12 Ocak 2018 Cuma

PARİS




2018’e yurt dışında girme planımız vardı, uzun bir süre düşündük nerede girsek diye sonra şıkları ikiye indirdik Paris ve Berlin olarak, çok düşündük ve sonunda Paris’e gitmeye karar verdik. 30 aralıkta Türk Hava Yolları'nın TK1823 Sefer numaralı 11.10 uçağıyla Paris’e gittik. Uçuş süresi 3 saat 45 dakika ama şu an Paris'le aramızda 2 saat gibi bir fark olduğu için 14.55’de indiğimiz Paris'te 2 saat farkın avantajını kullanarak 12.55’te inmiş olduk. Pasaport sırasında yaklaşık 1 saat bekledikten sonra havaalanından otelimize gitmek için yola koyulduk. Paris'te iki havaalanı var biri Orly diğeri Charles De Gaulle, THY Charles De Gaulle havaalanına iniyor, Charles De Gaulle’den Paris merkezine gitmek için hem tren hem otobüs seçeneği var ama otobüse hiç gerek yok, trenle gitmek çok daha hızlı.

THY Cdg’de 1.terminale iniyor, şehir merkezine giden RER B trenleri 3.terminalden kalkıyor, 1.terminalden 3.terminale Cdgval adlı shuttle’larla gidiyorsunuz, 3.terminalde indikten sonra 10 euro vererek tren bileti alıyorsunuz ve RER B trenine binerek şehir merkezine gidiyorsunuz, yaklaşık 35 dakika süren yolculuktan sonra Paris'e ulaşıyorsunuz. Paris merkezinde inmek için Gare du nord durağında inmeniz gerekiyor fakat biz bizim otelimiz Porte d’italie durağında olduğu için Chatalet durağında inip bir aktarma yaparak otelimizin olduğu durak olan porte d’italie’de indik, otelimize yerleştikten sonra vakit kaybetmeden Opera’ya gitmek için tekrar metroya bindik. Metro’da isterseniz 1 günlük bilet alabilirsiniz ücreti 12 euro, tekli bilet almak isterseniz ücreti 1.90 euro. biz normalde 2 günlük bilet alacaktık ama yılbaşından dolayı 31’i ve 1’inde toplu taşıma ücretsiz olduğundan 30’unu birer bilet alarak geçirdik. 

Otelimize yerleştikten sonra metroyla Opera durağında inerek bence Paris'in merkezi olan Opera ve La Fayette’i gezmeye başladık. yılbaşı arefesi olduğundan sokaklar çok kalabalıktı, La Fayette inanılmaz güzel süslenmişti, gezmek için sadece 2 günümüz vardı ve 2 gün Paris için kesinlikle yeterli bir süre değildi, o yüzden biraz daha hızlı bir şekilde gezmemiz gerekiyordu, Opera ve La Fayette’i gezdikten sonra Concorde meydanına gittik, Concorde meydanı gerçekten inanılmaz bir meydan lüks markaların yanyana ışıltılı camlarında gezerek Paris'in o ihtişamlı güzelliğini hissettik.

Concorde meydanını gezdikten sonra Sacre Coeur bazilikasını görmek için Montmarte tepesine çıktık, Montmarte tepesine gitmek için Anvers metro durağında inip ordan fünikülere biniyorsunuz, füniküler 2 dakikada sizi Montmarte tepesine çıkarıyor, Sacre Coeur bazilikası sizi tüm ihtişamıyla karşılıyor, gerçekten hayranlık uyandıracak kadar güzel Sacre De Coeur, biz gittiğimizde saat 20 olmuştu ve insanlar ibadetlerini yapmak için içine giriyorlardı, giriş ücretsiz olunca kapısında sıra olmuştu doğal olarak. 

Sacre de coeur’u gördükten sonra sırada Moulin Rouge vardı, planımız Moulin Rouge’u gidip görmek ve sonra gelip Montmarte tepesinde bir cafeye oturup şaraplarımızı içerek Montmarte’ın keyfini çıkarmaktı, Sacre Coeur’dan Moulin Rouge yürüyerek 1 km uzaklıktaydı ve yokuş aşağı iniliyordu, yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra Moulin Rouge’a ulaştık, Moulin Rouge dünyanın en meşhur müzikali ve gerçekten burayı görmek için dünyanın dört bir yanından insanlar geliyor, ben 2001 senesinde Nicole Kidman’ın başrolünde oynadığı Moulin Rouge filmini izledikten sonra bir gün buraya gideceğim demişti ve 2017’nin son günlerine kısmet oldu bu inanılmaz güzellikteki yeri görmek, içine girip gösteri izlemek de bir gün nasip olur inşallah şimdilik dışardan görmek bile yetti. 

Moulin Rouge’u da gördükten sonra tekrar Montmarte tepesine çıkmak için yola koyulduk, gelirken yokuş aşağı olduğu için 15 dakikada geldiğimiz yeri bu sefer 24 dakikada çıktık çünkü ciddi bir yokuş vardı, Montmarte tepesi Sacre Coeur bazilikasından bağımsız olarak da çok güzel bir yer, cafeleri ve sokak sanatçılarıyla insanı çok iyi hissettiren bir tepe, üstelik Paris manzarası da ayaklarınızın altında, Eiffel kulesi de gözüküyor tepeden, bir cafeye girip şaraplarımızı içtikten sonra saat artık 22.30 olmuştu ve biz ciddi anlamda yorulmuştuk, bir gün sonra gezecek daha çok yerimiz olduğunu ve yılbaşı günü olduğunu da hesaba katarak hiç kalkmak istemesekte kalktık ve otelimize gitmek için metroya bindik. Otelimiz şehir merkezine biraz uzaktaydı ama çok sevimli güzel bir oteldi ve odamızın sıcacık olması da bu uzaklık dezavantajını bize unutturmuştu çünkü malum aralık ayında Paris biraz soğuktu ama odamıza girince bizi karşılayan o sıcaklık bize herşeyi unutturdu. 31 aralık uzun bir gün olacaktı o yüzden en azından 7 saat uyurarak enerjimizi toplamamız gerekiyordu ki zaten odamıza gelip kendimizi yatağa attığımız an bayıldık yorgunluktan.

31 aralık sabahı saat 8’de uyandık ve ilk işimiz kalabalıklaşmadan Louvre müzesine gidip gezmekti, müze biletini internetten skip the line avantajını kullanarak almıştım, yapacağımız tek şey metroya binip Palais Royal Muuse De Louvre durağında inmekti, otelden yaklaşık 25 dakikalık yolculuktan sonra Louvre metro durağında indik ve vakit kaybetmeden müzeye girdik desem tabi ki yalan olur, müzeye girmeden herkesin yaptığı gibi bizde müzenin o meşhur piramidinde fotoğraf çektik, hazır daha insan kalabalığı da yokken fırsattan yararlanıp çok güzel kareler çektik o meşhur piramitte ve fotoğraflarımızı çektikten sonra artık müzeye girebilirdik, girmeden önce Louvre’a 3 saat ayırmıştım kafamda saat 9 gibi girip 12 gibi çıkarız diye düşünmüştüm ama öyle olmadı açıkçası çıktığımızda saat 1 olmuştu ki gayet hızlı bir şekilde gezdik, yavaş yavaş gezdiğinizde bir tam gününüzü ayırmanız gerekiyor louvre’a. 

Louvre denince akla tabi ki Mona Lisa geliyor, bir sürü çok değerli ressamın paha biçilmez eserleri var ama yine de Mona Lisa’nın yeri çok ayrı ve Mona Lisa’nın olduğu salonda uzun kuyruklar oluşuyor ve tablonun başında 4-5 güvenlik duruyor, sırf Mona Lisa’yı görmek için 30 dakika bekledik üstelik müzeye ilk açılış saatinde girdiğimizi ve müzenin daha kalabalık olmadığını da düşünürsek eğer en kalabalık anında girsek sanırım minimum 1 buçuk saat sıra bekleyecektik, Mona Lisa'yı da gördükten sonra saat 1’de müzeden çıktık ve çok görmek istediğim Louvre müzesini görmenin verdiği mutlulukta Paristeki sonraki hedefimiz olan Eiffel kulesine gitmek için yola koyulduk. 

Paris denince akla tabi ki Eiffel kulesi geliyor, Paris'in en büyük simgesi olan Eiffel kulesi Paris'in olmazsa olmazlarından birisi, Paris'e gidipte Eiffel’e gitmemek tabi ki olmaz o yüzden Louvre’dan çıktıktan sonra yılın son gününde Eiffel’e gitmek için yola koyulduk, Louvre müzesinin bulunduğu metro hattından direk Eiffel’e gidilemiyor bir aktarma yapmak gerekiyor, aktarmamızı yapıp Eiffel kulesinin olduğu Champ de mars tour Eiffel durağında indik ve duraktan çıktıktan sonra dev bir kule bizi karşıladı, hep fotoğraflarda filmlerde gördüğümüz o kule tüm heybetiyle karşımızdaydı ve gerçekten çok görkemliydi.

Eiffel’e çıkmak için en az 1-2 hafta öncesinden internetten biletinizi almanız gerekiyor o da yetmiyor, önünde ciddi anlamda sırada bekliyorsunuz bizim o kadar vaktimiz olmadığından sadece bu güzelliği izlemekle yetinecektik, bir sonraki gelişimizde çıkarız artık en tepesine diyerek Eiffel’in o güzelliğini izlemek için herkesin gittiği Eiffelin tam karşısındaki adını açıkçası bilmediğim saraya benzeyen ve çok büyük bir avlusu olan yere gittik, herkes tabi ki Eiffel'le olan anısını ölümsüzleştirmek için bol bol fotoğraf çekiyordu biz de çoğunluğa uyalım dedik ve bol bol fotoğraf çektik. Eiffel tüm ihtişamıyla karşımızda duruyordu bundan daha güzel ne olabilirdi ki, Eiffel’de yaklaşık 2 saat geçirdik biz ona baktık o bize baktı bol bol fotoğraf çektik ve nutellalı krep yedik, aynı zamanda 5 kişilik bir sokak sanatçısı grubundan harika bir gösteri de izledik ve artık Eiffel’den ayrılma zamanımız gelmişti Paris'te daha gezilecek çok yer vardı ve bundan sonraki durağımız olan Parisin en az Eiffel kadar önemli simgelerinden biri olan Notre Dame kilisesine gitmek için yola koyulduk.

Notre Dame kilisesine gitmek için St Michel metro durağında inmeniz gerekiyor, Eiffel’den Notre Dame’a gitmek için hat değiştirmeniz gerekiyor, yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuktan sonra Notre Dame’ın önünden çıkıyorsunuz, Notre Dame da en az Eiffel kadar önemli hatta bence çok daha önemli bir yapıt ve kesinlikle Paris'e gelindiyse görülmesi gereken bir yapıt, onunda önünde çok uzun bir kuyruk vardı, insanlar girip ibadetlerini yapıyorlardı, biz Notre Dame’ı uzun uzun izlemek için hemen önündeki bir cafeye oturup şarap içtik, şaraplarımızı fonda Notre Dame kilisesinin olduğu bir yerde içmek gerçekten çok keyifliydi.

Paris'te bir cafeye oturursanız gözlemlerinizden şu çıkıyor insanlar ya şarap içiyor ya da şampanya, şampanya kültürü açıkçası bizim ülkede fazla yok ama Fransızlar için şampanya su gibi içilen bir içecek. Notre Dame’ı da gördükten sonra en sona bıraktığımız meşhur Champ Elyees caddesine gitmek için yola koyulduk, görmemiz gereken bir yapı daha kalmıştı ki o da zaten Champ Elyees caddesinin üstündeydi evet doğru bildiniz görülmesi gereken yapıtlardan biri de Arc de Triomphe’du, Champ Elyees caddesi çok uzun bir cadde ve üstünde 4-5 metro durağı var Arc de Triomphe’u görmek için Charles De Gaulle Etoile durağında inmeniz gerekiyor, o durakta inip yukarı çıktığınızda karşınıza devasa bir yapı çıkıyor işte o yapı Arc de Triomphe. 

Arc de triomphe Fransa'nın en önemli simgelerinden birisi ve genelde Fransızlar yılbaşını burada kutluyorlar, inanılmaz kalabalık oluyor yılbaşı gecesi Champ Elyees caddesi ve Arc de Triomphe’un önünde yeni yıla giriliyor.

Biz gittiğimizde saat daha 6’ydı ve daha cadde trafiğe kapatılmamıştı, acaba bu sene yılbaşı burada kutlanmayacak mı diye düşünmedim değil daha sonra Champ Elyees caddesini gezmek için Arc de Triomphe’dan uzaklaştık 2 saat gezdikten sonra tekrar geldiğimizde caddede bir tane bile araç yoktu, araç trafiğine kapatılmıştı, hava açıkçası çok soğumuştu ve hem biraz ısınmak için hem de yılbaşı kutlaması öncesi biraz dinlenmek için Arc de Triomphe’a yakın bir cafede oturup bir şeyler yedik içtik, enerjimizi depoladık ve ısındık, yılbaşı sebebiyle cafe 9’da kapandı ve bizde kafeden çıkıp yılbaşı eğlencesinin yapılacağı yere doğru gittik. Araç trafiğinie kapatılan caddede Arc de Triomphe’un yaklaşık 100 metre uzağında yerimizi aldık, daha yeni yıla 3 saat vardı ama cadde yavaş yavaş doluyordu, saat 10 olduğunda iğne atacak yer kalmamıştı caddede ve bizde kendi alanımızda sıkışıp kalmıştık ve hala insan akını vardı caddeye, saat 10 olduğunda Türkiye yeni yıla girdiğinden hemen yakınlarımızı arayıp yeni yıllarını kutladık ve tabi ki hep yapmak istediğim espriyi yaptım 2018 nasıl? kötüyse girmeyelim biz. 

Saat 10.30’da Champ Elyees caddesinde de eğlence başladı, iki dj eşliğinde harika müziklerle caddede yeni yıla girmek için büyük bir insan seli eğlenmeye başladı, saat 11.30 olduğunda Arc de Triomphe’a yansıtılan animasyonlarla yeni yıl heyecanı giderek arttı ve son 1 dakikadan geri sayım  başladığında artık herkes çığlıklar atıyordu, 10’dan geri sayımı ben de telefonumla çektim, gerçekten harika bir duyguydu yeni yıla Paris'te Champ Elyees’te girmek, çok eğlendik evet aynı oranda da üşüdük ama açıkçası değdi o üşümeye çünkü çok güzeldi yeni yıla girerken havai fişekler de patlatıldı ve eğlence 00.30’a kadar sürdü. 00.30’da eğlence bitti ama insanlar kendi aralarında eğlenmeye devam ettiler, normalde 2 dakika uzaklıktaki metro durağına 25 dakikada ancak yürüdük öyle bir kalabalık vardı, metroya bindik ve otelimize gittik ve sabah 11 uçağıyla İstanbul'a dönmek üzere bavullarımızı toplayıp uyuduk. 

30-31 aralıkta 2 gece 2 gün süren ve yeni yılı kutladığımız Paris tatilimiz gerçekten çok keyifli geçti, yazımın başında da dediğim gibi Paris için 2 gün gerçekten yeterli değil, Parisi doya doya gezmek için minimum 4 güne ihtiyacınız var, her ne kadar 2 günde baya bir yer gezsekte Orsay müzesine, Versay sarayına gidemedik ve daha da önemlisi Disneyland’a gidemedik, bu yerleri gezmek için Paris’e tekrar geleceğiz elbet ama bu geleceğimiz tarih kesinlikle yaz olacak çünkü yazın Paris'in keyfi daha güzel çıkarılır diye düşünüyorum, üşümeden ve daha çok yürüyerek Paris'i keşfetmek daha eğlenceli olacaktır ama yine de 2 günlük kısa ve soğuk Paris gezimizden biz çok keyif aldık. 2019’da tekrar görüşmek üzere AU REVOİR PARİS.

10 Eylül 2017 Pazar

SAMOS



Uzun zamandır gitmek istiyordum Samos’a , giden arkadaşların öve öve bitirememesi sebebiyle çok merak ediyordum, ağustos’un ilk haftasonu için planımızı yaptık ve Samos’a gitmek için feribot biletlerimizi aldık, Kuşadası limanından Samos’un Pythagorio limanına feribotla 1 saat 10 dakikada gidiyorsunuz ama bizim arkadaş pythagorio’ya alması gerekirken diğer liman olan Vathi limanına almış bileti, vathi pythagorio’ya göre daha sakin bir liman, arkadaşın hatasından dolayı vathi limanına indik, orası 20 dakika daha uzun sürüyor, 1 saat 30 dakika süren yolculuktan sonra Vathi limanına indik, hemen arabamızı kiralamak için limanın karşısındaki manos rent a car’a gittik, eğer daha önceden rezervasyon yaptırmazsanız araba bulma şansınız çok az çünkü herkes rezervasyon yaptırarak gidiyor ve dolayısıyla araba kalmıyor, manos’ta bize rahat edersiniz diye peugeot’un cabriosunu verdiler ama rahat etmek bir yana çok rahatsız bir arabaydı, her bindiğimizde arabayı veren ablanın kulaklarını çınlattık diyebilirim. Arabamızı aldıktan sonra otele uğramadan kendimizi direk denize atalım dedik ve Samos’a gitmeden önce araştırdığımız ve listelediğimiz plajların ilki olan Lemonakia plajından başladık.
Lemonakia plajı küçük bir koya konumlanmış çok güzel bir plaj ve tek bir tesis var, hem yemek hem de içki servisi yapan, açıkçası internette çok gereksiz övgüler alan Lemonakia plajını beğenmedik, tesisde de bir güzel kazıklandık, 4 bira ve küçük patates tabağına 28 Euro bayıldık. Lemonakia’da 1 saat yüzdükten sonra onun hemen yanındaki Tsamadou plajına geçtik.
Tsamadou Lemonakia’ya göre daha büyük ve birden fazla tesisin olduğu bir plaj ve içinde nudistlerin de olduğu bir bölüm var, Tsamadou plajının Lemonakia’dan tek artısı biraz daha büyük olması ve birden fazla tesis olduğu için kazıklanmamamız. Nudistlerin olduğu taraf havlunu serip denize girdiğin ve herkesın kendi halinde olduğu bir yer ve plajın en sağında kalıyor, biz plajın en solundaki beach club’a oturduk, güzel müzikler eşliğinde biralarımızı içerek güneşin ve denizin tadını çıkardık, Lemonakia ve Tsamadou plajlarının denizi çok temiz ama iki plaj da kum değil, taş ve çakıllardan oluşan plajda kesinlikle deniz ayakkabısına ihtiyaç var, eğer gidecekseniz deniz ayakkabısı almadan gitmeyin derim. Tsamadou’da 2 saat yüzdükten sonra adanın batısında kalan Potami Beach’e gitmek için arabamıza bindik ve tabi ki arabayı bize rahat edersiniz diye kiralayan ablanın kulaklarını çınlatarak yolumuza koyulduk, Potami biraz daha uzakta kaldığından yaklaşık 25 dakikalık bir yolculuktan sonra Potami’ye ulaştık, Potami biz gittiğimizde çok dalgalıydı o yüzden orada denize girmek istemedik, deniz güzel, uzun bir kumsalı var ve plajda beach volley etkinliği vardı ama çok dalgalıydı, biraz oturup beach volley oynayanları izledikten sonra ilk günümüzde planladığımız son plaj olan Psili Ammos plajına gitmek için yola koyulduk. 


Samos’ta iki tane Psili Ammos var, biri batı kıyısında, diğeri doğuda, biz ilk gün batıdaki Psili Ammos’a gittik, Potami’den Psili Ammos yolu biraz uzun, rahat arabamızla yaklaşık 40 dakikalık yoldan sonra Psili Ammos’a vardık, ilk gün gittiğimiz plajlar arasında en güzelini sona bırakmışız onu anladık, Psili Ammos diğer plajların aksine tamamen kumdan oluşan bir plajdı ve denizi de gerçekten çok güzeldi, biraz geç gittiğimiz için pek insan yoktu ama bu bizim işimize geldi, kendi kendimize ok eğlendik Psili Ammos’ta, yaklaşık 1 saat 30 dakika vakit geçirdikten sonra hava kararmadan otelimize yerleşmek için Psili Ammos’tan çıkıp Pythagorio’daki otelimize gittik, adanın en batısından doğusuna gideceğimiz için yolumuz uzundu ve yollar virajlıydı, yaklaşık 1 saat 20 dakika süren yolculuktan sonra Samos’un merkezi olan Pythagorio’ya ulaştık fakat inanılmaz bir kalabalık vardı ve her yerde polis, meğerse 5 Ağustos Samos’un kurtuluş günüymüş ve biz de Samos’a gele gele o gün gelmişiz, otele yerleşmek için arabamızı park edecek yer bulamadık o kalabalıkta ve otelden 2 km uzaklıkta bir yere bırakmak zorunda kaldık arabayı, arabayı bıraktıktan sonra bavullarla otelimizi bulduk, otelin sahibi çok konuşan ama çok iyi bir adamdı, bizi odalarımıza yerleştirdi, odamıza yerleşip 15 dakika dinlendikten sonra limana gidip yemek yemek için otelden çıktık, limana gittiğimizde inanılmaz bir kalabalıkla karşılaştık, limanda Samos’un türklerden kurtuluşu kutlamaları vardı, herkes elinde telefon kutlamaları çekiyordu, limandaki restoranların çalışanları bile servisi bırakmış ellerinde telefonları kurtuluş kutlamalarını çekiyordu, gerçekten çok kalabalıktı, kutlamaları izlerken ben yaşa mustafa kemal paşa yaşa diye bağırırken eşim ve arkadaşlar sus şimdi dayak yiyeceğiz senin yüzünden diye beni susturmaya çalıştılar, açıkçası temsili kutlamalarda türklerden adayı cesurca savaşarak aldık dedi kutlamaları seslendiren kişi ama maalesef samos’un da dahil olduğu 12 adayı İsmet İnönü’nün Yunanistan’a hediye ettiğini biliyoruz. O kalabalıkta müsait bir taverna bulup yemek yemek için biraz gezindik ve sonunda boş masa sandalye bulduğumuz bir tavernaya kendimizi attık, deniz mahsullerinden oluşan bir tabak, tsatziki ve greek salad ve tabi ki ozuo’dan oluşan akşam yemeğimizi yedikten sonra günün yorgunluğunu atmak ve sabah dinç olarak kalkıp planımızın geri kalanını tamamlamak için otelimize geçtik. 

Adadaki 2. Ve son günümüz olan Pazar günü sabah 9’da kalkıp, check-out’umuzu yapıp adanın en övülen plajlarından Livadaki’ye gitmek için yola çıktık. Pythagorio’dan yaklaşık 20 dakika süren yolculuktan sonra Livakadi’ye geldik, Livadaki plajına inmek için çok bozuk bir yola giriyorsunuz, yol o kadar kötü ki acaba geri mi dönsek diye düşünmedik değil ama azmettik ve plaja kadar devam ettik, ne de olsa araba bizim değildi, rent a car düşünsün dedik ve bozuk yolda devam ettik, plaja geldiğimizde henüz boştu bizden başka 6-7 kişi daha vardı, arabamızı park ettik ve kendimizi plaja attık, bir de ne görelim, inanılmaz güzerl bir deniz, harika bir kum, ilk gün gittiğimiz 4 plaj bir yana Livadaki bir yana diyebilirim, gerçekten cennetten bir kare gibiydi livadaki plajı, biz gittiğimizde tenha olan plaj saat 12 olduğunda inanılmaz kalabalıklaştı ve gelenler şezlong bulamamaya başladı, biz arabayı park ettiğimizde otoparkta 3 araç daha vardı ama saat 12’de otopark dolmuş insanlar yola park ediyorlardı, saat 9.30’dan 2’ye kadar livadakide vakit geçirdik ve açıkçası oradan ayrılmak istemedik ama arkadaşlar diğer psili ammos’u görmek istedikleri için isteme istemeye cennetten bir köşe olan livadaki’den ayrılmak zorunda kaldık. Livadaki’den çıktıktan sonra 2. Psili Ammos’a gitmek için yola koyulduk, Psili Ammos bölgesindeki Mikali Beach’e gittik.

Mikali Beach’de güzel bir plajdı, kumdan oluşuyordu ve deniz ayakkabısına gerek kalmadan denize rahatça girebiliyorsunuz orda, Mikali Beach’i diğer plajlardan ayıran özelliği ise Müziğin sesinin daha yüksek olması ve diğer plajlarda asla karşılaşmadığımız şezlongun 5 euro olmasıydı, iki şezlonga 10 euro verdik ve biz gittiğimizde happy hour başlamak üzereydi, dj kabine geçti ve bu yazın popüler şarkılarını çalmaya başladı, bizde bistromuzda biralarımızı yudumlayıp müziklere eşlik ettik, Mikali Beach gittiğimiz diğer beachlere göre çok daha kalabalık bir plajdı ve samos gençlerinin tercih ettiği tabir-i caize piyasa bir mekandı. Mikali Beach’de 2 saat takıldıktan sonra artık yavaştan feribotumuzun kalkacağı Pythagorio limanına gitmek için yola koyulduk, yarım saat süren yolculuktan sonra feribotumuzun kalkacağı limana geldiki feribotumuz saat 7’deydi, biraz Pythagori’da gezdikten sonra saat 18.30’da feribotumuza geçtik ve 1 gece 2 günlük Samos gezimizi sonlandırmak üzere kuşadasına doğru yola çıktık.


Bu güne kadar gittiğim Yunan adaları içinde Samos sadece Sakız’dan daha güzeldi, Kos-Rodos-Mykonos-Santorini ve Girit’ten kötüydü, bir daha gider miyim derseniz, dünyada gidilecek çok yer varken samos’a bir kere daha gitmek saçmalık olur derim ama bir daha gitsem sırf Livadaki plajı için giderdim. Samos kendi çapında ufak ve tatlı bir ada, Çeşme-Bodrum’da kazıklanacağınıza Samos’a gidip çok daha uyguna tatil yapabilirsiniz. Yunan adaları genel olarak Çeşme ve Bodrum’a göre çok ucuzlar ve çok daha kaliteliler, o yüzden Kuşadasından 1 saat süren Samos’a gidin derim.

8 Eylül 2017 Cuma

TALLİNN




Riga’dan Tallinn’e arabayla yaklaşık 4 saat 20 dakikalık bir yolumuz vardı ve yol üstünde Parnu'ya da uğrayacağımız için yola erken çıkmamız gerekiyordu, sabah 9’da Riga'dan hareket ettik ve 3 saatlik bir yoldan sonra Parnu'ya vardık, Parnu Estonya'nın yazlık şehriydi, nasıl İstanbul'lular yazın İzmir'e akın ediyolarsa Tallinn’lilerde Parnu'ya akın ediyorlarmış. Biz de her ne kadar baltıklarda sezon bitsede Parnu'yu görmeden Tallinn'e geçmeyelim dedik ve baltıkların yazlık mekanı, Estonların denize girdiği yer olan Parnu'ya gittik. Parnu'ya gittiğimizde Parnu'da maraton vardı ve zaten 40 bin nüfusu olan küçücük bir yer olan Parnu'da hemen hemen herkes maratondaydı, arabayı park edip, Parnu sahiline yürüdük ve gerçekten harika bir manzarayla karşılaştık, baltık denizi karşımızdaydı plajı bembeyaz kumla kaplıydı, tabi ki denize kimse girmiyordu çünkü artık 3 eylül olmuştu, 15 gün önce gelseydik eminim ki plajda bir sürü güneşlenen ve denize giren olacaktı ama maalesef sezon kapandıktan sonra gidebilmiştik Parnu'ya, denizde bir 15 metre geri çekilmişti, kumsalda biraz yürüdük ve o harika atmosferde bol bol fotoğraf çektirdikten sonra Parnu'dan ayrılıp Tallinn’e doğru yol aldık.



Parnu Estonya'nın en güneyinde Tallinn’de en kuzeyindeydi ve en güneyden en kuzeye 1 saat 40 dakikada vardık, Estonya o kadar küçük bir ülke işte, Tallinn’e vardıktan sonra hemen otelimize yerleştik, otelimiz de old town’un içinde olduğundan otelden çıkar çıkmaz old town’a girmiş olduk ve otelden aldığımız haritayla beraber Tallinn’i gezmeye başladık. merkez meydandan gezimize başladık, Fat Margeret kulesi, St Olavs church, Toompea kalesi, Alexander Nevsky katedrali, Maiden kalesi, Kiek in de kök, Özgürlük meydanı ve Virgin Mary katedralini gezdikten sonra biraz dinlenmek için merkez meydanda bir cafeye oturduk ve Tallinn’in yerel birasından içtik, dinlendikten sonra bu sefer new Tallinn’i gezmek için old Tallinn’den çıktık ve şehrin graffitilerle kaplı caddesi olan Telliskivi Loomelinnak’a gittik.

Tallinn’in bu bölgesinde hemen hemen her duvarda bir graffiti görmeniz mümkün ve bu graffitiler şehre renk katmışlar, adeta turistik bir yer olmuş o bölge ve turistlerde o graffitileri görmek için Telliskivi Loomelinnak’ı ziyaret ediyor ama gerçekten de Tallinn’e giden herkesin bu bölgeye gidip o sanat eseri graffitileri görmesi gerekiyor diye düşünüyorum, ordaki yüzlerce graffitiyi de gördükten sonra tekrar old town’a gittik ve hediyelik eşyalarımızı alıp karnımızı doyurmak için hesburger’e gittik. Hesburger tm Baltıklarda bulunan bir fast food zinciri ve bizim baltıklar gezimizde sıkça girdiğimiz bir yer, 3 euro 60 cent’e gayet doyurucu bir menü alabildiğiniz harika bir fast food zinciri, eğer hesburger olmasaydı baltıklar gezimizde aç kalabilirdik, Litvanya'da da Letonya'da da Estonya'da da hesburger imdadımıza yetişti, hatta bir ara hesburgeri Türkiye'ye mi getirsek acaba diye düşünmedik de değil. hesbusgerde karnımızı doyurduktan sonra sabah erkenden kalkıp arabamızı bırakıp feribotla Helsinkiye geçip ordan da uçakla İstanbul'a döneceğimizden otelimize dönüp bavullarımızı toparlayıp uyuduk ve sabah 6.40’da çıkıp arabamızı kiraladığımız şirkete bırakıp ordan Helsinki feribotumuzun kalktığı limana gittik. 

6 gece 7 gün süren Finlandiya-Litvanya-Letonya ve Estonya gezimiz gerçekten çok keyifliydi evet günde ortalama 20 km yürüyerek yorulduk açıkçası ama bir şehri gezmenin en iyi yolu yürümek değil midir? Finlandiyayı iskandinav ülkesi olarak sayarsak Finlandiya ve Baltık ülkeleri gezimizin tek negatif yanı donmamız oldu, bu mevsimde İzmir'de 32 derecede terlerken biz orda 15 derecede resmen donduk, daha önce ağustosta üşüdüğüm olmamıştı, bu da bir deneyim oldu, soğuk dışında başka hiç bir kötü şey yaşamadık.

Bu 4 ülkeyi karşılaştıracak olursam eğer en pahalı ülke tabi ki de Finlandiya'ydı, onu sırasıyla Letonya ve Estonya takip etti, en ucuz ülke Litvanya'ydı, en sevdiğim ülke de Litvanya oldu açıkçası bunun ucuz bir ülke olmasıyla alakası gerçekten yok, Litvanya'dan sonra sırasıyla Estonya-Finlandiya oldu, en sevmediğim ülke de Letonya oldu çünkü sovyetler etkisinden hala kurtulamamış bir ülkeydi letonya ve letondan çok rus vardı ülkede. 

Sovyetler birliği dağıldıktan sonra bağımsızlığını kazanan Litvanya-Letonya-Estonya'dan Estonlar ve Litvanlar tamamen Sscb etkisinden kurtulmuş fakat Letonya'da hala ciddi anlamda Sscb etkisi görülmekteydi, zaten en çok Rus'un yaşadığı baltık ülkesinin de Letonya olması bunu kanıtlayan bir istatistik. Hiç aklımızda yokken bir anda hadi baltıklar yapalım diyerek gittiğimiz bu destinasyon sonunda iyi ki gitmişiz dediğimiz güzellikte oldu, herkese baltık ülkelerini görmeyi öneririm ama gidecekseniz kesinlikle 15 ağustostan sonra gitmeyin, gezerken üşümenin alemi yok, sıcak sıcak gezmek için temmuz en ideal ay bence.

RİGA

Kaunas’tan sabah 10 gibi yola çıktık ve yolumuzun üstündeki Hill of Crosses’a uğrayıp yola devam ederek Riga'ya geçtik. Hill of Crosses Kaunas Riga ortasında bulunan Siauliai’deydi, Siauliai Litvanya'nın Vilnius ve Kaunas'tan sonra 3.büyük şehriydi, Hill of Crosses içinde 2000’den fazla hacın bulunduğu ve hristiyanlar için önemli bir yerdi, oraya gitmeden Litvanyayı terk etmek olmazdı, Siauliai Kaunas’tan 2 saat süren uzaklıktaydı, Riga’da Siauliai’den 2 saatti yani gideceğimiz yer Kaunas'la Riga'nın tam ortasındaydı, Siaulia’ye uğrayıp Hill of Crosses’ı gördük, Litvanyaya gidecek olan arkadaşlara tavsiye bu muhteşem yeri kesinlikle ziyaret edin, Hill of Crosses’da yarım saat durduktan sonra Riga'ya gitmek için yola koyulduk, saat 3 gibi Riga'ya vardık ve hemen bavullarımızı otele bırakıp Riga'yı keşfetmek için dışarı çıktık. 



Riga’da gezeceğimiz yerlerin hepsi old town’daydı ve old town’a girip yaklaşık 3 saatte her yeri gezdik, Riga kalesi, İsveç kapısı, The Cat house, House of Blackheads, St Peters church ve Riga'nın bence görülmeye değer en önemli yeri olan Özgürlük anıtı, buraları gezdikten sonra old town’da kurulan kermeslerin önünde siyah ekmek içinde burger yedik, bu zamana kadar yediğim en iyi burgerlerden biriydi diyebilirim, inanılmaz lezzetliydi, black burger diyorlardı adına, keşke Türkiye'de de olsa dedim açıkçası çünkü gerçekten tadı mükemmeldi, old townu bitirip karnımızı doyurduktan sonra biraz da new townu gezelim dedik ve bizim boğaziçi köprüsünün bir benzeri olan riga köprüsü manzaralı baltık denizinin hemen yanındaki banklara oturup denizi izledik ve o güzel manzarada fotoğraf çekildik.

Riga'yı da gezip bitirdikten sonra bir şeyler yiyip içmek için Amerikan tarzında yapılmış bir mekan olan Moonshine’a gittik, Moonshine gerçekten çok güzel bir mekan, tamamen Amerikan tarzında ve içi çok güzel, orda oturup hem dinlendik hem de canlı müzik dinledik ve sonra gece cluba gitmek üzere otelimize gidip üstümüzü değiştirdik, önce Riga’nın en iyi gece clublarından Coyote fly’a gittik fakat bizden 410 euro talep ettiler giriş için, tabi ki o parayı duyunca girmedik mekana, ben İbiza- St Tropez-Mykonos’da bulunuş biri olarak hayatımda bir mekana girmek için 410 euro istediklerine şahit olmaımıştım sağolsun Letonya'da bunu da yaşattılar, coyote fly’dan şehrin diğer iyi clublarından biri olan club 69’a gittik, orda da girişe 80 euro istediler, evet 410 euroya göre daha uygun bir fiyattı ama açıkçası içerisine girip zaten içerek para harcayacğımız bir mekana giriş ücreti vermek bana pek mantıklı gelmediğinden oraya da girmek istemedim ve taksi çağırıp tekrar old town’a gittik.

Riga’da mekanlara girmek için ciddi bir parayı gözden çıkarmak gerektiğini de tecrübe ettikten sonra old town’a geldik, orası da gayet hareketliydi, bir mekanda gençlerin deli gibi oynadığını görünce gittik, bu seferde girişteki kimlik istedi, kimliklerimizi gösterdik ama o bu clubın bu gece sadece tıp öğrencilere ayrıldığını ve sadece tıp öğrencilerinin kimlik göstererek girdiğini söyledi, gittiğimiz 3.mekandan da açıkçası elimiz boş dönünde anladık ki bize rigada club nasip değilmiş, moralimiz bozularak otelimize geri döndük çünkü sabah erkenden Estonya’ya gitmek için yola çıkacaktık. 

LİTVANYA(Vilnius-Kaunas)

Finlandiya'da geçirdiğimiz iki geceden sonra yolculuğumuza Baltık ülkeleriyle devam ettik, Helsinki'den Tallinn’e Linda Lines'la 2 saatlik bir feribot yolculuğu sonra vardık ve Tallinn’den kiraladığımız arabayla baltık ülkelerinin en güneyinde olan Litvanya’ya gitmek için yola koyulduk.

Tallinn’den saat 12.30’da çıkıp 8 saat süren bir araba yolculuğundan sonra Litvanya’nın başkenti Vilnius’a vardık, yolculuğumuzun %70’inde yollar tek yöndü ve inanılmaz Tır trafiği vardı ama yolun manzarası o kadar güzeldi ki yolculuk nasıl geçti anlamadık, Tallinn’den Vilnius’a kadar 8 saatlik yolda sağımız solumuz yemyeşil ağaçlarla kaplı bir yolda arabamızı sürdük ve 8 saat bizi yormadı açıkçası. Vinius’a varır varmaz otelimize yerleştik ve şehri keşfetmek için hemen dışarı çıktık. Otelimiz old town’a 100 metre uzaklıkta bir yerdeydi, o yüzden otelden çıkar çıkmaz old town’un içine daldık ve dalar dalmaz şok olduk, her yerde etekleriyle sallanan İskoçlar vardı, bir ara acaba biz yanlışlıkla Litvanya yerine İskoçya'ya mı geldik acaba diye düşünmedim değil çünkü her barda, her cafede, her restoranda İskoç vardı, bu kadar çok İskoçun burda işi ne diye düşünürken milli maç haftasında olduğumuzu hatırladım ve hemen internete girip düşündüğümü doğruladım, cumartesi günü Vilniusta Litvanya-İskoçya maçı vardı bu yüzden İskoçlar cuma gününden Vilniusa akın etmişti, old town’u geçip Vilnius’un en kalabalık caddesi olan Vilniaus gatveye geçtik ve bir de ne görelim Amerika'nın meşhur fast food restoranı Hooters ordaydı, bu zamana kadar gittiğim hiç bir yerde görmediğim Hooters’ı ilk defa Vilnius’ta görmek beni açıkçası şaşırtmıştı, o şaşkınlıkla hemen Hooters’a oturduk, zaten kurt gibi açtık ve karnımızı Hooters’da doyuracak olmanın verdiği keyifle dört bir tarafımızı saran sarhoş İskoçları izledik. Hooters’da karnımız doyurup İskoçlarla sohbet ettikten sonra Litvanya gecelerine akmak için hazırdık artık, Hooters’dan çıkıp caddede yürümeye başladık, Vilnius'un en işlek caddesi olan Vilniaus gatvede bir sürü pub ve bar var, hangisine gireceğimizi şaşırdık açıkçası ve caddenin sonuna kadar yürüyerek hepsine baktık ve sonunda Bardakas’a girmeye karar verdik.

Bardakas Türkiye de dahil bu zamana kadar gittiğim ülkelerde girdiğim mekanlarda açık ara en iyilerinden biriydi, hem içindeki insanlar çok kaliteliydi hem de o kalitenin tersine fiyatlar çok uygundu, İstanbul'da öyle bir mekanda 1.5 litrelik mojitoya ne alırlar bilmiyorum ama orda biz 15 euro verdik, evet 15 euro, o fiyatları görünce gerçekten şok olmuştuk, Bardakas’ta kendimizi müziğin ritmine kaptırdık ve gerçekten çok eğlendik, müziklerde güzel, içerdeki ambiyans güzel, insanlar güzel, kısacası bardakas gerçekten çok güzel bir mekandı, Vilnius’a gidecek herkese kesinlikle öneririm bardakas’ı. 

Arkadaşlar hadi çıkalım başka bir mekana daha gidelim dedikçe durun burası güzel diyerek 1 saat daha fazla kaldık ama sonunda beni zorla da olsa çıkarmayı başardılar bardakas’tan, bardakas’tan çıkıp old town’a yürüdük ve kalabalık bir mekan gördük, sorduğumuzda erasmus partisi olduğunu söylediler, Litvanya’da okullar 1 eylülde açılıyormuş, 1 eylül hangi güne gelirse gelsin, bu sene 1 eylül cuma günüydü okullar açılmadan bir gün öncede erasmus partide öğrenciler kaynaşıyordu, daha önce hiç erasmus partisine girmediğim için girelim dedik ve 4 kişi 10 euro vererek partiye girdik, içerisi inanılmaz kalabalıktı ve herkes çılgınlar gibi eğleniyordu, orda 1 saat kaldıktan sonra sabah Vilnius'u gezeceğimiz için partiden çıkıp otelimize gittik ve uyuyarak enerjimizi topladık.



1 eylül cuma günü sabahı erkenden uyanıp Vilnius'u gezip ordan da 2 gibi çıkıp Kaunas’a geçecektik o yüzden sabah 9’da otelden çıkıp Vilnius'u gezmeye başladık, otelimiz old town’a 100 metre olduğu için şanlıydık, otelden çıktık ve direk old town’a girdik, old town’u new town’a bağlayan sokağın adı Pilies sokağı, Vilnius'un en meşhur sokaklarından biri, Pilies’de gezinerek aşağı indik ve katedral meydanına gittik, katedral meydanında tahmin edeceğiniz gibi Vilnius katedrali var ve o meydan Vilniusun kalbinin attığı meydan, orada oturup geleni geçeni izlemek bile insana iyi geliyor, katedral meydanından gece gittiğimiz vilniaus gatveye gittik, 1 eylül’de okullar açıldığından her yer öğrenci kaynıyordu ve hepsinin elinde de çiçek vardı, sanırım öğretmenlerine götürüyorlardı, kraliyet sarayını da gezdikten sonra St Anne kilisesine gittik, gotik bir mimariye sahip olan St Anne kilisesi mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri, St Anne kilisesini de gezdikten sonra Uzupis bölgesine gittik, Uzupis Vilnius içinde ufak bir yer ve kendi anayasaları hatta marşları bile var, burasıda mutlaka görülmesi gereken bir yer.

Uzupis'in orda Vilnius nehi var, nehrin yanında bir cafeye oturup bir şeyler içtik ve ardından Vilniusta görmemiz gereken son yer olan Gediminas kulesini görmek için yola koyulduk, Gediminas kulesinden tüm Vilnius'u kuş bakışı görebilirsiniz o yüzden kesinliklie görülmesi gereken bir yer Gediminas kulesi, biz gittiğimizde fünikiler bakımdaydı o yüzden yaklaşık 15 dakika süren bir tırmanıştan sonra kuleye vardık ama değdi açıkçası çünkü dediğim gibi tüm Vilnius ayaklarınızın altında kalıyor, orada 45 dakika kalıp Vilniusu izledikten sonra saat 1’e gelmişti ve bizim Vilnius2tan Kaunas'a gitmemiz gerektiğinden yavaştan arabaya binip yola koyulma zamanı gelmişti, Gediminas'tan inip otelimizin otoparkında bulunan arabamıza gitmek için old town’dan geçtik, İskoçlar yine her yerdelerdi, akşam maç öncesi içmeye başlamışlardı, gaydalarını çalarak marşlar söylüyorlardı, bir İskoç'tan canlı olarak gayda dinlemek de nasip oldu üstelik vilniusta, old town’u tekrar gezerek ve almamız gereken hediyelik eşyaları alarak arabamıza bindik ve Kaunas yoluna koyulduk. 



Vilnius’tan Kaunas normalde 1 saat 30 dakika ama Vilnius-Kaunas yolu üstünde mutlaka uğramanız gereken harika bir yer var TRAKAİ, Litvanya'ya gelip burayı es geçmek gerçekten saçmalık olurdu, Trakai es geçilemeyecek kadar muhteşem bir yer, Vilnius'tan yaklaşık 25 dakika uzaklıkta ve tabi ki Trakai’yi es geçmedik ve arabamızın rotasını Trakai’ye çevirdik, vardığımızda gerçekten büyülendik, Trakai castle nehrin üzerine kurulmuş ve muhteşem manzarasıyla tüm heybetiyle karşımızdaydı, fotoğraf çekmeyi bilmeseniz bile o manzara karşısında çekeceğiniz fotoğraf sanat eseri gibi gözükecek bir manzaradan bahsediyorum, tabi ki oranın tadını çıkardık, kaleyi gezdik, oturduk, hemen karşısındaki cafede oturup kaleye karşı kahvemizi içtik ve bol bol fotoğraf çektik, Trakai’yi de gezdikten sonra artık Kaunas’a gitmek için yola koyulmamız gerekiyordu, yaklaşık 2 saatlik yolculuktan sonra Kaunas’a varacaktık ama maalesef yol çalışması olduğundan yolculuğumuz 3 saat sürdü, vardığımızda hava kararmıştı, hemen otelimizi bulduk ve yerleştik ve ardından oteldeki resepsiyonist ablanın tavsiye ettiği, kaunas’ın en kalabalık caddesine gittik. 

Rotuses caddesi aynı zamanda kent meydanınında içinde olduğu cadde, Kaunas Litvanya'nın üniversite şehri, en çok üniversite Kaunas’ta var ve dolayısıyla öğrenci şehri diyebiliriz Kaunas’a, rotuses caddesinde biraz dolaşıp bir pub’a girdik, rePUBlic adlı pub gerçekten çok keyifli bir pubtı, bu arada bu pubın 3 şubesi var bizim girdiğimiz 2.şubesiydi, inanılmaz kalabalıktı ama şansımız yaver gitti ve kendimize boş bir yer bulduk, orda oturup karnımızı doyurduk ve Litvanya'nın yerel biralarından denedik, eğer Litvanya'da bir mekana giriyorsanız ve orda müzik çalıyorsa kesinlikle oynayan birileri vardır, bunu Vilnius'ta da görmüştük, Kaunas'ta da gördük, pubda çalan müzikte yerinde duramayan Litvanlar sanki orası pub değilde clubmış gibi oynamaya başladılar, bizde biralarımızı içip izledik, 2 saat orda yiyip içtikten sonra resepsiyonist ablamızın bize tavsiye ettiği ve kesinlikle gece buraya gitmelisiniz dediği cluba gitmek için pubdan ayrıldık, resepsiyonist ablanın önerdiği mekanın adı Taboo’ydu.

Taboo bulunduğumuz yerden 5 dakikalık yürüme mesafesindeydi, Taboo hem lounge hem club olarak hizmet veren harika bir mekandı, maalesef Türkiye'de böyle mekanlar çok yok, lounge da çok güzel ama biz club’da eğlenmek istediğimiz için club’ına girdik, giriş 5 euro(o mekan için gayet uygun, 20 euro deseler verilir) Taboo’yu övmek için kelimeler gerçekten kifayetsiz kalır, hayatımda gittiğim en iyi club desem abartmış olmam, hem müzikler harikaydı, hem ortam süperdi hem de içkiler inanılmaz ucuzdu, bir clubda olması gerekenden fazlasıydı taboo, gece 12’den 3’e kadar eğlendik, daha da kalmak isterdik ama sabah erkenden Letonya'ya gideceğimiz için istemeye istemeye çıkmak zorunda kaldık Taboo’dan. Taboo’yu size şöyle anlatabilirim eğer Türkiye'den Litvanya'ya direk uçular Vilnius değilde Kaunas’a olsaydı, cuma’dan Kaunas’a gidip cuma, cumartesi gecesi Taboo’da eğlenip pazar geri dönerdim, işte o kadar iyi bir mekan Taboo.



Sabah erkenden kalkıp Kaunas’ın görülmesi gereken tek yeri olan Kaunas kalesini görüp ordan ver elini Riga yapacaktık, sabah 9’da kalktık gidip Kaunas kalesini gördük ve Riga için yola koyulduk, Kaunas’tan yaklaşık 4 saat süren yolculuğumuz sonra Riga'ya vardık.

HELSİNKİ



Bu yaz iznimizde avrupada nereye gitsek diye çok düşündük, çok farklı destinasyonlar araştırdık ve Budapeşte-Prag-Viyana mı olsun yoksa İtalya kıyıları mı derken havalarında çok sıcak olmasından dolayı biraz serinlemek maksadıyla bir anda Finlandiya-Estonya-Letonya-Litvanya destinasyonunda karar kıldık. 

29 Ağustos’ta Türk Hava Yolları’nın TK1763 seferiyle Helsinki’ye hareket ettik, İstanbul’dan Helsinki 3 saat 20 dakika sürüyor, aramızda saat farkı yok ama sıcaklık farkı çok, 29 ağustosta İzmir’de hava 32 dereceyken Helsinki’de 18 dereceye indik, 14.55’te kalkan uçağımız 18.20’de Helsinki’ye indi, uçaktan indikten sonra şehir merkezindeki otelimize gitmek için havaalanından kalkan trene bindik, tren 26 dakika süren yolculuktan sonra bizi Helsinki central station’da indirdi, otelimize geçip bavulumuzu bıraktıktan sonra hemen merkeze geri döndük ve şehri keşfetmeye başladık. Uçaktan inip otele bavulları verip merkeze gidene kadar saat 20.30 olmuştu ve hava hafiften kararmaya başlamıştı, Finlandiya’nın başkenti olan Helsinki toplam 650 bin nüfusa sahip ufak bir başkent olduğu için 2 günde çok rahat gezilecek bir yerdi, sabah erkenden gezmeye başlayacaktık ama geceden sabah gezeceğimiz yerleri görmek istedik ve gideceğimiz yerlere yürüyerek gittik, hava geceleri biraz daha soğuk olduğundan ve yol yorgunluğundan dolayı kabataslak şehri gezip otelimize dönmek istedik, akşam 21’de tüm avm’ler kapanıyor, açık yer bulmak gerçekten çok zorlaşıyor Helsinki’de, nerdeyse hayat akşam 9’da bitiyor desek abartmış olmayız. sabah erkenden kalkıp Helsinki'yi keşfetmek için otelimize döndük.

30 Ağustos sabahı 8’de otelimizden çıktık ve Helsinki'yi dolaşmak için yola koyulduk, ilk hedefimiz Senato Meydanıydı, şehrin tam göbeğinde olan senato meydanına otelimizden yaklaşık 20 dakika yürüyerek ulaştık, gerçekten çok görkemli bir yapı senato binası ve turistlerinde akın yeri, senato meydanında oturduk, fotoğraf çekildik ve oranın tadını çıkardıktan sonra market meydanına doğru yol aldık, market meydanı deniz kenarında harika bir meydan ve burda ufak büfelerde kermesler yapılıyor, Helsinkililer hediyelik eşyalar, taze meyveler, balıklar ve daha bir çok şey satıyorlar burada, market meydanında balık ve kalamar yemek için mola verdik, balık bizim hamsi gibi ufak bir balıktı, kalamarda açıkçası bizim kalamarımız gibi lezzetli değildi ve üstelik pahallıydı, balıklarımızı yedikten sonra Market meydanından Uspenski katedraline doğru yürüdük, Uspenski, Helsinki'nin en güzel yapılarından biri saat 3’e kadar açık, bizde 3 olmadan gidip görelim dedik, Market meydanından yürüyerek 10 dakikada ulaşılıyor Uspenski'ye, Helsinki için gerçekten çok güzel bir yapı ama Moskova ve Petertsburg'ta o kadar fazla katedral varki Uspenski beni çok etkilemedi, Uspenskiyi de gördükten sonra arkadaşlarımızı almak için central station’a gittik, sabah 7.55 uçağıyla Helsinki'ye gelen arkadaşlarımızı karşıladıktan sonra Suomenlinna adasına gitmek için Market meydanına geri döndük, Market meydanından her 20 dakikada bir Suomenlinna adasına ufak gemiler kalkıyor.

Suomenlinna adasına 15 dakikalık bir deniz yolculuğundan sonra vardık, ada gerçekten harika ve Helsinki'ye gelen herkesin mutlaka görmesi gereken bir yer, adada yaklaşık 1 saat 40 dakika gezdik, ufak bir ada ama gerçekten çok keyifli, insana huzur veriyor, adayı gezdikten sonra Helsinki'ye geri döndük ve bu sefer sabah bizim gezdiğimiz yerleri arkadaşlarımıza gezdirdik, akşam 7 gibi Helsinki'nin her yerini gezmiştik sadece bir yer kalmıştı o da Rock Church'tu. Rock Church şehir merkezinden biraz uzak olduğu için onu sona bıraktık ve saat 7’de Rock Church’ü görmek için yola koyulduk, oraya ulaştığımızda saat 7.30’du ve maalesef kilise kapanmıştı. 7’de kapandığını bilmediğimizden onu sona bırakmıştık, açıkçası orayı görmeyi çok istiyordum ve göremediğimiz için moralim bozuldu ama yapacak bir şey yoktu, Rock Church’u görememenin hüznüyle yolumuza devam ettik ve karnımızı doyurmak için Kamppi meydanına gittik. Helsinki’de çok avm var ve bu avm’lerin hepsi birbirine çok yakın, Stockman, Forum, Kamppi, Espalanade avm’leri şehrin göbeğinde ve birinden çıkıp diğerine gitmek maksimum 5 dakikanızı alıyor, biz Kamppi ve Stockmann’ı gezdik.

Sabah 8’de çıkıp akşam 10’a kadar nerdeyse hiç durmadan gezdiğimiz için açıkçası çok yorulmuştuk, bir cafede oturup sohbet ettik ve sabah erkenden Tallinn’e gideceğimiz için otelimize geçip dinlendik.

Helsinki’de kahve kültürü üst seviyede, o kadar çok kahveci var ki starbucks’un yüzüne bile bakmıyorlar diyebilirim, kahveye kahvi diyorlar ve gerçekten çok lezzetli kahveleri var, Finlandiya’nın kendine has bir mutfağı yok, fin mutfağına dair illa bir şey söylersek balık ve geyik eti diyebiliriz.

Helsinki ufak ve 1 günde gezilecek bir şehir, insanlar çok yardımsever ve çok medeniler, şu ana kadar gittiğim en kuzeydeki yer olduğu içinde ayrı bir önemi var Helsinki'nin benim için, seneye belki daha kuzeye giderek Helsinki'yi tarihe gömerim orası bilinmez ama şu çok net ki Helsinki'yi ben çok sevdim. Türkiye'ye göre tabi ki ciddi anlamda pahalı bir ülke Finlandiya, o yüzden ya ciddi bir bütçeyle gitmek gerekir ya da idareli harcama yapmak gerekir. 

Helsinki’de 2 gece geçirdikten sonra bir sonraki durağımız olan Tallinn’e gitmek için market meydanından kalkan feribota binerek 2 saat süren bir yolculuktan sonra Tallinn’e geçtik.

28 Eylül 2016 Çarşamba

Cote D'Azur


İbiza'daki muhteşem 4 günün ardından balayımızın son durağı olan nice merkezli cote d'azur'a gitmek için sabah uyanıp son kez kahvaltımızı yapıp arabamıza atlayarak ibiza havaalanına gittik, barcelona'dan ibizaya gelirken bindiğimiz vueling'le nice'e geçecektik ama maalesef ibiza'dan nice'e direk uçak olmadığından barcelona aktarmalı gittik nice'e, arabamızı goldcar yetkilisine teslim ettikten sonra saat 12.50 uçağıyla barcelonaya geçtik, barcelonada 2 saat bekledikten sonra 16.00 uçağıyla nice'e uçtuk, barcelona nice yaklaşık 1 saat 10 dakika sürüyor, nice havaalanı denize sıfır ve uçak inerken çok güzel bir manzarayla karşılaşıyorsunuz, nice'e indikten sonra rezervasyon yaptırdığımız arabamızı almak için enterprise'a gittik ama hiç beklemediğimiz bir sorunla karşılaştık, 1 gün önce internet sitelerinden yaptırdığım rezervasyon onların sisteminde gözükmüyordu, yetkiliyle yaklaşık yarım saat tartıştık ama maalesef bir sonuca ulaşamadık, ellerinde başka arabada olmadığından merburen avis'e gittik, avis'te normalde asla tercih etmeyeceğim smart vardı, ben de mecburen hiç istemesemde smart kiralamak zorunda kaldım çünkü cote d'azur arabasız asla gezilmeyecek bir bölge, araba kesinlikle şart, neden smart istemediğime gelirsek, bilen bilir smart çok ufak bir araba ve park sorunu yok her yere giriyor ama o kadar küçükki, çok kolay savrulabilir ve alla korusun bir kaza yaparsanız arabanın önü olmadığından arabadan sağ çıkma ihtimaliniz yok denecek kadar az ama başka seçeneğimiz olmadığından smart kiraladık, smartımıza binip otelimize gitmek için arabamızın olduğu otoparka gittik, araba o kadar küçükki bagajımız arabanın arkasına sığmadı, allahtan otelimiz havaalanına çok yakındı, burcu bavulu oturduğu koltuğa koydu ve üstüne oturdu, arabayı aldıktan sonra otelimize gittik, nice'de de novotel'i tercih ettik ve gayet memnun kaldık, havaalanından 8 dakika mesafede olan otelimize geldik ve arabamızı park ettikten sonra odamıza yerleştik, nice'de 3 novotel var, bizimkisi cap3000 alışveriş merkesinin yanındaki, havaalanına yakın olan novoteldi, onu seçmemin sebebide tabi ki otoparkı olmasıydı, odamıza yerleştikten sonra, nice'i gezmek için nice merkeze gittik, 5 gün 4 gecelik cote d'azur gezimizde planımız şöyleydi, ilk gün nice'de vakit geçirip, ikinci gün eze-menton-monaco, üçüncü gün antibes-grasse-cannes, dördüncü gün st tropez ve son gün uçağımıza kadar nice2i gezip dönmekti, ilk gün otele yerleşip çıktığımıza hava kararmıştı, bizde nice'in deniz tarafı olan promenade des anglais tarafına gidelim dedik, nice'de araba park etmek için yer altı oroparklarını kullanmak zorundasınız, arabamızı park ettikten sonra, yürüyerek promenade des anglais caddesine indik, iner inmez karşımıza hard rock cafe çıktı, inanılmaz mutlu olduk çünkü deli gibi acıkmıştık, hemen oturduk ve yemeklerimizi söyledik, yemeklerimizi yiyip doyduktan sonra promenade des anglaisi gezmek için hard rock cafe'den ayrıldık, promenade des anglais caddesi yaklaşık 8 km uzunluğunda nice'i boydan boya saran çok keyifli bir cadde, üzerinde yaklaşık 10 tane plaj var, halk plajı da özel plaj da var ve insanlar nice'in merkezinde rahatça denize girebiliyorlar, cadde üstünde yaklaşık 2 saat yürüdük ve nice hakkında az çok fikrimiz oldu ama nice'i asıl son günümüzde gezecektik bu sadece fikir edinmek adına bir gezi oldu, saatte artık 1 olmuştu ve 2 uçak yolculuğunun verdiği yorgunlukla ve ertesi gün gideceğimiz 3 yerden dolayı gezimizi sonlandırarak otelimize döndük ve uyuyarak enerji topladık ikinci gün için.

ikinci gün uyandıktan sonra eze-menton-monaco turumuz için hazırlığımızı yapıp yola çıktık, otelimizin yanında nice'in en büyük avmsi olan cap3000 vardı, oraya gidip yol boyunca yemek için kruvasan aldık, o zamana kadar hiç kruvasan yememiştim çünkü kruvasana karşı önyargılıydım, ama nice'de yediğimde ne kadar lezzetli bir şey olduğunu anladım ve 5 günlük cote d'azur turumuz boyunca her gün kruvasan yedik, nice'den eze'e köyüne yarım saatlik bir yolculuk sonrası vardık, eze' gerçekten muhteşem manzarasıyla herkesin mutlaka gitmesi gereken bir köy, eze'de yaklaşık iki saat geçirdik ve en tepesine çıkıp muhteşem cote d'azur manzarası karşısında büyülendik, eze aslında ufak bir köy ama her gün binlerce turist geliyor, orda yaşayanlardan daha çok turist geliyordur diye düşünüyorum, bizim şirince gibi bir köy ama manzarası çok daha güzel, eze'den sonra cote d'azur'un en son kasabası olan menton'a gittik, menton italya sınırında ufak bir kasaba, ordan 2 km sonra italya'ya girmiş oluyorsunuz, menton'da gezilecek çok bir şey yok ama denize girilebiliyor, gittiğimizde çok kişi de denize giriyordu ama biz girmedik, mentonda 2 saat gezdik, oturup bir şeyler içtik ve ikinci günümüzün en çok merak ettiğimiz durağı olan monaco'ya gitmek için yola koyulduk, menton'dan monaco normalde yarım saat ama biz monaco girişini tam 3 kere kaçırdık, biraz karşık bir yol, o yüzden yarım saatte orda harcadık ve sonunda zor da olsa monaco'ya girdik, monaco biliyorsunuz formula 1'in şehir caddelerinde yapıldığı tek yer, bu yüzden özel bir yeri vardır monaco'nun formula 1 severlerde, küçükken ben de açıkçası en çok monaco yarışlarını severdim, formula 1 araçlarını yaklaşık 300 km hızla geçtikleri o ünlü caddelerden smart arabamızla geçmek açıkçası çok hoşuma gitti, özellikle o ünlü köprü altından geçtiğimde gerçekten çok farklı duygular kapladı içimi, monaco bilmeyenler için çok karışık bir yer, biz önce monacoyu gezip sonra dünyaca ünlü monte carlo casinosunu görmeye gideriz diye düşünüp arabamızı monaco'da bir otoparka park ettik ve monaco'yu gezelim dedik ama işler öyle olmadı, monaco'dan monte carlo'ya yürüyerek gitme şansınız maalesef yok, öyle bir sahil şeridi yok, monaco'da deniz sadece marina'dan ibaret, marina ve yatlardan başka bir şey göremiyorsunuz bu ufak ülkede, monako fransa'ya bağlı ama ayrıca kendi bayrağı olan bir ülke, aynı vatikan gibi, monako'dan yürüyerek monte carlo'ya gidemeyeceğimizi anlayınca arabamıza atladık ve 5 dakikalık mesafede olan monte carlo'ya geçtik, arabamızı monte carlo'da bi otoparka park ettikten sonra dünyaca ünlü monte carlo casinosunu görmek için yola koyulduk, monako gerçekten zenginlik konusunda aşmış insanların yaşadığı inanılmaz bir şehir, bloglardan okuduğum ve hadi be o kadarda değildir dediğim her şeyi birebir yaşadık burda, bi kere gördüğümüz en dandik araba range rover oldu, sağımızdan ferrari, solumuzdan lamborghini, önümüzden porsche, arkamızdan maserati geçince bi dumur olduk tabi, işin ilgince de o arabalar sen adımını yola attığın an çat diye durup sana yol veriyorlardı, avrupanın en sevdiğim yanlarından biride bu oldu, orda öncelik insan ve trafikte yaya ayağını yola attığı an tüm arabalar duruyor, monakoda bu geçerliydi, ankarada 1 saatte gördüğümüz şahinden daha fazla ferrariyi monakoda 1 saatte gördük. ferrari satılan bir galerinin önünden geçtik ve ferrariler galeri kapanmasına rağmen dışarda bekliyordu, hani gidip üstüne otur kimse bir şey demez, öyle bir şehir işte monako, bir otoparktan monte carlo casinosuna yarım saat süren bir yürüyüşten sonra vardık, gerçektende büyüleyici bir yerdi monte carlo casinosu, casinonun hemen yanında cafe de paris restoranı ve onun karşısında cafe de paris oteli vardı, cafe de paris restoranında oturup şampanya içtik eşimle ve o güzel manzaranın keyfini çıkardık, biz otururken casinoya gelen arabaları ve arabalardan inen şık adamlar ve yanlarındaki güzel hanımefendileri izledik, nasıl bir hayat yaşıyorlar diye iç geçirmedik değil açıkçası, şampanyalarımızı içtikten sonra arabamıza gitmek için yola koyulduk, smartımıza bindik ve monaco sokaklarında son bir kez turladıktan sonra otelimize dönmek için yola koyulduk. saat 12 olduğundan normal yoldan değilde otobandan gidelim dedik, bu arada otobanlar paralı, otobana gidecekseniz mutlaka yanınızda bozuk para bulundurun, otobana çıktık ama koskoca otobanda ışık namına hiç bir şey yoktu, sadece arabaların ışığı, avrupanın göbeğinde böyle karanlık bir otoban açıkçası beni şaşırttı, neyse sağ sağlim otelimize döndük ve uyuyarak üçüncü gün öncesi enerji topladık.

cote d'azur tatilimizin üçüncü gününde rotamız antibes-grasse ve cannes'dı, sabah uyandık ve cap3000'e gidip kruvasanlarımızı aldık ve yola koyulduk, antibes nice'den yarım saat süren cote d'azur'da diğer lokasyonlara göre daha az popüler olan ama bizim çok sevdiğimiz bir yer oldu, antibes'i rotamıza almamızın sebebi picasso'nun evini ziyaret etmekti, arabayı antibes limanındaki otoparka park ettikten sonra picasso'nun evine gitmek için yola koyulduk, limandan çıkınca meydanda london eyes gibi koca bir dönme dolap vardı, binecektik ama eşim burcu istemediği için binmedik, ve antibes çarşısına doğru hareket ettik, antibes yaklaşık 100 bin nüfusu olan ufak bir kasaba, cote d'azur kıyısının en güzel plajları da antibes'de, biz maalesef burda denize giremedik, bir sonraki gidişimizde inşallah, picasso'nun evine gittik, şu an müze olan ev picasso'nun en verimli çağlarında kaldığı ev olarak özel bir anlam taşıyor, ev zaten öyle bir yerdeki, manzarası komple deniz, yani o evde kalıpta ressam olmamak hata olurdu, inanılmaz güzel bir manzarası var evin, evi ve evdeki picasso eserlerini gezdikten sonra antibes pazarına gittik, pazar aynı bizim pazarımız gibiydi ama bir farkı kimse bağırmıyordu bizdeki pazarcılar gibi, pazarı da gezdikten sonra antibes'i bitirip grasse'ye geçmek için arabamıza gittik. antibes'den grasse'ye yaklaşık yarım saatte gittik, grasse fransa'nın ve dünyanın parfüm fabrikası diyebileceğimiz bir kasaba, dünya parfüm endüstrisinin %60'ı grasse'de yapılıyor, bizde parfüm merakımızdan grasse'ye gidip fragonard'ın parfüm fabrikasını gezmek istedik, grasse'ye girer girmez dev tabelalarda fragonard'ın parfüm fabrikasına yönelndiliyorsunuz zaten. fabrikaya girdiğimizde bizi çok tatlı dilli bir kız karşıladı ve istediğiniz gibi gezebilirsiniz dedi, üstelik parfüm yapılışını izlemek ücretsizdi, çok keyif aldık parfim fabrikasını gezmekten, orayı gezdikten sonra ordan parfüm almadan çıkmak ayıp olurdu, burcu kendisine ve annemle annesine parfüm aldı, tamamen doğal hiç bir katkı maddesi olmadan yapılan parfümler gerçekten inanılmaz etkili, sıktığınızda üstünüzden banyo yapana kadar çıkmıyor desem abartmış olam, o taraflara yolu düşen mutlaka fragonard'ın parfüm fabrikasını gezmeli, parfümlerimizi aldıktan sonra grasse merkeze gittik, burda da bir sürü ufak parfümeri vardı ve hepsi kendi parfümünü yapıyordu, grasse gerçekten çok ilginç bir yer, şehir resmen parfüm kokuyor, grasse'de 1 saat gezdikten sonra üçüncü gün gideceğimiz ağır topumuz cannes'a doğru yola çıktık, grasse'den cannes'a yaklaşık 40 dakikada gittik. cote d'azur gezisinde gittiğimiz yerlerde en çok görmek istediğim, en merak ettiğim yer cannes'dı o yüzden çok heyecanlıydım, özellikle cannes film festivalinin yapıldığı yeri görmek için can atıyordum, arabayı otoparka park ettikten sonra, biraz dinlenmek için bir pub'a girdik bir şeyler içip cannes'ı gezmek için enerji topladık, enerjimizi topadıktan sonra cannes'ı gezmeye hazırdık ve hemen yola koyulduk. tabi ki önce cannes film festivalinin yapıldığı salona gittik, o yıldızların geçtiği yerleri gördüm, inanılmaz güzel bir duyguydu, darısı inşallah oscar töreninin olduğu los angeles'a, kaldırımda oturup yarım saat boyunca festival alanını izledikten sonra, cannes'ın en popüler caddesi olan la croisette caddesinde yürüyerek cannes'ı gezdik, la croisette caddesi nice'in promenade des anglais caddesi gibi, bi tarafında deniz diğer tarafında lüks mağazalar, mağazalar bitince de lüks oteller başlıyor, yaklaşık 2 saat gezdikten sonra, bu iki saatte monaco kadar olmasada baya fazla lüks araç gördük, acıktığımız için yemek yemek için Da laura adlı bir italyan restoranına gittik, Da Laura'yı cannes'a gitmeden önce bir blogda okumuştum, cannes'da mutlaka burda yemek yiyin yazıyordu ama eğer rezervasyonunuz yoksa şansınızı pek zorlamayın da yazıyordu, bizim rezervasyonumuz yoktu ama şansımızı zorlamak istedik ve tam da akşam yemeğinin yendiği saatlerde saat 8 sularında Da Laura'ya gittik, rezervasyonumuz olmadığını ama buranın methini çok duyduğumuzu ve türkiyeden geldiğimizi söyleyince bizi karşılayan garson yardımcı oldu sağolsun, ben kesin içeri yönlendirecek rezervasyonumuz olmadığı için derken biz geldiğimizde şansımıza boşalan dışardaki bir masaya aldı bizi, gerçekten şansımız yaver gitmişti ve rezervasyonsuz asla oturulamayan Da Lauraya oturmuştuk, çalışanlar aşırı iyiydi restoranda, günün tavsiyesi olan risottomuzu söyledik ve başlangıç olarakta bruschetta aldık, biz başlangıcımızı yerken restoranın önünde bir kalabalık oluşmaya başladı, nedir acaba bu derken sonra anladık ki yemek yemek için sıra bekleyen insanlarmış onlar, masalar boşaldıkça ayaktakilerden birileri o boşalan masaya geçiyordu ama masalarda kolay kolay boşalmıyordu, risottomuz inanılmaz doyurucu ve lezzetliydi, cannes'a yolu düşenlere Da Laura'yı kesinlikle tavsiye ediyorum, biz çok memnun kaldık, yemeğimizi yiyip karnımızı doyurduktan sonra cannes'ı gezmeye devam ettik, biz masadan kalktığımızda yerimize oturan kişiler altın bulmuş gibi sevindiler orda anladık ki Da Laura'da yer bulmamız gerçekten büyük şansmış. Cannes'ın merkezinde de aynı Nice'deki gibi denize giriliyor hatta denizi Nice'ten daha güzel çünkü Nice'de kum yok plaj tamamen çakıl ama Cannes'ın plajları kumdan oluşuyor, burda da denize giremediğim için üzüldüm açıkçası, aynen antibes'deki gibi bi dahaki sefere gibi diyelim. cannes'ı enine boyuna gezdikten sonra, bir cafeye oturup bir şeyler içip cannes'ın keyfini bir de öyle çıkaralım dedik, 1 saat oturduk ve insanları izledik, insanlar çok mutlu çünkü kafaları rahat, karışan yok, özgürler, mutlu olmamak için sebepleri yok, yüzleri gülüyordu, ben de cannes'da yaşasam öyle olurdum sanırım, saat 12 olduğunda yavaştan cannes'dan ayrılma zamanı gelmişti, otoparka gidip arabamızı aldık ve nice'e otelimize dönmek için yola koyulduk, cannes'a bir kez daha giderim ilerde tabi bu sefer mayıs ayında festivalin yapıldığı tarih olur o gidişim. 

cote d'azur tatilimizdeki dördüncü gününde diğer günler gibi 3 yer değil sadece tek yer vardı gideceğimiz, çünkü dördüncü gün mesafe olarak en uzak yer olan st tropez'e gidecektik, uzak dediğimde nice'den yaklaşık 1 saat 20 dakika uzaklıktaydı st tropez, tabi her yer yarım saat uzaklıkta olunca st tropez uzak kalıyordu, sabah erkenden yola koyulduk st tropez'e gitmek için, cote d'azur'un başlangıcı sayılan st tropez'i de açıkçası çok merak ediyordum, bu merakımın en büyük sebebi tabi ki brigitte bardot'un ve tanrı kadını yarattı filmiydi, st tropez sıradan bir fransız kasabasıyken brigittr bardot'un o meşhur filmi sonrasında inanılmaz bir popülarite kazanmış olup, jet sosyetenin bir numaralı tatil beldesi haline gelmişti, zaten st tropez'e gittiğinizde hemen hemen her yerde brigitte bardot'u göreceksiniz, 1 saat 20 dakika süren yolculuğumuz sonrası st tropez'e vardık, önce bu ufak ama jet sosyetenin uğrak yeri olan kasabayı gezip, st tropez'in meşhur pampelone koyuna gidip denize girecektik, akşam gelip son gecemizin şerefine yemeğimizi yiyecektik, planımız bu şekildeydi, arabayı st tropez limanındaki otoparka park edip şehri gezmeye başladık, şehir dediğime bakmayın gerçekten ufacık bir kasaba st tropez, tamamını gezmek 1 saatinizi almıyor, 1 saat gezip st tropez'in dünyaca ünlü la tarte tropezienne pastanesinde tartlarımızı yedik, gerçekten inanılmaz biz lezzet ben daha önce böyle bir tart yemedim zaten tart almak için insanlar sıraya giriyor öyle bir yer, tartımızı st tropez parkında yedikten sonra denize girmek için st tropez'den pampelonne koyuna gittik, st tropez o kadar pahallı ki bu zamana kadar ödediğimiz en yüksek otopark parasını da burda verik yaklaşık 1 saat kaldığımız otoparka 16 euro verdik, ve aracımızı akşam başka bir otoparka park etmeye karar verdik. st tropez'den pampelonne'ye 10 dakikada gittik, pampelonne çok uzun bir sahil ve içinde bir sürü plaj var, jet set sosyeteninde gittiği özel plajlarda var havlunu serip girdiğin halk plajları da var, biz tabi ki halk plajına girdik, deniz olarak açıkçası bir ibiza değildi hatta barcelona denizinden de kötüydü diyebilirim, denizini sevmedik pampelonne'nin, oyna internette özellikle yabancı sitelerde çok övülüyor ama ben beğenmedim, çeşme çok daha güzel deniz olarak ama yine de st tropez'e gidip denize girmeden dönmek olmazdı çünkü cannes ve nice'de girememiştik denize o yüzden st tropez'de girdik, denizde 3 saat kaldıktan sonra akşam yemeğimizi yemek için tekrar st tropez'e gittik, gittiğimizde güneş batmak üzereydi, güneşi st tropez'de batırdık ve biraz daha gezdikten sonra yemek için st tropez'in en merkezindeki restoran olan cafe de paris'e gittik. monako'da cafe de pariste şampanya içmiştik, st tropez cafe de pariste de yemek yiyip şarap içtik, orda oturduğumuz 3 saat içerisinde 2 yat yanaştı marinaya, insanlar yatlar yanaşırken toplanıp yatların yanaşmasını izliyor meraklı bir şekilde, biz de oturduğumuz yerden yemeğimizi yerken izledik, kimbilir hangi ultra zengin iş adamının yatlarıydı, birinden yat sahibi eşi, annesi ve çocukları indi, hemen bir mercedes onları iner inmez aldı ve muhtemelen yazlıklarına götürdü, öyle bir dünya işte st tropez, yatlarıyla yanaşıyorlar, şöförleri hemen onları karşılıyor, akşam yemeklerini yiyip evlerine gidiyorlar, gerçekten bizim hiç alışık olmadığımız inanılmaz bir dünya görüyorsunuz orda, yemeğimizi yerken en az 4-5 iş adamı yatlarından inip cafe de parise gelip bir şeyler içip tekrar yatlarına gitti,yemeğimizi yedikten sonra saatte 12'ye gelmek üzereyken kalktık ve son kez bir tur attık, turumuzu atarken önünde deli gibi sıra olan yine dünyada ünlü la barbarac dondurmacısından dondurmamızı aldık ve dondurmamızı yiyerek arabamızın olduğu otoparka gittik, bu sefer daha az kazıklandık, yaklaşık 8 euro verdik otoparka, eğer liman otoparka park etsek bu sefer 30 euro verirdik gibi geliyor. arabamıza binip st tropez'den ayrıldık ve nice'e otelimize gittik, otobana girene kadar yaklaşık 17 kmlik bir yol gidiyorsunuz ve o yol hayatımın en zor yolu oldu, gündür gelirken sıkıntı yok ama gece o karanlıkta sıfır ışık ve tek şerit yol, ayrıca inanılmaz virajlı, o 17 km'yi dua ede ede sürdüm açıkçası, 17 km bitince otobana giriyorsunuz ve nice' e kadar yardırıyorsunuz. otelimize geldik ve cote d'azurdaki son günümüz öncesi uyuyup enerji topladık.

cote d'azurdaki beşinci günümüzde uçağımız saat 18.35'de olduğu için erkenden kalkıp, uçak saatine kadar kaldığımız ama gezemediğimiz nice'i gezmek için yola koyulduk, 4 günde nice dışında planladığımız her yeri gezmiştik bi nice kalmıştı onu da son güne bırakmıştık ve maalesef balayımızın son günü gelip çatmıştı, bu cennet yerlerden gitmek istemiyorduk ama 12 gece 13 gün süren balayımız bitmişti ve dönecektik, son olarak nice'i de gezip havaalanına gidecektik, otelimiz havaalanına yakın olduğundan arabamıza sığmayan bavulumuzu otelde bırakıp nice merkeze gittik gezmeye, ilk günde gezdiğimiz promenade des anglais'den başladık gezmeye, cumartesi günüydü ve plajlar fulldu, içimden keşke izmirde böyle olsa kordonda denize girilebilse dedim ama tabi ki bu imkansız, denize girenler, güneşlenenler, patenle, kaykayla kayanlar, bisiklete binenler, harika bir manzara vardı nice'de, bizde hayran kaldık bu güzel manzaraya, uçağımız 18.35'de olduğundan ve malum nice'de ohal olduğundan havaalanına erken gitmemiz gerekti saat 16.30'da havaalanında olmamız gerekiyordu ve saat 12'ydi 3 saat gibi bir sürede nice'i hızlı bir şekilde gezdik, nice limanına gittik, orda bir cafede mojitomuzu içtik, ordan kalktık, çiçek pazarı olan cours selayaya gittik, ordan hediyelik eşyalar aldık, cours selayadan sonra nice'de en çok görmek istediğimiz yer olan castle hill'e gittik, castle hill tüm nice'i kuşbakışı gören harika bir yerdi, oraya çıkıp tüm nice'i ayaklarımızın altında izledik, ordan indikten sonra promenade des anglais caddesinden yürüyerek arabamızın olduğu otoparka geldik, arabamızı alıp otele döndük, otelden bavulumuzu alıp nice cote d'azur havalimanına gittik ve türk hava yollarının tk1816 seferiyle istanbul'a geri döndük.

4 gun barcleona, 4 gun ibiza ve 5 gun cote d'azur'dan oluşan balayımız göz açıp kapayana kadar bitti, bu 12 gece 13 günde harika yerler gördük, gerek barcelona gerek ibiza gerekse cannes, nice, monaco, st tropez ve diğer kasabalar olsun inanılmaz keyif aldık balayımızdan. barcelonada turist olduk, ibizada gerçek bir balayı yaptıki cote d'azur'da da bol bol gezdik ve iyi ki balayı için bu destinasyonları seçmişiz dedik.