16 Haziran 2012 Cumartesi

3 Kupa Tek Şampiyon: BEŞİKTAŞ


Basketbolda sezon başlamadan önce başta Anadolu Efes olmak üzere Galatasaray ve Fenerbahçe kadrolarını kurmuş ve sezona şampiyonluk parolasıyla başlamışlardı hatta bu 3 takıma Banvit’i de ekleyebiliriz. Beşiktaş ise cola-turka’nın sponsorluğunun bitmesiyle sponsorsuz kalmış ve yeni sponsor da bulamayınca küçülme kararı almıştı, oysa 2011’in ocak ayında göreve getirilen Ergin Ataman'a bir sonraki sezon için büyük bir bütçe sözü verilmişti fakat sponsor bulunamamasıyla birlikte bırakın büyük bir bütçe ve şampiyonluk kadrosu kurmayı küme düşmemek bile iyidir diye konuşulmaya başlanmıştı sezon başında, bütün bu olumsuzlukların üstüne Serhat Çetin, Cüneyt Erden ve Bekir Yarangüme Beşiktaş klubüne yakışmayan bir davranışla yaz boyunca klüpte antremana çıkmaya zorlanmışlardır. Bu durumdan artık Ergin Ataman da şikayetçi duruma gelmiş ve bana verilen sözler tutulmadı diyerek takım aramaya başlamıştı, yani klüp dağılmak üzereydi, derken Milangaz yani başkan Yıldırım Demirörenin şirketinin takıma sponsor olması ve lock-out nedeniyle ara verilen Nba’in en iyi 3 guardından biri olan Deron Williams’ın kadroya katılmasıyla bir anda tüm o olumsuz hava dağılmıştı, Deron ile başlayan transferler Hawkings ve Erceg’in alınması ve bir önceki sezonun en iyisi Kemp’in de kadroda tutulmasıyla güçlü bir kadro oluşturmaya doğru giderken transfer için çok geç kalınması nedeniyle yerli rotasyonunda maalesef kadro çok zayıf kalmıştı, Mehmet Yağmur, Can Akın, Serhat Çetin, Barış Hersek, Adem Ören(sene boyunca toplam 20 dakika oynamamıştır) ve alt yapıdan çıkan Kartal Özmızrak ile yerli rotasyonu kuruldu bu kadroya Erwin Dudley(Ersin Dağlı) da katılarak yerli rotasyonu şekillendirildi.

Lock-out nedeniyle gelen Deron Williams’ın yanında Semih Erden de kadroya katıldı ve böylece sponsor yokken sadece Serhat Çetin'in olduğu takım Milangaz’ın sponsorluğu ile kurulmuş oldu. Deron williams ve Semih Erden’in liderliğinde kurulan takım gerçekten iyiydi ama eğer lock-out biter ve bu iki oyuncu giderse ne olacaktı? İşte bunun cevabı belli değildi, Ergin Ataman bile b planı yapmadık eğer lokc-out biterse oturup konuşuruz demişti ama lock-out bittiğinde sezon ortası olacaktı ve iyi bir yabancı bulmak çok zor olacaktı ama herkes Deron’un büyüsüne kapılmıştı ve sonrası çok da önemli değildi açıkçası, herkes lock-out bitmesin diye dua ediyordu ve Deron'lu harika bir takım izliyordu.

Deron Williams’ın gelmesiyle hedefler de büyümüştü tabi, lig şampiyonluğu ve avrupada 2.kupa olan Uleb cup’ta da şampiyonluk takımın ilk hedefi olmuştu, kadro dardı ama Deron takıma çok çabuk uyum sağlamıştı ve takım onunla bir başka oynuyordu, herşey güzel başlamışken Uleb cup elemesinde Dexia Mons’a elenerek ilk şoku yaşarken takım, tüm tepkiler koç Ataman’a geliyordu hatta tepkiler o kadar ağıır oluyordu ki Ataman da cevap vermek zorunda kalıyordu.

Uleb cup’tan elenen takım 3.kupa da mücadele etmeye devam edecekti, 2.kupaya oranla çok daha kolay olan bu kupada hedef kesinlikle şampiyonluk olarak belirleniyor ve takım grup mücadelelerini 10 galibiyet ile kapatıyordu, ligde ise maalesef yerli rotasyonunun darlığı nedeniyle sıkıntı yaşanıyordu, 4 numarada yaşanan sıkıntı nedeniyle bir yabancı daha alınması gündeme geliyordu ve yine bir spektaküler transfer yapılarak Lakers’ın 4 numarası Lamar Odom ile anlaşma sağlanıyordu, Lamar’ın uçağa binip Türkiye'ye geleceği gün ise ani bir kararla Lock-out sona eriyor ve takımın bel kemiği Deron Williams ve Semih Erden takımdan ayrılıyordu, işte bu durumda B planı olmayan takımın ne yapacağı konuşulurken tüm medya bu takımın küme düşeceği kanısında uzlaşıyordu, Milangaz’ın sahibi Erdoğan Demirören'in bütçeyi arttırıp Ergin Ataman'a alabileceğiniz en iyi guard ve pivotu alın demesiyle sezon ortasında bir Deron Williams olmasada avrupada gayet kariyerli olan Carlos Arroyo guard olarak takıma transfer ediliyordu, pivot olarak da Semih Erden'den çok daha iyi olan Pops Mensah Bonsu kadroya dahil ediliyordu, B planı olmayan takım lock-out'un bitmesinin hemen ardından sezon ortasında bu kadar iyi iki oyuncu alınca, küme düşer kesin denilen takım tekrar şampiyonluk adayı yapılıyordu.
Derken Türkiye kupası 8'li finalleri maçları başlıyor ve bir önceki sene final oynayan takımdan bu sene şampiyonluk bekleniyordu, fakat şok bir haberle Can akın'ın sakatlanması ve sezonu kapamasıyla zaten dar olan rotasyon iyice daralıyor ve şampiyonluk başka bir bahara kalldı sesleri yükselmeye başlıyordu, takım Türkiye kupasında Serhat Çetin'in efsane oyunuyla yarı finalde Galatasaray, finalde Banvit'i yenip kupayı kazanıyor ve ilk kupa geliyordu, o dar rotasyona rağmen 3 günde oynanan 3 tane zor maç ve kazanılan şampiyonluk takımın kendine olan güvenini arttırıyor ve Eurochallange şampiyonluğu için takım daha çok kenetleniyordu, Eurochallange'da ilk grupta 10 galibiyet alan takım ikinci grupta Fuenlabrada'dan alınan 2 mağlubiyete rağmen 4 galibiyetle 2.olarak gruptan çıkılıyor ve final-four için son engelde kupanın diğer favorisi Artland Dragons ile eşleşiliyordu, takımın o ara formsuz olması ve Arroyo'nun yeni sakatlıktan çıkmasından dolayı Dragons maçlarında çoğu kişi ümitsizliğe kapılsa da Bonsu, Erceg ve Hawkings'in harika oyunlarıyla Dragons 2 maçta da yenilerek şampiyonluk için bir engel daha aşılıyor ve final 4’a kalınıyordu.

Final four'un ilk maçında ev sahibi Macar ekibi Olaj ile eşleşiliyor ve kağıt üstünde favori olan takım Beşiktaş olsada maç inanılmaz zor geçiyor ve son dakikada gelen galibiyet ile Eurochallange kupasında finale çıkıyordu takım, finalde ise rakip turnuvanın diğer favorisi Fransız Elan Chalon oluyordu, harika üçlük yüzdesi olan rakibe karşı ilk 3 periyot süper oynayan takım son periyot gevşeyince rakip farkı kapatıyor ama yine son 1 dakikadaki performansla Elan Chalon yenilerek 2.şampiyonluk da geliyordu üstelik avrupada Efes Pilsen'den sonra kazanılan ilk kupa olarak tarihe geçiyordu takım.

Önce Türkiye kupası ardından Eurochallange’ın kazanılmasıyla artık tek hedef kalmıştı o da Türkiye şampiyonluğu, takım ligi 4.bitirdiği için 5.olan Fenerbahçe ile eşleşti ev sahibi avantajı olmasına rağmen kadro olarak Fenerbahçe çok daha geniş ve güçlü bir kadroya sahipti ve Fenerbahçe elense bile yarı finalde 1.galatasaray ile karşılaşacaktı takım üstelik saha avantajı da Galatasaray'da olacaktı, bu zor kuradan dolayı lig şampiyonluğu pek olası gözükmüyordu ama Ergin Ataman her defasında hedeflerinin 3.kupayı da kazanmak olduğunu yineliyordu. çeyrek finalde Fenerbahçe'ye karşı ilk maçta kazanılan mucize galibiyet(Arroyo’nun orta sahadan attığı son saniye üçlüğü ve maçı uzaması sonrası gelen galibiyet) şampiyonluğa olan inancı daha da arttırıyordu, Fenerbahçe'yle deplasmanda oynanan 2.maçta da takım harika oynuyor ve kazanarak seiyi 2-0 ile geçiyor adını yarı finale yazdırıyordu.

Rakip bu sefer Galatasaray'dı yani ligin favorisi, kadro olarak çok daha güçlülerdi saha avantajı da onlardaydı, ilk maçta büyük farktan geri gelen takım Arroyo’nun son saniye üçlüğünün potadan çıkmasıyla maçı kaybediyor ama Galatasaray’a karşı da kıran kırana mücadele edeceğini gösteriyordu, 2.maçta ise daha kontrollü oynayan takım bu maçın kaybedilmesiyle serinin biteceğinin farkında olup harika bir oyunla maçı alıyor ve saha avantajını da eline geçiriyordu, 3.maç için Akatlardan Sinan Erdem’e taşınıyordu takım, çünkü Fener serisinde Akatlar taraftara yetmemiş içerdeki taraftardan daha fazlası dışarda kalmıştı, Galatasaray serisinin Sinan Erdem'e taşınmasıyla 15 bin taraftar önünde takım 3.maçı kazanıyor ve seride 2-1 öne geçiyordu, serinin 4.maçı yine Sinan erdemde oynanıyor ve 15 bin kişilik Sinan Erdem'in dolması bir yana dışarda da 5 bin kişi kalıyordu, taraftarda takıma artık inanıyor ve şampiyonluk için tam destek veriyordu 4.maç en zor maç olacak diye düşünülürken taraftarın inanılmaz desteğiyle en kolay maç oluyordu ve favori Galatasaray'ı 84-73 yenen Beşiktaş finale çıkıyordu.

Finalde rakip Anadolu Efes olmuştu, bu maçları oynamaya çok alışık bir takım olan Anadolu Efes yarı finalde Banvit'i eleyerek finale gelmişti, çeyrek final ve yarı finalde favoriler hep Beşiktaş'ın rakipleriydi ama finalde şemsiye tersine dönmüştü çünkü takım inanılmaz bir hava yakalamıştı ve buraya kadar gelmişken bırakmaya hiç niyeti yoktu, Anadolu Efes'in kadrosu çok geniş ve Beşiktaş'a göre çok daha güçlüydü, saha avantajı da onlardaydı ama bu takım taraftarının da gücüyle şampiyonluğu istiyordu, başta Ergin Ataman olmak üzere Arroyo, Hawkings, Erceg, Pops ve takımın yerlileri şampiyonluğu çok istiyorlardı, finalin ilk iki maçı Anadolu Efes'in sahasında oynandı ve Beşiktaş iki maçta da rakibi sahadan silerek harika oyunlarla maçları kazanarak seriyi 2-0 yaptı bundan sonraki 2 maç Beşiktaş'ın sahasında oynanacaktı ve herkes 4-0 ile serinin biteceğini düşünüyordu fakat Anadolu Efes seriyi bırakmadı ve 3.maçı hakemlerin de desteğiyle 2-1’e getirdi 4.maç ise hakemlere rağmen Beşiktaş'ın oldu ve 3-1 ile Anadolu Efes'in sahasına geçildi 5.maçta yine hakemler ön plandaydı ve sanki kaybedilen ilk maçın bir kopyası oynanıyordu, son saniyede tüm defansın uyuması sonucu Doğuş'un attığı basketle kazanan Anadolu Efes seiyi 3-2 ye getirerek şampiyonluğu bende istiyorum mesajını veriyordu 6.maç yine Beşiktaş'ın sahasında oynanacaktı ve herkes şampiyonluk kutlamak için Abdi İpekçi'yi doldurmuştu, tüm taraftar 40 dakika susmadı Arroyo’nun Fenerbahçe ve Galatasaray maçlarındaki efsane oyunu bu maçta da devam etti ve Beşiktaş maçı 80-76 alarak tam 37 sene sonra 2.şampiyonluğunu kazandı.

Ergin Ataman sezon başındaki o kötü durumda takımı ayakta tutmasını başardı. Gerçi ortada takım bile yoktu ama o kolayı seçip ayrılmadı, sponsor bulundu ve tamamen yerinde transferlerle kısıtlı bir kadro kuruldu, Türkiye kupası tarihte ilk defa kazanıldı, Avrupada kupa kazanıldı ve bu ikisinden çok daha önemli olan kupa yani TÜRKİYE ŞAMPİYONLUĞU kazanıldı, Deron Williams'ın gitmesiyle bu takım küme düşer denilirken bu takım Ergin Ataman'ın liderliğinde katıldığı 3 kupayı da kazanarak, inanılması çok güç olan birşeyi gerçekleştirdiler ve TARİHE GEÇTİLER.


2012-2012 BASKETBOL SEZONU TÜRKİYE TARİHİNİN EN UNUTULMAZ BASKETBOL SEZONU OLARAK TARİHE GEÇTİ, BİR SÜRÜ OLUMSUZLUKLA BOĞUŞAN BEŞİKTAŞ ÖNCE TÜRKİYE KUPASI SONRA AVRUPA ŞAMPİYONU OLDU VE SON OLARAK DA 4 TAKIMIN FAVORİ GÖSTERİLDİĞİ KENDİ ADININ ANILMADIĞI TÜRKİYE LİGİNDE ŞAMPİYON OLARAK 3 KUPA KAZANDI, BU 3 KUPAYI KAZANAN BEŞİKTAŞ BASKETBOL TARİHİNE GEÇTİ.

10 Haziran 2012 Pazar

Rodos

Yunanistan gezimizin son durağı Rodos'tu, hani şovalyeleriyle ünlü olan, dünyanın 7 harikasından birinin olduğu yer olan Rodos, Girit'ten Sky Express'in 40 kişilik pırpır uçağıyla 1 saatte Rodos'a vardık, Rodos havaalanı Rodos'a otobüsle 25 dakika, taksiler Rodos'ta çok pahallı, sokağa atacak paranız yoksa tavsiye etmem, biz aynı Girit'te yaptığımız gibi merkezde değil de en güzel sahillerin olduğu yerde otel rezervasyonu yaptırdık, orası da Rodos'a otobüsle 30 dakika uzaklıkta olan Faliraki kasabasıydı, Rodos tarihi olarak güzel ve merkez olduğu içinde kalabalık ama Faliraki hem denizi hem de sahilleri bakımından Rodos merkezden çok daha güzel bir yer, otelimiz Faliraki merkeze yürüyerek 15 dakika uzaklıkta olan İrinna hoteldi, 2 gün için 26 euro ödedik otele, otel dediğime bakmayın bildiğiniz aparttı yani orda 3 kişi de kalsam 26 euro ödeyecektim.


Faliraki'nin gece hayatı çok hareketli ben orayı Kuşadası'na benzettim biraz, hem çok turistik hem de sanki biraz kirlenmiş gibi, yani kafa dinlemek için değil de eğlence ve gece hayatı için tercih edilebilecek bir yer ama sahilleri bakımından Kuşadasıyla asla kıyaslanmayacak kadar güzel. Rodos'taki ilk gecemizde Mario's diye bir tavernaya gittik, şansımıza tavernada düğün vardı, Yunan damat ve İngiliz gelin boydan boya bir masayı doldurmuşlar hem yemeklerini yiyorlardı hem de dans ediyorlardı, çok hoşuma gitti bu düğün benim, farklı ve güzel bir düğündü, Mario's da uzonun dibine vurduk, 8 kadeh içtim, uzo güzel ama şekerli ve bizim rakı kadar sert değil, o gece hem Mario's daki yemekler hem de düğün sayesinde çok keyifli geçti, Mario's dan çıkınca bir bara gidebilirdik aslında çok da güzel eğlenirdik ama arkadaşım sayesinde maalesef istemeye istemeye otele geri döndük, Faliraki'de barların hepsi tamamen doluydu ki şu an düşük sezondayız, Temmuz'da ben Faliraki'yi hayal bile edemiyorum. İkinci gün denize girdik, denizi mükemmel onu söylemek istiyorum ben Türkiye'de o denizi sadece Çeşme'de gördüm, plajları Çeşme'den de güzel, insanın sabah gelip hava kararıncaya dek orda kalası geliyor ama tabi bizim vaktimiz kısıtlıydı, denize girdikten sonra bi cafede Yunanlıların meşhur Frappesinden içtik, o öve öve bitiremedikleri Frappe'yi hiç beğenmedim açıkçası.


Akşam Rodos merkeze gittik bir dostumuzun önemle tavsiye ettiği bir restoranta gitmemiz lazımdı, restoran hemen Faliraki-Rodos otobüsünden inince karşıda adı İndigo, dostumuz Rodos'ta mutlaka İndigo'da Stifado yememizi tavsiye etmişti, biz de onun o tavsiyesine uyduk ki iyiki dinlemişiz, harika bir et yemeği ve en güzel yapan yerde İndigo.


Girit ve Rodos'u kıyaslamam gerekirse her türlü Girit derim, Rodos dinlenilecek bir yer değil ve küçük bir ada en fazla 3 gün yeterli ama Girit 1 haftada zor biter ve her yeri keyifli. Rodos'tan sonra durağımız artık Türkiye olacaktı, Rodos'tan hızlı feribotla Marmaris'e geçtik, 1 saatte Rodos'tan Marmaris'e varıyorsunuz, o anlamda gayet güzel ama o feribotun fiyatı bence çok pahalı: 50 euro. Rodos için diyeceğim son şey ise yakın olduğu için gidilebilir ama asla mutlaka gidilmesi gereken bir yer değil.

4 Haziran 2012 Pazartesi

Girit

Girit'e gitmeyi Çağan Irmak'ın "Dedemin İnsanları" filmi biter bitmez kafama koymuştum, kültürü bize çok benzese de ve internetten çok şey okusam da bir yer hakkında tam bilgi sahibi olmak için oraya gitmek tek şart diye düşünüyorum ve bu planımı gerçekleştirdim, az önce Girit'ten ayrılıp Rodos'a geçmek icin uçağa bindik, ben de uçakta 1 saat boyunca sizlere Girit izlenimlerimi yazmak istedim. Atina'da başladı Yunanistan yolculuğumuz Atina hakkında izlenimlerimi yazmıştım, Atina'da 1 gece kaldıktan sonra Sky Express'in 40 kişilik küçük uçağıyla Girit'e geçtik, Atina-Girit arası uçakla 1 saat, feribotla 8 saat sürüyor, Girit havaalanı denize sıfır çok ufak ve şirin bir havalimanı indikten sonra dışarıda otobüslerle merkeze gidiyorsunuz, Girit'in merkezi İraklio ama eğer Girit'in tadını çıkarmak istiyorsanız Hanya'ya gitmelisiniz, İraklio hem kalabalık hem de Hanya'ya göre daha kirli, Girit 4 şehirden oluşuyor: merkez İraklio, Retimno, Hanya ve Nikolaos. Uçaktan inince belediye otobüsüyle otogar'a gittik oradan Hanya otobüsüne bindik, Hanya İraklio'ya 2 saat uzaklıkta harika bir şehir, hatta dilimizdeki görürsün Hanya'yı Konya'yı da lafı oradan gelmektedir. 3 gece kaldık Hanya'da gerçekten çok güzel bir tatil oldu, 3 gece yetmedi diyebilirim 4 gece Hanya için ideal aslında, 4 gece kalırsanız tamamen tadını çıkarabilirsiniz diye düşünüyorum. Hanya'da kaldığımız otel hotel Ranieris harika bir otel, manzarası muhteşem, sahipleri inanılmaz iyi insanlar, Hanya'da gezmek için yapılacak tek şey araba kiralamak, tüm turistler de oyle yapıyor zaten, şu an sezon olmadığı için araba kiraları ucuz biz 2 gün için 100 euro'ya anlaştık üstelik arabayı da havaalanında bıraktık, 2 günde arabayla tüm Hanya'yı keşfettik ama bir gün daha olsaydı bir kaç yere daha gidilirdi.

Gece otele 23.30'da geldik dolayısıyla o gece bir yere çıkamadık ama sabah erkenden araba kiralayarak gezmeye başladık. İlk gun Almirida diye bir sahil köyüne gittik, plajı harika tavernaları meşhur bir kasaba, deniz gerçekten mükemmeldi hafif rüzgar estiği için biraz soğuktu ama tertemizdi, tavernalar ise kıyıda sıralanmış, istediğinize girebilirsiniz, biz bir arkadaşımızın tavsiyesiyle Psaros'a girdik levrek yedik onun dışında Girit salatası ve Girit'in yerel rakısı olan Çikudya'yı denedik, Çikudya yemek sonrasi digestive olarak getiriliyor ve inanılmaz sert bir içki tüm vücudu yakıyor, boğma rakı içinde hiç katkı maddesi yok evlerde yapılıyor.

Almirida'dan çıktıktan sonra otele geldik üstümüzü değiştirip Hanya merkeze indik, Old Town dedikleri denize sıfır cafelerin sıralandığı çok güzel bir yer yapmışlar, ambiyansi harika bir yer cafelerde calışanlar son derece misafirperverler. Waffle yemenizi tavsiye ederim gerçekten mükemmel yapıyorlar waffle'ı.

İlk gun boyle bitti ikinci gün otel resepsiyonistinin tavsiyesi uzerine Balos diye bir plaja gittik otele yaklaşık 45 dakika uzaklıkta ama inanilmaz bir yer, tam bir doğa harikasi Balos. Belirli bir yerden sonra bir patikaya giriyorsunuz ve tam 20 dakika tırmanıyorsunuz arabayla, yanınız uçurum, düşerseniz 500 metre yuvarlanıp denize gidersiniz, sık sık durarak fotoğraf çektik öyle inanılmaz bir manzara ki aşık olmamak elde değil, 20 dakikalık tırmanıştan sonra arabayı bir yerde bırakıp bu sefer 20 dakikalik bir yürüyüşe başladık ve indiğimizde gördüğümüz manzara ile ağzımız açık kaldı, böyle bir güzellik dünyanın hiç bir yerinde yok diyebilirim, mavi ve yeşil bir bütün olmuş, deniz kumsal iç içe muhteşem bir doğa manzarası karşınıza çıkıyor. Fotoğraf çekmekten doğru dürüst yüzemedim desem yeridir, Demem o ki eğer bir gün Girit'e gidecekseniz BALOS'a muhakkak gidin.

Balos'tan kolay kolay ayrılamadım ama gitmemiz gerekiyordu ve 20 dakikada indiğimiz yeri 45 dakikada çıkabildik adeta climbing yapık, Balos'tan çıkınca Kalo Stalos'a böreki yemeye gittik, Girit'in yerel lezzetlerinden biri de böreki ve cidden çok lezzetli kesinlikle denemelisiniz, böreki yedikten sonra son gecemizi geçirmek icin Hanya merkezde tavernalar caddesine gittik orada da aynı Almirida da olduğu gibi tavernalar kıyıya sıralanmışş ama orada gideceğiniz tek taverna AKROGİALİ olmalı, saat 23.30'a geliyordu biz mekana girdiğimizde ve bomboştu belki de sahibi kapamak üzereydi, Türkiye'de olsa kapalıyız derlerdi ama orada bizi çok iyi karşıladılar, sahibi inanilmaz iyi ve misafirperver birisi, Türk olduğumuzu öğrenince daha da ilgilendi açıkçası getirdigi salatalar inanilmazdi ben ki salata manyaği birisiyim o salataları ömrü hayatımda unutamayacağım, salatadan sonra midye istedik, yunan midyesi bizim midyeden çok farklıymış, tad olarak da maalesef cok daha güzeldi, şarap ve pesto ile terbiye ederek sunuluyor ve gerçekten çok lezzetli, midyeden sonra balıklarımız geldi, balıklar her daim taze ve Akrogiali'nin özel soslarıyla çok daha lezzetli oluyor. Balıkla beraber Uzo içtik, uzo bizim rakıya göre çok hafif evet güzel ama Türk rakısını hiçbişeye değişmem açıkcası, balıklar bittikten sonra kendi ikramı olan tatlıları getirdi mekanin sahibi Yorgo, o kadar güzeldi ki  tatlı tarifini isteyecektim, tatlılar bittikten sonra Psaros'da da ikram edilen Çikudya geldi, meğerse Girit'te her yemekten sonra ikram olarak getirilirmiş, ilk başta istemedik çünkü Psaros'daki cok acıydı ama Yorgo'nunn ısrarlarıyla içtim bu sefer hic acı gelmedi ve cidden hazmı kolaylaştırması açısından gayet yararlı bir içki diyebilirim, Girit rakısı olarak da biliniyor ve sadece evlerde yapıliyor. Girit'te 2 günde elimizden geldiğince gezdik, sezon olmadığı için kalabalık değildi ve bu işimize geldi, rahatça gezebildik, eğer Çeşme ve Bodrum'dan sıkıldıysanız ve çok daha ucuza tatil yapmak istiyorsanız Girit'e muhakkak gidin derim, bu arada kim Türk olduğumuzu öğrendiyse çok sıcak davranı yani Türk düşmanlığı diye bir şey de palavraymış onu anladım.

3 Haziran 2012 Pazar

Atina

Yunanistan turumuz Atina'dan başladı, Atina küçük bir şehir olmasına rağmen içinde barındırdığı kültürle dünyanın en önemli şehirlerinden biridir. Hem Yunan tanrıları hem de ünlü filozofların yaşadığı bir şehir olarak zaten çok farklı bir şehir olmuştur Atina.

Atina'ya pazar günü İstanbul'dan Thy'nin 12.50 uçağıyla gittim, saat 14'de havaalanına ayak bastım, Atina havaalanı şehre çok uzak ama tabi ki her havaalanında olduğu gibi metroyla kolay bir şekilde şehre ulaşabiliyorsunuz. Metro hemen havaalanı çıkışında yürüyerek 2 dakika bile sürmüyor, metroda ilgimi çeken ise Türkiye'deki gibi turnikeler yok yani bilet almadan da geçebilirsiniz ama tabi ki herkes bilet alıyor, havaalanı bileti 8 euro, normal bilet ise 1.2 euro. Normal bilet alıp da havaalanına gidebilirsiniz kimse kontrol etmiyor ama bence kimse böyle bir şey yapmıyordur. Havaalanından metroyla şehir merkezi yaklaşık 40 dakika sürüyor. Omonia, Syntagma ve Monastraki merkezdeki üç cadde, bizim otel Monastraki metro istasyonunda indikten sonra yaklaşık 4 dakikaydı, Attalos otelde kaldık 3 yıldızlı ufak ama tam şehir merkezinde olan, sadece yatmak için bence çok güzel bir oteldi. Otele yerleştikten sonra Akropolis'e gidelim dedik ama pazar günü erken kapandığı için gidemedik ne yapsak diye düşünürken aklımıza o gün Olympiakos-Panathinaikos basket maçı olduğu geldi, acaba gitsek bilet bulup girebilirmiyiz diye düşünürken şansımızı deneyelim dedik ve metroyla Pire'ye geçtik, Olympiakos Pire semtinin takımı, Pire Atina'ya metroyla Monostraki'den yaklaşık 25 dakika, Pire metronun son durağı, Olympiakos'un salon ise son duraktan bir durak önce, meşhur Peace and Friendship stadyumuna metrodan indikten sonra yürüyerek 4 dakikada ulaşıyorsunuz, basket salonlarının tam karşısında futbol stadları var adamlar orayı adeta Olympiakos cehennemine çevirmişler, heryer kırmızı beyaz oluyor zaten, başka bir renk giyen kimseyi bulamazsınız maç zamanı, maçın başlamasına 1 saat kala vardık salona ve sormaya başladık bilet( hic umudumuz yoktu, çünkü final maçıydı ve Olympiakos-Panathinaikos maçları dünyanın en büyük basket derbisidir) 3-5-10 kişi derken bir bilet bulduk ama biz iki kişiydik, riske girdik ve o bileti aldık üstelik biz karaborsada 30 euro'ya kadar gözden çıkarmışken adam bileti bize kendi fiyatından sattı:10 euro, orada yaklaşık 14 bin Olympiakos taraftarı vardı ve biz Türküz deyince hepsi bize büyük dostlukla yaklaştı çünkü 1 hafta önce İstanbul'da Euroleague şampiyonu olmuşlardı ve Türkiye onlar için özeldi bir yerdi.

Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim Yunanistan'da asla Türk düşmanlığı yok, Atina, Girit ve Rodos'ta kaldığımız 6 günde hangi Yunanlıyla sohbet etsek ve Türk'üz desek hepsi de inanılmaz güleryüzlü olarak karşıladı bizi, gayet de misafirperver ve dostça davranıyorlar Türklere. İkinci bileti aramaya başladık tabi ilkini bulunca ve onu da kolayca bulduk ve onu da fiyatı neyse ona aldık karaborsa değil, adamlar Türkiye'den geldik maç için diyince daha da yardımcı oldular bilet bulmamız için. Salona girdik ve o salondaki ambiyansı görünce direk şunu düşündüm Beşiktaş-Fenerbahçe-Galatasaray müsabakaları da neymiş, inanılmaz bir ambiyans, atmosfer ve 14 bin Olympiakos taraftarı salonu adeta cehenneme çevirmişler, hep bir ağızdan hiç durmadan yapılan tezahüratlar, rakibi baskıya almak için yapılan her türlü şey, ses bombaları, meşaleler herşey orda vardı, sigara içmek serbest mi bilmiyorum ama salonda içmeyen bi bizdik, kızlar da erkekler gibi hep bir ağızdan erkeklerin yaptıkları kadar rakibi baskı altına alıyorlardı, ben hiçbir zaman bu kadar kız görmedim Türkiye'de bir maçta(ceza maçları hariç) ve oraya oturmaya gelmemişler hepsi sesleri kısılana dek bağırdı maç bitene dek. Hani deplasman diyoruz ya işte Peace and Friendship salonu deplasman tanımının en iyi örneği kesinlikle. Ölmeden önce yapılması gereken şeylere kesinlikle eklenmeli Olympiakos-Panathinaikos basket maçını o salonda izlemek. Maçı Olympiakos büyük fark atarak kazandı, ama her baskette sanki o an öne geçmiş gibi seviniyorlar, çığlıklar atıyorlardı. Maçı Olympiakos kazandı ve o kalabalık salon 5 dakikada boşaldı ve dağıldı tezahüratlar ederek.

Burda Yunan polisine de değinmek istiyorum adamlar sadece oradalar, ne bir şeye karışıyorlardı, ne bi çıkıntılık yapıyorlardı, Türk polisiyle karşılaştırınca bence aralarında çok fark var keşke bizim poliste öyle olsa. Maç bitiminde Pire'de güzel bir restoran olan Karsi restorana gittik, Marina Zea bölgesinde olan Karsi'de deniz mahsülü yemek gerçekten çok keyifli, manzarası da harika direk denize bakıyor. Karsi'de yediğimiz balık ve ahtapot harikaydı, servis de en az yemekler kadar harikaydı, yemek yedikten sonra Marina Zea'da bi kafede oturduk denize karşı tatlılarımızı yedik ve sonra taksiyle Atina merkeze döndük, otelimizin olduğu Monostraki'ye, orada biraz turladık gece 2 olmasına rağmen gayet hareketliydi Plaka bölgesi, zaten Atina'nın en turistik bölgesi Plaka bölgesidir, güzel tavernalar ve cafeler hep o bölgede sıralanmışlardır. Orada kısa bir tur attiktan sonra otele gittik ve uyuduk sabah erken kalkıp Atina'yı yerle bir edecektik ve akşam 19'da Girit uçağımız vardı.

Sabah kalktık ve ilk durağımız her turistin yaptığı gibi Akropolis oldu, Akropolis Yunanca yüksek şehir anlamına geliyor ve tüm Atina ayaklarınızın altında oraya çıktığınızda, giriş 12 euro ama 1 hafta geçerli o bilet ve sadece Akropolis değil müzelere giriş için de kullanılıyor. Akropolis yavaş yavaş gezilmesi gereken bir yer çünkü heryeri tarih kokuyor, her yeri inanılmaz büyüleyici, Akropoliste minimum 3 saat kalmak lazım ki aslında o da yetmez ama bizim biraz acelemiz vardı o yüzden 3 saatte hızlandırılmış tur ile gezdik, müzeleri pas geçmek zorunda kaldık ki sadece müzeler 5 saatte geziliyor, Akropolis harika ama maalesef Yunanistan o kültüre sahip çıkamamış, çok yıpranmış restore çalışmaları biz ordayken devam ediyordu ama zaten fazla bi şey kalmamış eski fotoğrafını görünce anlıyorsunuz bunu.

Akropolisten indikten sonra gezilmesi gereken diğer yerlere sırasıyla gittik, Atina'da gezilmesi gereken yerler Akropolisten başlayarak birbirine çok yakın, hani sanki resmen turistlerin gezmesi için bilerek öyle dizilmişler gibi o yüzden turistler çok şanslı ve şehir 1 gününüzü ayırırsanız kolayca geziliyor. Akropoliste Heredot Atticus tiyatrosu, Dionizos tiyatrosu, Athena Nike(dünyaca ünlü nike markası da burdan geliyor) tapınağı, Parthenon tapınağı, Thesion tapınağı zaten burdayız diyolar onları görmeden ordan inme şansınız yok. Akropolisten indikten sonra az dinlenip direk Atina üniversitesine gittik, Akademi ve ulusal kütüphane de Atina üniversitesinin hemen yanında orayı gezdikten sonra ver elini ilk Olimpiyatların yapıldığı Olimpiyat Stadyumuna, giriş 3 euro ama değer, orada da 30 dakika geçiriyorsunuz, Olimpiyat Stadyumundan sonra ise Zappio tarihi binasına geçtik ki yürüyerek 5 dakika oradan da yine yürüyerek 5 dakika olan Zeus tapınağına gittik. Zeus tapınağı da çok ihtişamli bir yapı ve muhakkak gidilmesi gereken bir yer ordan da şehrin merkezinde olan tarihi Parlemento Binasina geçtik, orayı da gezdikten sonra ki saat 5 olmuştu artık otele geçip bavullarımıı alıp havaalanına doğru yol aldık, sabah 9'dan akşam 5'e kadar gezerek Atina'nın gezilmesi gereken yerlerini bitirdik sadece müzeler kaldı. Dediğim gibi atina'yı gezmek için 1 gün yeter ama yine de bizim gibi sıkıştırılmış ve yorucu bir tur yapmamak icin 2 gün ayırmak daha mantıklı olur. Atina'da kime ne sorsak bize çok yardımcı oldu, taksicilerin hepsi Türk oldugumuzu direk tahmin etti, taksiciler çok kültürlü, bir taksici Özal ve Çiller döneminden bahsedip Türk siyasetine bile girdi.

Yunanistanla ilgili dikkatimi çeken bir şey de hangi cafe ya da restorana oturursanız oturun direk 1 şişe su geliyor, sadece Atina'da değil Girit ve Rodos'ta da bu böyleydi ve çok hoşuma gitti bu olay, Türkiye'de 200 ml suyu bile parayla satarlarken Yunanistan'da bunu görmek beni açıkçası çok şaşırttı ama bence olması gerekende bu, su berekettir ve sudan ücret asla alınmamalıdır, dikkatimi çeken başka bir nokta ise maalesef kredi kartı sorunu, gerek Atina gerek Girit gerekse Rodos üç yerde de maalesef kredi kartı geçen yer sayısı parmakla gösterecek kadar az, 10 mekana soruyorsak bir veya ikisinde kart geçiyordu, genelde nakit çalışıyor mağazalar, kredi kartı geçen yerlerde de pos makinası yok eski tarz kredi kartı makinası(bilenler bilir kartı koyup kopyalıyorsun, bakiyen yoksa bile ödemiş oluyorsun, çok riskli bir yöntem) var, kart geçmemesi bence bu kadar turist çeken bir ülke için büyük bir eksi.

Atina gezimiz bittikten sonra akşam 7 ucağıyla Girit'e geçtik. Uçak Sky Express(Girit'in havayolu şirketi) in uçağıydı ve yaklaşık 40 kişilik pırpır diye tabir ettiğimiz ufak uçaktı ve kaptanlar bile uçağa bizimle birlikte geldiler, 1 saat süren yolculuktan sonra Girit'e ulaştık.

Atina özellikle Türklerin kesinlikle görmesi gereken bir yer, ortak bir kültürümüz olduğu bir gerçek ve bu kültürü orada görerek yaşamak gerekir, tarihe merakı olanlar ise Akropolis'i görmeden asla ölmemeliler diye düşünüyorum, 2 gün Atina'yı gezmek için ideal, Atina'ya gitmişken mutlaka yapılması gereken bir şey de kesinlikle Olympiakos-Panathinaikos basket maçı izlemek diyorum.