yaptım ve telefonumu kapatıp yerime oturdum.

Günümüzde insanların tahammül ve odaklanma sınırı düştüğünden dolayı film süreleri genelde 90-120 dakika arasında tutulur, olması gerekende odur aslında, bu film 180 dakikaydı, üstelik sanat filmiydi, sanat filmleri genelde 90 dakika bile sürmez çünkü toplumun genel çoğunluğu sıkıcı bulur o tür filmleri, o yüzden 180 dakika gerçekten çok uzun bir süreydi bu film için, 3 saat süren filmler genelde savaş filmleri olur onlarda her sahnesinde aksiyon olduğu için izleyiciyi bağlar, Blue is the Warmest Color 3 saatlik süresinde bana bir saniye bile of bitse de gitsek dedirtmedi, 1 saniye bile telefona ya da saate bakma isteği getirmedi, hep derim eğer 3 saatlik bir film kendini izlettiriyorsa, izleyici sıkılmıyorsa ve bitmesini istemiyorsa o film ÇOK İYİ BİR FİLMDİR..

EVET Blue is the Warmest Color'da 3 saatlik süresinde bir kez bile bitsede gitsek dedirtmedi bana, her sekansında beni şaşırttı, sarstı, etkiledi ve bunu çok açık yüreklilikle söyleyebilirim ki izlediğim en çarpıcı AŞK filmlerinden biriydi.

Film iki lezbiyenin aşk hikayesini anlatıyor, kahramanlarımızdan biri Adele rolünde Adele Exarchopoulos, diğeri ise Emma rolünde Lea Seydoux, iki oyuncu da bence hayatlarının rolünü oynamışlar, Lea Seydoux'da çok başarılı ama Adele bence hayatı boyunca bir daha böyle oynayamaz.

Adele Exarchopoulos beni öyle etkiledi ki bundan sonraki filmini özellikle bekliyorum, bu filmdeki performansının yarısını sergilerse dünya sinemasının uzun süre en iyi oyuncularından biri olarak izleyebiliriz Adele'i, gelelim Lea Seydoux'a, Seydoux bu filmden önce de bir çok filmde oynamış, Hollywood'da da yavaş yavaş kendini ıspatlayan bir oyuncu olarak dikkat çekmeye başlamıştı, Inglarious Basterds, Midnight in Paris, Mission Impossible: Ghost Protocol, Robin Hood gibi Hollywood'un A class filmlerinde de rol alan Seydoux asıl patlamasını bu filmde yaptı ve bundan sonra dünya sinemasında önü çok açık, hem güzelliği hem oyunculuğuyla bundan sonra adından sıkça bahsettirecektir Lea Seydoux.

Bu film hakkında daha çok şey yazmak istiyorum aslında ama bundan sonra yazacaklarım maalesef spoiler olur, spoiler vermeden sadece şunu söyleyebilirim ki filmin bitiş sahnesi o kadar başarılı ki, ADELE o son sahneyi o kadar iyi oynamış ki, film bittiğinde kalbinize bir yumru oturacak, yutkunmakta zorlanacaksınız. o yüzden bu muhteşem filmi her ne kadar Türkiye'de vizyona girmeyecek olsa da internete düştüğü zaman indirip izleyin diyorum, ben filme lezbiyenlerin aşkı olarak bakmadım, yani demem o ki önyargısız bir şekilde izlendiği zaman, bu filmde gerçek AŞKI izleyeceksiniz.

Bu film Oscar'da en iyi yabancı film adaylığına başvurmadı, yapımcı bize Cannes'da aldığımız Altın Palmiye yeter dedi, eğer aday olsaydı en iyi yabancı Oscarını da kazanırdı, filmin Oscar'a aday olmaması açıkçası beni fazla üzmedi ama ADELE EXARCHOPOULOS en iyi kadın Oscarına aday gösterilmezse bu performansıyla benim için Oscar ciddi anlamda değer kaybeder, bu senenin açık ara en iyi performansı(Cate Blanchett da çok iyiydi Blue Jasmine'de ama üzgünüm) ve kesinlikle adaylığı hak ediyor, eğer aday olursa ben Oscarı da kazanacağını düşünüyorum, Adele gibi LEA SEYDOUX da en iyi yardımcı kadın adaylığında olmalı, bu iki efsane performans kesinlikle göz ardı edilmemeli.

Eğer ikisi de Oscara aday gösterilip ödülleri kazanırlarsa sabahın 6 sı olmasına bakmam evden çıkar ikisinin de posterlerini sallayarak Alsancağa gidip Kordon da şeref turu atarım, çünkü bu performanslar bunu hak ediyor

FİLMEKİMİ DEĞERLENDİRMEM


Geçtiğimiz Cuma-Cumartesi ve Pazar İzmirde 3 gün boyunca Filmekimi vardı, son 2 senedir İzmirde de Filmekiminin yapılmaya başlanmasıyla İzmirli sinemaseverler Karaca sinemasını tıklım tıklım doldurarak adeta 3 gün yetmez, İzmir'de de İstanbuldaki gibi 1 hafta olsun mesajı verdiler.

Geçen sene de gayet doluydu salonlar ama bu sene biletler resmen çıktığı gün bitti, biletixten bilet alamayanlar bilet bulamadılar gişelerde, ben Cuma günü çok güzel filmler olmasına rağmen maalesef çalıştığım için gidemedim, Cumartesi ve Pazar 3'er filme gittim.

Cuma günü bu festivalde en çok gitmek istediğim film Cannes'da da Altın Palmiye kazanan ve büyük tartışmalara neden olan Blue is the Warmest Color'a gidemediğim için çok üzülmüştüm ki, yoğun ilgi sebebiyle Filmekiminin Pazartesine uzatıldığını biletixte gezerken gördüm, ilk 3 gün en yoğun ilgiyle izlenen 3 film Pazartesi tekrar gösterilecekti ve bunlardan biri de Blue is the Warmest Color'du hemen biletimi aldım ve Pazartesi günü 21.30 seansıyla yani Filmekiminin kapanış filmi olarak Blue is the Warmest Color'a da gitmiş oldum.

Şimdi 3 gün boyunca gittiğim 7 filmin 6'sını kısaca değerlendirmek istiyorum, Blue is the Warmest Color'u ise ayrı bir blog yazısı olarak yazacağım.

Cumartesi günü ilk filmim Jim Jarmusch'un Only Lovers Left Alive'dı, vampir filmlerini zaten çok severdim bide yönetmen Jarmusch olunca bu film bu seneki filmekiminde muhakkak görülmesi gereken filmlerden biri olmuştu, filme çok büyük bir beklentiyle girmiştim ve Jarmusch beni şaşırtmadı, tam ondan beklenilen bir vampir filmi olmuş, üstelik Tilda Swinton da harika bir oyunculuk göstermiş, vampir filmlerinde top 5'ime şimdiden girdi bile Only Lovers Left Alive.

Cumartesi ikinci filmim Coen kardeşlerin inside Llewyn Davis'ti, bir müzisyenin hayatını anlatan filmde Justin Timberlake de kısa bir rolle karşımıza çıkıyor, Coenlerin kara mizah filmlerinin hastası çoktur, kendilerine has bir tarzları vardır ama maalesef bu film Coenlerin sinemasına biraz yabancı kalmış ve vasatı aşamamış, Coenler olmasa gidilmez bile, öyle sıradan bir film olmuş, zaten gittiğim 7 filmden keşke izlemeseydim dediğim tek film oldu.

Cumartesi son filmimiz Onur Ünlü'nün vizyona sokmadığı sadece festivallerde gösterilen Sen Aydınlatırsın Geceyiydi, Onur Ünlü farlkı sinema tarzıyla Türkiye'de beğenediğim ender yönetmenlerden biridir, ilk iki filmi Polis ve Güneşin Oğlu filmlerinde maalesef istediğini alamamıştı Ünlü, sonra 5 şehir filmiyle çıkışa geçen ve 2 sene önce Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesiyle Adana'da Altın Kozayı kazanan Ünlü'nün son filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi tam anlamıyla beklediğim kalitedeydi, çok beğendim filmi ve vizyona girmemesi bence Türk sineması adına büyük kayıp, film bittikten sonra Onur Ünlü söyleşi için salona girdi ve gerek bu film gerekse Türk sineması hakkında 45 dakikalık soru cevap şeklinde bir söyleşi gerçekleştirdik, özellikle filmi neden vizyona sokmadığı konusunda sorulan sorulara Ünlü tüm içtenliğiyle cevap verdi, yapım şirketlerinin şerefsizliklerini anlattı kısaca ve maalesef Türkiye'de bir film ne kadar çok ödül kazanırsa o kadar az yapımcı sahip çıkıyor gerçeği bir kez daha altını çizilerek konuşuldu.

Cumartesi günü izlediğim 3 filmden ikisinden çok büyük keyif alarak Pazar günü seansına geçtim, Pazar ilk filmimiz Fruitvale Stationdu, Amerikan bağımsız sinemasının son yıllarda çok kaliteli filmler çıkardığını bildiğimden ama yine de büyük bir beklentim olmadan gittim bu filme, filmi izledikten sonra gezi olaylarında hiçbir suçu yokken başından vurularak öldürülen Ethem Sarısülük geldi aklıma ve bence o an sinemada olan herkesin aklına da geldi Ethem, film beklediğimden çok daha iyi bir filmdi, iyi ki gitmişim dedim, filmin sonunda salondan çıkan her 4 kişiden 3'ünün gözleri yaşlıydı ve zaten insan olan o filmden duygulanmadan çıkamaz, film bu Cuma vizyona giriyor, herkes muhakkak izlemeli diyorum. Fruitvale Station kesinlikle kaçmaz.

Pazar günü ikinci filmimiz Fransızların ünlü yönetmeni Francois Ozon'un Young&Beautiful filmiydi, 17 yaşında bir kızın 4 mevsiminin anlatıldığı gayet başarılı bir film olmuş, Ozon'un sinemasını bilen bilir, insan vücudunu filmlerinde ön plana çıkarmayı seven bir yönetmendir ve filmlerini genellikle insan vücudu üzerinden anlatır, bu filmde de 17 yaşındaki Fransız bir kızın hayatında yaşanan olayları ilginç bir şekilde anlatıyor Ozon, bu film de beklediğim gibiydi, gayet keyifle kendini izlettirdi, Ozon severlerin kaçırmayacağını biliyorum ama sinema seven herkes bu filmi izlemeli diyorum.

Pazar son filmimiz ise 2011 senesinde A Separation filmiyle dikkatleri çeken İran'lı yönetmen Asghar Farhadi'nin the past filmiydi, İran'lı bir adam ve Fransız bir kadının 4 sene aradan sonra boşanmak üzere bir araya gelmesi ve geçmişleriyle yüzleşmesini konu alan film gerek oyunculuk gerek hikaye anlamında çok güçlü bir yapım olmuş, Farhadi bu filminde de ağır bir dramatik yapı kurmayı başarmış, film ağır ağır ilerleyip sonunda izleyiciyi can evinden vuruyor, bu sene İran'ın oscar adayı olan The Past, Farhadi'ye ikinci oscarını getirbilecek mi bakalım. dram sevenler bu filmi vizyona girdiği zaman kaçırmamalı diyorum.

Cumartesi ve Pazar izlediğim 6 filmde içime sinmeyen tek film inside Llewyn Davis oldu, onun dışındaki 5 filmde iyi ki gelip izlemişim dediğim filmlerdi, özellikle Frutivale Station en az beklentiyle gidip en çok beğendiğim film oldu diyebilirim.

Filmekiminde en çok izlemek istediğim film olan Blue is the Warmest Color filmine de İzmir'de katılımın yoğun olması nedeniyle Pazartesi gününün de ekstradan konulmasıyla gidebildim, uzun zamandır bir şeye böyle sevinmemiştim açıkçası, çünkü Cuma çalıştığım için gidememiştim ve çok üzülmüştüm, Pazartesi ekstradan film tekrar gösterilince hemen biletimi aldım ve Pazartesi 21.30'da karaca sinemasında yerimi aldım, film 3 saat olduğu için mısırımı ve kolamı alıp, wc'yi de ziyaret edip salona geçtim, bu filmin değerlendirmesini ayrı bir blogda yazacağım demiştim evet yazacağım ama bu yazımı bitirirken sadece şunu yazmak istiyorum, 18 yaşımdan beri yani 10 senedir günde en az 1 çoğu zaman 2-3 film izleyen biri olarak, yaklaşık 6000-7000 civarı film izlemişimdir, şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, beni böyle etkileyen film sayısı 50'yi geçmez ve bu film onların arasına girdi, izlediğim en iyi aşk filmlerinden biri olarak tarihe geçti, BLUE iS THE WARMEST COLOR'U İZLEYİN İZLETTİRİN.

30 Eylül 2013 Pazartesi

WOODY ALLEN VE BLUE JASMINE




Bugün Woody Alllen'ın son filmi Blue Jasmine'i izledim, Woody Allen yine harika bir filme imza atmış ve tabir-i caizse ne oldum değil ne olacağım demeli atasözünün filmini çekmiş, filmin bu kadar güzel olmasında en büyük pay kuşkusuz Jasmine rolünde harikalar yaratan Cate Blanchett'de, Blanchett rolü oynamamış resmen yaşamış, hissetmiş ve sonuna kadar hakkını vermiş canlandırdığı karakterin, şu an için belki çok erken ama ben bu rolden daha iyi bir oyunculuk olacağını sanmıyorum bu sene ve büyük ihtimal en iyi kadın Oscarını alacaktır Jasmine rolüyle Blanchett.


Gelelim Woody Allen'a, benim en sevdiğim 5 yönetmen arasına hiç düşünmeden soktuğum yönetmenlerden biridir Allen, bu zamana kadar çektiği 44 filmi, çoğunu 2 ve 3 kez olmak üzere izlediğim ve o 44 filmden biri için bile vakit kaybı demediğim, hepsinden bi şeyler çıkardığım, genellikle çok güldüğüm ama bazen gülerken düşündüğüm filmlerdir bunlar.

Gülerken düşündüğüm derken son filmi buna çok iyi bir örnek mesela, Blue Jasmine diğer allen filmlerine göre fazla güldürmüyor ama insanı ciddi anlamda düşünmeye sevk ediyo, çoğu kişi izlemediği için film hakkında bir şey yazmayacağım spoiler vermemek adına ama yazımın başında da dediğim gibi insanların bir anda en tepeden dibe vuruşunu çok güzel gösteren bir film olmuş Blue Jasmine.

Woody Allen'ın çektiği 44 filme tek tek bakarsak en az 10'unu hayatımın belli aralıklarında tekrar tekrar izleyeceğimden hiç şüphem yok, zaten büyük yönetmen de böyle olunuyor, bir filmi izlersin geçersin ama sen o filmi birden fazla izliyorsan eğer işte o film gerçekten iyi bir film olmuştur, işte Allen da gerçekten iyi filmler yapıyor, üstelik bunu her sene film çekerek yapıyor, çoğu büyük yönetmen az ve öz film çekerken Allen her sene mutlaka bir film çekiyor, geçen sene çektiği To Rome with Love Blue Jasmine'e göre vasat bir filmdi ama ondan önceki sene çektiği Midnight in Paris en az Blue Jasmine kadar harika bir filmdi mesela.

Sinemayı yaşam biçimi olarak gören her insanın en iyi filmlerinde mutlaka bir Allen filmi vardır. ben de bu yazıyı en sevdiğim 10 Allen filmiyle kapatayım, eğer bu yazıyı okuyorsanız bu 10 filmi bir şekilde izleyin derim, izledikten sonra siz farketmeseniz bile eminimim ki hayatınızda olumlu değişiklikler olacak.

En iyi 10 woody Allen filmi:

Annie Hall
Love and Death
Manhattan
Match Point
The Purple Rose of Cairo
Hannah and Her Sisters
Crimes and Misdemeanors
Midnight in Paris
Vicky Cristina Barcelona
Blue Jasmine

13 Eylül 2013 Cuma

FİLM EKİMİ 2013



Ekim dendi mi kimin aklına ne gelir bilinmez ama eğer bir sinefilseniz aklınıza ilk gelen şey kesinlikle Filmekimi olur, bugün Filmekiminin programı açıklandı, yine birbirinden güzel filmleri sinemalara girmeden önce izleme şansı bulacağız Filmekimi sayesinde, sizler için Filmekiminde mutlaka izlenmesi gereken filmleri yazmak istedim, 37 filmin gösterileceği Filmekiminde nokta atışı yaparak zaten kısıtlı olan zamanda en güzel filmleri izlemeniz için listeyi yapıyorum:

Inside Llewyn Davis: 2013 kışına damga vuracak filmler yazımda da yazmıştım, Coen kardeşlerin son filmi, Cannes film festivalinde de eleştirmenler tarafından oldukça güzel yorumlar aldı, Coen kardeşlerin müptelası olanlar kesinlikle izlemeli, tabi Justin Timberlake hayranları da.

In Bloom: Gürcistan sinemasından çıkan harika bir film, 1992 Tiflisinde geçen harika bir aile draması, Avrupa sineması sevenler kesinlikle bu filmi izlemeli.

Heli: Genç bir kızla polis arasında geçen bir aşk hikayesi, ikisi de uyuşturucu kartellerinin içinde ama farklı rollerde ve bu aşklarının imkansız hale gelmesini sağlıyor. Meksika yapımı bu film bizi tekrar uyuşturucu gerçeğinin içine sokuyor.

The Past: Yine 2013 kışına damgasını vuracak filmler yazımda yazmıştım, bu senenin yabancı oscar dalının en büyük adayı Asghar Farhadi'nin İran-Fransa arasında geçen bu filmi, 2 sene önce A Separation'la Oscarı alan Farhadi bu senede Oscara çok yakın.

Enough Said: The Sopranos'un efsanesi geçtiğimiz aylarda kalp krizinden genç yaşta aramızdan ayrılan James Gandolfini'nin son filmi olduğu için bile izlenmesi gereken bir film, güzel bir romantik komedi olan bu film, Filmekiminde romantik komedi arayanlar için biçilmiş kaftan.

Only Lovers Left Alive: Yönetmen Jim Jarmush, oyuncular da Tilda Swinton, Tom Hiddleston, Mia Wasikoska ve Anthon Yelchin ise, konuda iki vampirin aşk hikayesiyse bu film her türlü izlenir.

Blue is the Warmest Color: Benim bu sene ki Filmekiminde en heyecanla beklediğim film bu çünkü Cannes'da Altın Palmiyeyi bu film kazandı ve kazanmasıyla birlikte bir sürü tartışmayı başlattı, iki lezbiyen çiftin ilişkilerinin başlangıcı, gelişimi ve bitişini anlatan film kesinlikle izlenmesi gereken ilk film bu seneki Filmekiminde.

Moebius: Geçen sene Filmekiminde Kim Ki Duk'un Pieta filmini izlemiştik, harika bir filmdi, bu senede son filmi Moebius'u izleyeceğiz, Kim Ki Duk hayranlığı farklı bir hayranlıktır, ne çekse izlenir denen ender yönetmenlerdendir, o yüzden bu film de muhakkak izlenmeli diyorum.

Ain't them Bodies Saints: Başrollerini Rooney Maara ve Casey Affleck'in paylaştığı film hapisten kaçan ve daha önce hiç görmediği çocuğuna kavuşan adamın hikayesini anlatıyor, romantik bir dram izlemek isteyenler bu filmi tercih edebilirler.

Young and Beautiful: Francois Ozon'un son film 17 yaşındaki bir kızın hayatını anlatıyor, Ozon sinemasını bilenler bilir, hayatı tüm çıplaklığıyla yansıtır beyaz perdeye Ozon ve sağlam bir hayran kitlesi vardır, bu filmde de sinema salonu dolup taşacaktır diye düşünüyorum.

Sen Aydınlatırsın Geceyi: Filmekimindeki tek yerli yapım, Onur Ünlü'nün vizyona sokmadığı ve sadece festivallerde seyirci karşısına çıkardığı filmin oyuncu kadrosu da harika: Ali Atay, Damla Sönmez, Demet Evgar, Ercan Kesal, Ezgi Mola, Ahmet Mümtaz Taylan ve Derya Alabora'nın oynadığı film benim bu seneki Filmekiminde en çok beklediğim ikinci film.

The Broken Circle Breakdown: Belçika sinemasından bir örnek olarak karşımıza çıkan bu film, ilk görüşte aşık olan Elise ve Dider'in hayatını gözler önüne seriyor, Didier konuşmayı Elise dinlemeyi sever, Didier romantik Elise gerçekçidir, küçük kızlarının bir anda hastalanmasıyla bu iki farklı çift yaşamlarını sorgulamaya başlarlar, bu filmde hayatı farklı şekilde yaşamayı sevenlerin tercih etmesi gereken harika bir drama.

Honeymoon: Bu sefer Çek sinemasına gidiyoruz, bir akşamdan sabah saatine kadar süren film 98 dakikada bir düğünden başlayıp damat ve gelinin sakladıkları sırların ifşa olmasına kadar uzanan sabaha gidiyor, bu filmde gençlerin evlenirken birbirlerinden asla birşey saklamamaları gerçeğini gözler önüne seriyor.

A Touch of Sin: Bir Çin yapımı olan bu filmde, yönetmen Jia Zhang Ke Çin'in Twitter'ı sayılan Weibo'da denk geldiği 4 gerçek olayı ele alıyor, 4 farklı karakterin hayata tutunma çabalarını anlatan bu filmde vakti olanların mutlaka izlemesi gereken bir film.

The Look of Love: Listemizin son filmi de seks satar sloganıyla yola çıkarak ingiltere'nin en zengin kişisi olan paul raymond'un hayatını anlatan trajikomik bir hikaye.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

2013 KIŞINA DAMGA VURACAK FİLMLER


12 YEARS A SLAVE:
2008 senesinde Hunger filmiyle çıkış yapan, 2011’de Shame filmiyle o çıkışı sürdüren Steve Mcqueen 2013’ün en çok beklenen filmine imza atıyor, gerek Hunger’da gerekse Shame’de çok tartışılan konulara ele alan Mcqueen 12 Years a Slave’de de en az diğer filmleri kadar adından bahsettirecek.
Filmin kadrosunda Mcqueen’in Hunger ve Shame’de de rol verdiği Michael Fassbender, Brad Pitt, Paul Giamatti ve geçen sene Beasts of the Southern Wild filmiyle Oscar’a aday olan 12 yaşındaki genç yetenek Quvenzhane Wallis de yer alıyor.

AMERICAN HUSTLE:
2010 senesinde The Fighter ve geçen sene Silver Linings Playbook gibi iki çok iyi filme imza atan David O Russell bu senede en az o iki film kadar iddalı filme imza atıyor.
Kadroda The Fighter’da da oynayan Christian Bale(Oscar kazanmıştı) ve Amy Adams, Silver Linings Playbook’da oynayan Bradley Cooper ve Jennifer Lawrence(Oscar kazanmıştı) in dışında Jeremy Renner ve efsane oyuncu Robert De Niro da var, bu senenin en dikkat çeken castingini bir araya getiren Russel, iki filmde alamadığı Oscar’ı bakalım bu sefer alacak mı.

GRAVITY:
2001’de Y tu Mama Tambien filmiyle dikkatleri çeken Alfonso Cuaron bu filmdeki başarısını 2006’da çektiği efsane bilimkurgu Children of Men ile pekiştirmişti, bu senenin belki de tek bilimkurgusu Gravity’de iki oscarlı oyuncuyu buluşturuyor Cuaron, Sandra Bullock ve George Clooney, bakalım Cuaron bu filmiyle Children of Men’deki başarısını yakalayabilecek mi.

SAVING MR BANKS:
Saving Private Ryan’dan sonra bir başka Savingli filmde karşımıza çıkıyor Tom Hanks, işin esprisi bir yana bu filmde Walt Disney’i canlandıran Tom Hanks 3.oscarına da göz dikiyor, Hanks’e filmde Emma Thompson ve Colin Farrell eşlik ediyor, filmin konusu ise yılların kült müzikali Mary Poppins’in yapım aşaması.

THE MONUMENTS MEN:
George Clooney’in hem yazdığı hem yönettiği hem de oynadığı bu film Clooneyin 5.yönetmenlik macerası, Clooney’e bu filminde çok yakın arkadaşı Matt Damon’un yanı sıra Cate Blanchett, Bill Murray ve The Artist filmiyle Oscar kazanan Jean Dujardin eşlik ediyor.

INSIDE LLEWYN DAVIS:
Galası Cannes film festivalinde yapılan Coen kardeşlerin yeni filmi eleştirmenler tarafından çok olumlu yorumlar aldı, kadrosunda Justin Timberlake, John Goodman, Carey Mulligan’ı bulunduran bu filmde Coenler kendi tarzlarının dışına çıkıp müzik ağırlıklı bir film yapmışlar, bakalım bu filmin Oscar’da şansı ne olacak, izleyip göreceğiz.

AUGUST OSAGE COUNTY:
Meryl Streep ve Julia Roberts gibi iki dev oyuncunun yer aldığı filmde aykırı oyuncu Juliette Lewis’te onlara eşlik ediyor, film tatile çıkan kalabalık bir ailenin iç hesaplaşmasını konu alıyor, Julia Roberts ve Meryl Streep bu filmde Oscarlarına bir Oscar daha katabilecekler mi acaba, Meryl Streep Julia Roberts’ın önünü açmak için yardımcı dalda kendini yazdırdı, Roberts ikinci Oscar’ını alabilecek mi izleyip göreceğiz.

FOXCATCHER:
Channing Tatum, Steve Carrel, Mark Ruffalo, Sienna Miller ve usta oyuncu Vanessa Redgrave’in oynadığı filmde olimpik güreş şampiyonu Mark Schultz’un hayatından bir kesit izleyeceğiz.

THE WOLF OF WALL STREET:
Efsane yönetmen Martin Scorsese’nin bu filmde yine yeni yeniden Leonardo Dicaprio’yla çalışıyor, ikilinin 5.ortak filmi olacak bu yapımda Jordan Belfort’un gerçek hayat hikayesi anlatılıyor, Caprio’ya filmde Matthew Mcconaughey ve Jonah Hill eşlik ediyor, eleştirmenler Capiro’nun bu filmde o yıllardır beklediği Oscar’ı kucaklayabilme ihtimalini çok güçlü buluyorlar. Benimde en az Leo kadar beklediğim o heykelcik bakalım Leo’ya gidecek mi, eğer giderse ben de çok mutlu olacağım.

DALLAS BUYERS CLUB:
Teksas’lı elektrikçi Ron Woodroof’un Aids olması ve Aids’le mücadelesinin anlatıldığı filmde Matthew Mcconaughey harika bir performans sergiliyor, ona Jennifer Garner ve Jared Leto eşlik ediyor, akademinin böyle oyunculukları sevdiğini bildiğimiz için Matthew Mcconaughey’in Oscar’da şansının olduğunu da söylemek gerekir.

THE BUTLER:
Precious filmiyle 2009’da adından söz ettiren Lee Daniels yine siyahilerin hayatını eke aldığı bu filminde en az Precious kadar idaalı, beyaz sarayda kahyalık yapan Cecile Gaines’in hayatını anlatan filmde Oscar’lı oyuncu Forest Whitaker’e uzun zaman sonra beyazperdeye geçen Oprah Winfrey, usta oyuncu Jane Fonda ve John Cusack eşik ediyor.

RUSH:
Formula 1’in efsane şampiyonlarından Niki Lauda ve James Hunt arasındaki rekabeti konu alan filmi usta yönetmen Ron Howard yönetiyor, Lauda’yı Daniel Brühl, Hunt’ı Chris Hemsworth canlandırırken, onlara Olivia Wilde ve Natalie Dormer eşlik ediyor.

CAPTAIN PHILLIPS:
2009’da Amerikan bayraklı Maersk adlı geminin Somali korsanları tarafından kaçırılmasını anlatan filmde geminin kaptanı Phillips’i Tom Hanks canlandırıyor,Hanks e Catherine Keener eşlik ediyor, tamamen gerçek bir hikayeyi konu alan filmin yönetmeni ise yine bir kaçırılma hikayesi filmiyle bizleri hop oturtup hop kaldırtan Paul Greengrass, United 93 filmini hatırlamışsınızdır ayrıca Bourne serisinin de yönetmeni olan Greengrass bu filminde de bizleri fazlasıyla heyecanlandıracağından hiç şüphem yok.

BEFORE MIDNIGHT:
Her ne kadar Türkiye’de vizyona girmiş olsa da 2 hafta gibi kısıtlı sürede çok az sinemada gösterime giren bu filmi fanatikleri dışında kimse izlememiştir diye düşünüyorum, 1995’de Fefore Sunrise ve 2004’te Before Sunset’ten sonra 2013’de Before Midnigh’tla üçleme tamamlanıyor, izlediğim en güzel aşk filmlerinden olan Before serisinin 3.filmide diğer iki film kadar keyifli, Julie Delpy ve Ethan Hawke’ın oynadığı filmi eğer izlemediyseniz diğer iki filmi de izleyerek izleyin derim.

HER:
Sinemayı bıraktıktan sonra geçen sene The Master’la tekrar geri dönen Joaquin Phoenix’in başrolde olduğu filmde ona Amy Adams ve Rooney Mara eşlik ediyor, yalnızlık ve yaratıcılık sıkıntısı çeken bir yazarın hikayesini anlatan filmin yönetmeni de Being John Malkovich gibi efsane bir film yapan Spike Jonze.

LABOR DAY:
Kate Winslet, Josh Brolin ve Tobey Maguire’nin oynadığı filmde işçi bayramı hafta sonunda kaçak bir adamı eve almaları ve sonrasında gelişen olayları anlatıyor.

THE COUNSELOR:
Usta yönetmen Ridley Scott’un son filminin kadrosu adeta yıldızlar geçidi, başta Brad Pitt olmak üzere Michael Fassbender, Javier Bardem, Natalie Dormer, Penelope Cruz ve Cameron Diaz’ın oynadığı filmde uyuşturucu batağına saplanan bir avukatın oradan kurtulmak için yaptıklarını anlatıyor, bu senenin kadrosu sebebiyle merakla beklenen filmlerinden The Counselor 25 ekimde vizyona girecek.

PRISONERS:
Hugh Jackman, Jake Gyllenhaal, Melissa Leo ve Viola Davis’in oynadığı film şükran günü yemeği için toplanan iki ailenin çocuklarının kaçırılması sonucu gelişen olayları konu alıyor.

BLUE JASMINE:
Woody Allen’ın son filmi Blue Jasmin’de Cate Blanchet, Alec Baldwin, Sally Hawkins rol alıyor diğer Allen filmlerine göre daha az yıldızlı bir kadro olan bu filmde New York’lu ve gösterişli bir ev hanımının darboğaza düşmesi sonucu San Francisco’ya taşınması anlatılıyor.

LE PASSE:
A Separation filmiyle 2011 senesine damgasını vuran İran’lı yönetmen Asghar Farhadi’nin bu filmi de çok konuşulacağa benziyor, yine bir ayrılık filmi yapan Farhadi’nin bu filmi Paris’te geçiyor, The Artist filminden tanıdığımız Berenice Bejo’nun başrolünü oynadığı film, en iyi yabancı Oscar’ında İran’a 2.oscarını getirebilecek mi acaba, izleyip göreceğiz.

DIANA:
Skandallarıyla ünlü prenses Diana’nın hazin sonunun anlatıldığı filmde Diana’yı Naomi Watts canlandırıyor, akademi tarihi karakterleri canlandıranlara her zaman sıcak bakmıştır bakalım Naomi Watts bu rolüyle Oscar kazanabilecek mi?

GRACE OF MONACO:
Grace Kelly sinema tarihinin en güzel ve en elegance kadınlarından biridir, öyle ki Monaco prensi ona aşık olup evlenmiş ve onu prenses yapmıştır, prenses olduktan sonra sinemayı bırakan Kelly’nin hayatını anlatan filmde Kelly’yi en az onun kadar güzel Nicole Kidman canlandırıyor.

THE IMMIGRANT:
Başrollerini Oscar’lı oyuncu Marion Cotillard, Jeremy Renner ve Joaquin Phoen’ix in paylaştığı filmde 1920 New York’unda Polonya’dan New York’a geçen ve kadın tüccarlarının eline düşen bir kadının hikayesi anlatılıyor.

THE HUNGER GAMES: CATCHING FIRE
2012’ye damgasını vuran filmlerden biriydi The Hunger Games, o kadar büyük ilgi gördü ki, o kadar gişe yaptı ki, hemen devamının çekilmesi için çalışmalara başlandı ve devamı da bir sene sonra vizyona giriyor, güzeller güzeli Jennifer Lawrence’in patlama filmi olan ilk filmden sonra ikinci filmde de Jennifer Lawrence’i heyecanla bekliyoruz, Lawrence’a filmde Liam Hemsworth, Phlip Seymour Hofmman, Elizabeth Banks, Woody Harrelson ve Stanley Tucci eşlik ediyor.

THIS IS THE END:
2013’ün merakla beklenen komedilerinden This is The End umarım bu seneki  iğrenç komedilerin açığını giderir ve gerçekten kahkahlarla güleceğimiz bir film olur. Kadro olarak son zamanların en komik aktörlerini birleştiren filmde Seth Rogen, Jonah Hill, James Franco, Jay Baruchel, Michael Cera, Emma Watson oynuyor ayrıca bir sürü ünlü de konuk oyuncu olarak castingde yer alıyor. 13 eylül’de vizyona girecek filmi ben de merakla bekliyorum.

DON JON:
Scarlett Johansson ve Joseph Gordon Levitt’in başrollerini paylaştığı filmin yönetmeni de genç oyuncu Levitt, Levitt’in ilk yönetmenlik deneyiminde iki oyuncuya usta oyuncu Julianne Moore eşlik ediyor, 19 eylül’de vizyona girecek bu film senenin This is The End’den sonra en çok merak ettiğim ikinci komedisi.

NYMPHOMANIAC:
Bu film 2013’de en çok beklediğim film, en merak ettiğim film, çünkü bu film Lars Von Trier adlı sayko yönetmenin gerçek seks yapılarak çektiği bir film olarak sinema tarihine geçecek, filmin iki versiyonu çıkacak biri o sahneler kesilmiş olan, sinemalara öyle girecek, diğeri directors uncut. Filmde Trier’in Anthichrist ve Melancholia’da da oynattığı Charlotte Gainsbourg, yine sevdiği oyunculardan William Dafoe, Stellan Skarsgard, Shila Lebouf ve Uma Thurman rol alıyor, bu senenin en sıra dışı filmi 25 aralıkta vizyona girecek.