22 Kasım 2014 Cumartesi

SCARLETT JOHANSSON



Scarlett Ingrid Johansson 22 kasım 1984’te New York’ta dünyaya geldi, annesi Polonyalı bir bir musevi, babası Danimarkalı bir mimardır, Scarlett’in kendisinden 3 dakika sonra dünyaya gelen Hunter adına bir erkek ikiz kardeşi vardır. 

Scarlett adını Gone with the Wind filminin Scarlett O’Hara’sından, Ingrid ismini de Hollywood’un en asil ve güzel kadınlarından biri olan Ingrid Bergman’dan almıştır. Oyunculuk kariyerine 1994 senesinde North filmiyle başlayan Scarlett, 95 senesinde Just Cause adlı filmde Sean Connery ve Laurence Fishburne ile kamera karşısına geçmiştir. 

1996 senesinde henüz 3.filmi olan Manny&Lo’da daha 12 yaşındayken ilk başrolünü almıştır, daha sonra sırasıyla If Lucy Fell, Fall ve Home Alone 3 filmlerinde rol alan Scarlett, sinemada asıl patlamasını The Horse Whisperer filminde yapmıştır, 1998’de Robert Redford’un hem yönetip hem de oynadığı The Horse Whisperer’daki oyunculuğuyla Hollywood’un dikkatini çekmeyi başaran Scarlett genç star ödülünü kazandı, bu filmdeki başarısının ardından 2001’de Coen kardeşlerin The Man Who Wasn’t There filmindeki oyunculuğuyla sinemaya iyice ısındığını gösterdi, 2001 senesi Scarlett için çok verimli bir sene olmuştur, The Man Who Wasn’t There’in ardından kült film Ghost World’de oynamıştır, benim de en sevdiğim Scarlett filmlerinden biri olan Ghost World başta amerika olmak üzere tüm dünyada büyük beğeni kazanmıştır, düşük bütçesine rağmen gişede de iyi iş yapan Ghost World Scarlett’in Hollywood’da iyice yer edinmesini sağlamıştır, 2001’de oynadığı son film olan American Rhapsody’de de iyi bir drama oyunculuğu çıkaran Scarlett için 2001 senesi kariyerinin çıkış senesi olmuştur.

2001 senesindeki çıkışını 2003 senesinde zirveye taşıyan Scarlett, Girl with a Pearl Earring ve Lost in Translation filmlerinde sergilediği efsane oyunculuklarla Hollywood’un yeni yıldızı olacağını göstermiştir. Sofia Coppola’nın çektiği ve eleştirmenler tarafından çok olumlu eleştiriler alan Lost in Translation filminde Bill Murray ile başrolü paylaşan Scarlett filmin büyük başarı elde etmesinde de başrolü oynadı, Girl with a Pearl Earring filminde de ünlü ressam Johannes Vermeer’in ünlü İnci Küpeli Kız tablosundan esinlenerek çekilen filmde İnci Küpeli Kızı oynayan Scarlett eleştirmenler tarafından çok olumlu yorumlar aldı ve bu iki filmde gösterdiği performanlar sayesinde golden globe’da hem komedi hem drama dalında en iyi kadın oyuncu ödülüne aday oldu. Lost in Translation filmindeki oyunculuğuyla Venedik film festivalinde ve Bafta'da en iyi kadın oyuncu ödüllerini kazandı ve henüz 19 yaşında iki önemli sinema ödülünün kazanarak bir anda Hollywood’un en önemli kadın oyuncuları arasına girdi. 

2003 senesindeki başarılarından sonra 2004 senesinde 4 filmde oynadı Scarlett, The Perfect Score ve In Good Company adlı komedi filmlerinde ve A Love Song For Boby Long ve A Good Woman dram filmlerinde rol aldı ve A Love Song For Boby Long filminde tekrar golden globe’da en iyi kadın oyuncu ödülüne aday oldu. Scarlett’in bu başarıları Woody Allen’ın da dikkatini çekti ve 2005’de Woody Allen’ın Londra’da çektiği Match Point filminde rol aldı ve üst üste 4.sene golden globe’da oyunculuk dalında adaylık aldı Match Pointteki performansıyla fakat yine kazanamadı. 2005 senesinde kariyerinin ilk yüksek bütçeli filminde rol aldı ayrıca, Michael Bay’in yönettiği başrolünü Ewan Mcgregorla paylaştığı The Island filminde ilk aksiyon rolünün üstesinden başarıyla gelen Scarlett 2006 senesinde de büyük yönetmenlerde çalışmaya devam etti, Match Pointteki başarısı Scarlettin ikinci bir Woody Allen filminde oynamasını sağladı, Scoop’da bu sefer Hugh Jackman’la başrolleri paylaştı, Match Point’e göre daha vasat bir film olsa da Woody Allen’la kimyası uyuşmuştu Scarlettin, 2006’daki bir diğer filmi usta yönetmen Brian De Palma’nın The Black Dahlia filmiydi, yönetmen ve kadro çok iyi olsada film maalesef istenen başarıyı sağlamamıştı ve De Palma’nın en kötü filmi olarak sinema tarihine geçmişti ama Scarlett bu fiyaskoyu hemen telafi edip 2008’in belkide en iyi filmi olan Christopher Nolan imzalı The Prestige’de Christian Bale ve Hugh Jackman (Scoop’dan sonra 2.kez) la başrolleri paylaştı, The Prestige o senenin en iyi filmi olmasının yanı sıra sinema tarihininde en iyi filmlerinden biri olarak tarihe geçti ve Scarlett bu filmiyle artık büyük bütçeli filmlerin de aranılan oyuncusu olmayı başarmıştı.

2007’yi biraz dinlenerek geçiren Scarlett sadece kendi çapında bir komedi olan The Nanny Diaries filminde oynadı, 2007’deki dinlenmenin ardından 2008’de 3 filmde daha beyazperdeye iddalı bir şekilde çıktı Scarlett, The Other Boleyn Girl filminde Natalie Portmanla başrolü paylaşıp çok iyi bir kimyayla harika iki performans izledik bu ikiliden, bu filmin hemen ardından Woody Allen’la 3.filmine imza atan Scarlett, Vicky Cristina Barcelona filmiyle Javier Bardem ve Penelope Cruzla birlikte harika bir film izletmeyi başardı seyircilere, 2008’de oynadığı son film ise 2006’daki The Black Dahlia fiyaskosuna çok benziyordu Frank Miller’ın The Spirit filminde oynadı ama film gerçekten çok kötüydü dolayısıyla Scarlett de filmi kurtaramadı ve 2008’i 2 iyi bir kötü filmle kapattı Scarlett, 2009’da da 2007’de olduğu gibi sadece bir komedi filminde oynadı ama bu film kadrosu bakımından büyük yıldızların olduğu bir filmdi, He’s Just not that into You filminde Jennifer Aniston, Jennifer Connely, Drew Barrymore, Ben Affleck ve Bradley Cooper ile oynadı ve bu filmde kariyerinin casting olarak en bol yıldızlı filmi oldu.

2010 senesinde Iron Man ekibine Black Widow olarak katıldı, Iron Man 2 filminde canlandırdığı Black Widow karakteriyle eleştirmenlerden çok olumlu yorumlar aldı ve aksiyon filmlerinde de yetenekli olduğunu kanıtladı, 2011’de Matt Damon’la bir Cameron Crowe filmi olan We Bought a Zoo’da oynadı, 2012’de iron man 2’deki başarılı performansı sayesinde The Avengers filminde oynamayı başardı ve yine Black Widow olarak karşımıza çıktı, yine 2012’de Alfred Hitchcock’un Psycho filminin çekim aşamasını anlatan Hitchcock filminde Janet Leigh’i canlandırdı. 

2013 senesine geldiğimizde ise 3 filmle karşımıza çıktı Scarlett, bu filmlerden ikisi bu zamana kadar oynadığı filmlerden çok daha farklı filmler oldu ve izleyiciyi bir hayli şaşırtmayı başladı bu filmlere, önce yakın arkadaşı Joseph Gordon Levitt’in yönettiği Don Jon filminde bu zamana kadar gördüğümüz en seksi Scarlett Johansson’u gördük, bu zamana kadar sexy kadın karakterini canlandırdığı filmler olmuştu tabi ama Don Jon’da sınırlarını zorladı Scarlett ve karakterine iyi bir oyunculukta katarak başarılı bir performan çıkardı, bu filmden sonra oynadığı Under The Skin Scarlettin ünlendikten sonra oynadığı ilk bağımsız film oldu ve bu filmde Scarletti hiç görmediğimiz bir karakterde gördük, bir Alien’ı canlandırdı Scarlett ve şimdiye kadar beyazperdede ilk defa çıplak bir Scarlett gördü seyirciler, bu kadar güzel bir oyuncunun böyle düşük bütçeli bağımsız bir yapımda tamamen sahnelerin gerektirdiği çıplaklığı kimseyi rahatsız etmedi tam tersine kariyerindeki bazı engelleri kırması açısından çok olumlu karşılandı. Under The Skin’deki performansı izleyenleri ciddi anlamda etkiledi ve bu filmde Scarlett ben her türlü rolde oynarım mesajını çok güçlü bir şekilde verdi, Under the Skin’den sonra 2013’deki son filmi Her’de ise belkide sinema tarihinde bir ilki gerçekleştirdi ve izleyenleri kendine sadece sesiyle aşık etti, filmde sadece sesiyle rol alan Scarlett o kadar iyi bir oyunculuk performansı gösterdi ki(oyunculuğun sadece sesle de olabileceğini kanıtladı adeta) oscar adaylığı konuşulmaya başlandı ama akademi bir filmde bedenen olmayan bir oyuncuyu aday göstermeyeceğini açıklayarak büyük tepki çekti, Her Scarlett’in de katkılarıyla Afi tarafından yılın filmi seçildi, Satürn ödüllerinde sadece sesiyle en iyi yardımcı kadın ödülünü aldı, hem Under The Skin hem de HER filmiyle Scarlett sinema alanında hiç alışık olmadığı ve cesaret isteyen alanlara girdi ve çok büyük bir başarıyla çıktı bu maceradan ve bu performanslarıyla Hollywood’da da çok büyük takdir kazandı. 

2014’e geldiğimizde yine 3 filmle karşımıza çıktı Scarlett, Jon Favreu’nun Chef filminde Iron Man’dan başrol arkadaşı olan Robert Downey ile oynadı, Captain America: The Winter Soldier ile Marvelin çektiği filmlerde 3.rolünü gerçekleştirdi son olarak da usta yönetmen Luc Besson’un Lucy filminde bu zamana kadarki en büyük aksiyon filminde tek başına rol aldı ve çok iyi oynadı.

2014 bitmek üzere ve Scarlett Johansson’un bugün doğum günü tam 30 sene önce bugün dünyaya gelen bu sarışın kızın, 30 senelik yaşamında oynadığı filmleri yazdım size, 10 yaşında başladığı sinema kariyerinde tam 20 senedir kameralar karşısında olan Scarlett bu zamana kadar oynadığı filmlerde dram, komedi, macera, bilimkurgu türlerinde oynadığı filmlerde çok iyi performanslar sergiledi, güzelliğinin oyunculuğunun önüne geçmesine asla izin vermedi, sinema tarihinin en güzel kadınlarından biri olarak her filminde üstüne koyarak bu zamana kadar geldi.

Sadece sinemada değil tiyatroda da ben varım diyerek Broadway’de 2009’da Arthur Miller’ın yazdığı A View from The Bridge'de oynadı ve bu performansıyla 2010’da Tony ödüllerinde en iyi kadın tiyatro oyuncusu ödülünü kazandı, 2012’de Cat on a Hot Tin Roof’da Maggie karakterini canlandırdı ve eleştirmenler tarafından bu performansı da çok beğenildi. Müzik sektöründe de varım diyen Scarlett 2009’da Pete Yorn’la beraber bir albüm yaptı, ayrıca bu zamana kadar sayısız dergi kapağını süsleyip, bir çok ünlü markanın( Calvin Klein, L’Oreal, Louis Vitton, Dolce Gabbana, Moet&Chandon) reklam yüzü oldu, politik olarak da tarafını belli eden Scarlett Obama’nın seçim kampanyalarında aktif bir rol almıştır. 

2008 senesinde kendi gibi oyuncu olan Ryan Reynolds’la evlenen fakat sadece 2 sene evli kalıp boşanan Scarlett, 2013’de fransız reklamcı Romain Dauriacla nişanlanmış ve çiftin bu eylülde Rose Dorotyh adında kızları dünyaya gelmiştir.

Bugün 30 yaşına başan Scarlett Johansson bu zamana kadar başta sinema kariyeri olmak üzere bir sürü alanda çok başarılı bir kariyere sahip olmuş ve 20’li yaşlarını bitirip 30’lu yaşların ilk gününe başlamıştır, Scarlett’i 30’lu yaşlarında sinemada çok daha iyi rollerde çok daha iddalı şekilde izleyeceğimizden hiç şüphem yok, kendisinin bu olgunluk döneminde oscar kazandığını görmek de açıkçası beni şaşırtmayacaktır, hem sesi, hem fiziği, hem oyunculuk yeteneği hem de o efsane güzelliğiyle 30 yaşına giren Scarlett Johansson’un doğum gününün bu yazıyla kutlamak istedim. iyi ki doğdun scarlett.

7 Eylül 2014 Pazar

COMO


Sabah erkenden kalktık ve Comoya gitmek için Milano central tren istasyonuna gittik, ordan hızlı trenle 30 dakika süren yolculuk sonra Comoya indik, bilen bilir Como Gölü dünyaca meşhur bir göl olup, başta George Clooney olmak üzere Brad Pitt, Angelina Jolie, Madonna gibi yıldızların evlerinin olduğu dünya harikası bir yer, Como çok küçük ama küçüklüğüyle ters orantılı şekilde büyüleyici bir yer, o göl gerçekten muhteşem, bildiğimiz göllerden asla değil, iki vadi arasında ve inanılmaz büyüleyici bir manzara, Comoyu ve tabi gölünü kuş bakışı incelemek için fünikülerle yaklaşık 8 dakika süren bir tırmanış yapıyoruz, kişi başı 5 euro gibi cüzi bür ücretle dünyanın en güzel manzaralarından birine şahitlik ediyorsunuz, yaklaşık 1 km çıkıyorsunuz, çıktığınız yerin adı Brunatte, Comoya kuş bakışı bakan çok güzel bir köy, Brunateye çıktıktan sonra vücut o yüksekliğie alışmak için 3-4 dakika bocalıyor ama sonra bol oksijenli yüksek rakımlı ve muhteşem manzaralı brunateye alışıyorsunuz.

Fünikülerle çıkmadan önce biz bira aldık manzaraya karşı içmek için, kesinlikle tavsiye ederim çünkü çok büyük bir keyif, fünikülerden indikten sonra yaklaşık 10 dakika yürüyoruz çünkü sadece bir yer var o manzarayı keyifle izleyebileceğiniz, evler hep kapmış ve kapatmış manzarayı, 10 dakika kır yürüyüşü yaptıktan sonra o aşık olacağınız manzarayı tüm çıplaklığıyla göreceğiniz yere geliyorsunuz, bir bank var oraya oturup manzarayı ağzımız açık bir şekilde izlemeye başladık, karşımızda da üstünde ciddi bir şekilde kar olan alpler, bir göle bir alplere bakıyor, baktıkça büyüleniyorum, zaten Comonun karşısı Lugano İsviçre, Como İtalyanın sınırı ordan sonra İsviçre yürüyerek 30 dakika, çıktığımız yer o kadar yüksek ki bir ara üstümüzden kartal geçiyor evet kartal, bildiğimiz kartal, ilk defa bir kartal görmüş oluyorum böylelikle, tüm heybetiyle üstümüzde iki üç tur attıktan sonra uzaklara doğru yol alıyor, canlı canlı kartal fotoğraflamayı da başarıyoruz böylelikle, öyle büyük bir kartaldı ki gelip beni kaldırsa çok rahat kaldırıp götürebilirdi o yüzden açıkçası korkmadım da değil, çünkü istese gerçekten yapardı bunu, kartal gittikten sonra manzaranın büyüleyiciliğine elimizdeki biraları da açarak kapılıyoruz, yaklaşık bir buçuk saat manzara eşliğinde oturup bol bol fotoğraf çekiyoruz ve artık inip Comoyu keşfetme vaktimizin geldiğini anlayıp istemeyerek de olsa o harika manzaraya veda edip, fünikülerle aşağı inip, Como gölünü gezmeye başlıyoruz, fünikülerden sonra bu sefer de vapur turuyla Como gölünün tadını çıkaralım dedik ve 1 saatlik vapur turu için sıraya geçtik 9 euro karşılığında 1 saatlik Como gölü vapur turuna katıldık, öyle güzel bir turdu ki eğer Comoya giderseniz mutlaka bu turu alın derim ki almamak zaten çok saçma olur, o 1 saat hiç bitmesin istedim açıkçası çünkü o cennet gölün içinde vakit maalesef çok hızlı geçiyor her güzel şeyde olduğu gibi, vapur turuda bittikten sonra bu sefer Comonun içine keşfetmek için gezmeye başladık.

Como duomosuna gittik her ne kadar bir Milano ve Floransa duomosu olmasa da ufak ama güzel bir dumoydu Como duomosu da, baya bi gezdikten sonra dönüş vaktimizin de yaklaşmasıyla Comoda bir yemek yemeden dönmeyelim dedik ve duomonun tam karşısındaki restoranda makarnalarımızı yiyip biralarımızı içerek keyif yaptık, İtalyadaki en kötü yemeğimizi yedik diyebilirimi hem hizmet çok kötüydü hem de yemekleri beğenmedim açıkçası, he bi de İtalyan içkisi olan grappe içtim, içkiyi seven ve hemen hemen her içkiyi içmiş biri olarak söylemek gerekirse grappe cidden çok saçma bir içki, inanılmaz ağır bi kere keyif alamıyorsunuz içerken, ve tadı da berbattı, denedim evet ama bir daha içeceğimi sanmıyorum. yemeğimizi de yedikten sonra Como tren garına gidip trenimize binerek milanoya geri döndük, harika bir gün geçirdik Comoda, bi kez daha gelir miyim, evet kesinlikle gelirim üstelik bu sefer günübirlik değil gece konaklamalı gelirim Comoya.

MİLANO



1.gün:
Floransadan hızlı trenle Milanoya geçtik yaklaşık 1 saat 20 dakika süren yolculuktan sonra Milano centrale tren istasyonuna geldik, Milano Romaya göre çok daha büyük bir şehir ve Romada 2 tane metro hattı varken Milanoda tam 4 metro hattı var, metrosu çok geliştiği için de şehir büyük olmasına rağmen her yere metroyla gidebiliyorsunuz. 

Central istasyonunda indikten sonra otelimizin olduğu yere Ca Granda metro istasyonuna doğru yol aldık tabi önce Milanoda 2 gün boyunca kullanabileceğimiz metro kartı aldık, otelimizin olduğu yer merkeze uzak olsa da metroyla aktarmalarla çok rahat ve hızlı bir şekilde gittik, bizim Milanoya geldiğimiz gün İtalya liginin açılışı vardı ve Milan(benim Beşiktaştan sonra en sevdiğim takımdır)-Lazio maçı vardı, bu büyük şansı kaçırmak istemedik ve otele yerleşir yerleşmez Milan-Lazio maçını izlemek için tarihi San Siro stadına gittik. San Siroya da metro yapılıyor ve bitmek üzere, bitince ulaşım çok daha kolay olacak stada ama yine de biz çok rahat ulşatık, lotto metro istasyonunda indikten sonra 10 dakika yürüme mesafesinde San Siro, bir futbol tutkunu olarak en büyük hayallerimden biriydi o statda bir Milan maçı izlemek ve bunu gerçekleştirdiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum, bileti stad gişelerinden 50 euroya aldık, ve Milanın yeni sezon formasını da alarak stada girişimizi yaptık, stad gerçekten çok büyük ve tarihi bir stad yaklaşık 80 bin kişi alıyor, rakipte güçlü Lazio olunca stad tamamen dolu olmasada ilgi büyüktü maça, Milanın efsane taraftar grubu CurvaSud kale arkasında inanılmaz bir destek veriyor takımlarına, aynı bizim çarşı gibi, hiç susmadan 90 dakika takımı ateşliyorlar. kapıların açılması için dışarda beklerken gözlemlerim oldu, bizdeki ve avrupadaki taraftarlık anlayışıyla ilgili, onlar bu olaya kesinlikle kültürel bir aktivite olarak bakıyorlar, 70 yaşındaki amca eşini alıp geliyor, 6 yaşındaki çocuğunu kucaklayıp hamile karısıyla da maça geliyor insanlar, ne gürültü var stad dışında ne arbede ne de bir karışıklık, alkol de serbest bu arada, stada yakın cafelerde bira satılıyor, kapıların açılmasını beklerken biramızı da rahat rahat içtik. kapılar açıldı ve rahat rahat maça girdik, aramızda Lazio taraftarları da vardı bu arada, düşünsenize Galatasaray-Fenerbahçe maçında Galatasaray tribününde Fenerbahçe formalı birisinin olmasını, sanırım ordan sağ çıkamaz o kişi ama avrupada öyle değil, münferit olarak rakip takım formasıyla gelip maçını çok rahat izleyip takımına destek verebiliyorsun. maça girdik maç başladı, çok zevkli bir maç oldu bizim şansımıza, maçı 3-1 kazandı Milan, Lazio bir de penaltı kaçırdı, şu an için erken belki ama Milan sanki bu sene geçen seneki hayalkırıklığından sonra epey toparlanmış, en kötü ikinci olurlar diye düşünüyorum. maç bittikten sonra yaklaşık 60 bin kişi bir anda çıktı staddan, hiç beklemeden herkes yürüyerek rahat rahat çıktı, kimi motoruna kimi arabasına bindi çoğunluk da metroya yürüdü, ben de en büyük hayallerimden birini gerçekleştirmenin verdiği mutlulukla otele doğru yol aldım, otele gittik ve maçta yorulduğumuz için otel civarında takıldık, merkeze inmedik ilk gün, ikinci gün erken kalkıp Milanoyu keşfe çıkacağımız için erkenden uyuduk.

2.gün:

Sabah erkenden kalkarak Milano merkeze gitmek için metroya bindik, Milanonun merkezi Duomo yani Milano katedralinin olduğu yer, Floransadaki duomonun nerdeyse 3 katı büyüklükte muhteşem bir Duomosu var Milanonun, şehrin merkezinde tüm şatafatıyla duruyor, o yapıyı bir insan nasıl yapmış, gerçekten hayret ediyorsunuz görünce. başlangıcından bitişine tam 500 yıl sürmüş inşaatı duomonun, gerçekten inanılmaz bir yapı, bence kesinlikle dünyanın 7 harikasından biri olmalı, duomoyu gezdikten sonra dünyanın en eski avmsi olan Galleria Vittorio Emanueleye gittik hemen yanında duomonun orası da gerçekten çok tarihi bir yapı, içinde İtalyanın en lüks markaları var, sadece bakmakla kalıyorsunuz yani ordan sonra duomonun karşısında istiklal caddesi tarzında uzun sağlı sollu mağazaların olduğu bir cadde var aynı zamanda restoran ve kafelerde var, orada restoranların birinde oturup pizza yedik yanında da portakal suyu içelim dedik, hesap geldiğinde gerçekten gözlerimize inanamadık bir portakal suyu 12 euroydu yani 36 tl, sanırım Türkiyenin en pahalı en lüks restoranında bile 36 tl ye portakal suyu içemeyiz, Milano işte böyle pahalı bir şehir, ordan kalktıktan sonra tekrar Milanoyu gezmeye devam ettik, İtalyanın tüm lüks markalarını bulabileceğimiz 7 katlı La Rinascente adlı avmye girdik, girmez olaydık, ykm tarzı bir avm olan La Rinascentenin her katında İtalyanın en lüks markaları Prada, Dolce Gabbana, Armani vsvs tarzı markalar var ve fiyatları görünce dedim ki içimden dünyada ne zenginler varmış be, fiyatlar öyle uçuk fiyatlardı ki mesela bir çanta 20 bin euro eder mi? ediyormuş, bu sadece en basit bir örnek başka bir örnek vermek gerekirse 300 euroya su alabiliyorsunuz o avmden mesela, işte öyle bir avm, insanın siniri bozuluyor kısacası :) . 

Oradan çıktıktan sonra gece Milano alemlerine akmak için enerji depolamaya otele döndük, Milanoda aperativo diye bir kültür var sadece içnkini alıyorsun yemekler bedava oluyor, orda kaldığımız 3 gün boyunca çok denk geldik ama yapmadık nedense, oysa bence çok zevkli olabilirdi, içkini alıyorsun ve sınırsız yemek yiyorsun sadece içkiye para ödüyorsun sınırsız yemek dediysem de aperatifo adı üstünde aperatif şeyler oluyor o yemekler, ama karnın doyuyor sonuçta, bence çok keyifli bir kültür ama nedense yapmadık bunu 3 gün boyunca, otelde dinlendikten sonra Milanonun en güzel caddelerinden biri olan Corso Comoya gitmeye karar veriyoruz, Corso Como turistin az olduğu, gece kulüplerinin ve restoranların olduğu, oldukça kalabalık bir cadde, ve gece 2’ye kadar nerdeyse full oluyor ki biz hafta içi gittik ona rağmen doluydu, orda İtalyada yediğim en iyi makarnayı yedim bol parmesanlı spagetti gerçekten tadı damağımda kaldı, hafta içi olması nedeniyle gece kulüpleri o kadar dolu değildi ve bir kaçı da kapalıydı sabah da erkenden Comoya gideceğimiz için fazla kalmadık otele döndük. İtalyada son metro gece 00.00’da o saatten sonra eve ya da otele dönmek için tek araç taksi, taksiler 6 eurodan açılış yapıyor ve kırmızı ışıkda bile deli gibi atıyor, taksi cidden çok pahalı anlayacağınız, mecbur kalmadıkça binilmemesi gereken bir araç.

3.gün: COMO yazısında

4.gün:

Aslında Milanoda 3 gün kalacaktık öyle hedeflemiştik geziye başladığımızda ama son gün aklımıza buraya kadar gelmişken o ünlü İtalyan markalarının outleti olan Foxtown’a gitmemek olmaz dedik, Foxtown tüm ünlü İtalyan markaların %50-80 indirimle satıldığı bir outlet İsviçre sınırında Luganoda bulunuyor ve oraya sizi zani viaggi acentası 20 euroya getirip getiriyor, internetten zani viagginin sitesinden biletimizi aldık, sabah 12’de zani viagginin önünden kalkıyor otobüs, zani viaggi cairoli metro istasyonunda indikten sonra yürüme mesafesiyle 4 dakika uzaklıkta, otelden check outlarımızı yaptık, bavullarımızı bavul odasına bıraktık, kişi başı 15 euro şehir vergisini otele ödedik ve otelden çıktık, Milanoda ağustos hariç her ay kaldığın gün başına 5 euro şehir vergisi ödüyorsun, sadece ağustosta bu vergi 5’ten 3’e düşüyor, yani Milano diyor ki beni gezmeye geliyorsan bu vergiyi ödeyeceksin, Roma ve Floransada da ödedik ama Roma da 3 euro, Floransada da 2 euro ödemiştik, Milano her anlamda pahallı bir yer vergisi de pahallı maalesef, vergimizi ödeyip rahatladıktan sonra metroyla otobüsün kaltığı yere gittik, 12 de kalkan otobüs 1’de Foxtowna vardı, Foxtowna giderken Comonun üstünden de geçiyorsunuz ve o harika Como gölünü görme şansına ulaşıyorsunuz.

Foxtowna vardıktan sonra akşam 7’ye kadar vaktimiz vardı ve açıkçası oraya büyük umutlarla gitmiştik, %80’ varan indirimler sayesinde güzel şeyler alacağımızı düşünüyorduk ama öyle olmadı maalesef, evet baya sağlam indirimler vardı ama fiyatlar o kadar yüksek ki 20 bin eurodan 10 bin euroya iniyor ya da 5 bin eurodan 3 bin euroya yani öyle ucuza bi şeyler alalım diye Foxtown’a gitmek cidden tamamen vakit kaybı, bi de saat 1’den 7’ye kadar mağazaları gezip, arap ve uzak doğulu turistlerin ellerine sığmayan çantaları görerek iç geçirdik, 7’de otobüsümüze bindiğimizde herkesin elinde 4-5 çanta vardı, Prada’dan Salvatore Ferragamoya, Dolce Babbana’dan Tods’a araplar herşeyi almıştı maşallah, e para bol olunca insan nereye harcayacağını şaşırıyor tabi, Milanoya vardıktan sonra otele gidip bavullarımızı aldık ve Malpensa havaalanında dönüş için yola koyulduk, Milano centralden 10 euroya Malpensa havaalanına otobüs var, yaklaşık her 20 dakikada bir kalkıyor ama son otobüs 23’te, 23’ten gece 4’ kadar otobüs yok, 4’te tekrar başlıyor otobüs seferleri, Milano hava alanı şehre baya uzak, hiç trafik olmadan non stop basarak 1 saatte gittik havaalanına, havaalanında 2 terminal var biri iç hat diğeri diş hat terminali, iki terminal arasında da 15 dakikalık mesafe var eğer yanlışlıkla diğerinde indiyseniz taksiye binmek zorundasınız, havalanına vardığımızda her yer kapalıydı, sanki terk edilmiş bir havaalanı gibi, ilk uçak sabah 6.20’de olduğundan sanırım ne kontuarlar açıktı ne de herhangi bi restoran, kafe, ve heryerde insanlar uyuyordu, türkiyede böyle bir sahneyle karşılaşmadığımız için biraz şaşırdım açıkçası, her yer kapalıydı ama termianlin her yerinden free wifi vardı ve fiş, benim de istediğim oydu zaten, telefonu sarja takıp sabah 5’e kadar nette dolaştım, sabah 5 gibi her yer yavaş yavaş açıldı ve 6.45’te Türk hava yollarının tk1878 seferiyle istanbula döndük.

Roma, Floransa, Milano ve Como’dan oluşan İtalya tatilimiz çok iyi geçti, çok gezdik, yedik, içtik ve eğlendik ama İtalyada daha gezilmesi gereken çok yer var ve bunların başında da Portofino geliyor, sanırım ben mayıs gibi uçağa atlar 3 gece kalmak için İstanbul’dan Genova’ya geçer ve Portofino başta olmak üzere, Cinque Terre yapıp içinde kalan Portofino hasretini gideririm.

FLORANSA


Romada geçirdiğimiz 3 gün sonrasında Roma terminiden hızlı trenle Floransaya geçtik, hızlı trenle 1 saat 30 dakikada Floransaya varıyorsunuz. S.Maria Novella tren istasyonunda indikten sonra taksiyle otelimize geçtik, otele yerleştikten sonra hemen hazırlanıp Floransayı gezmeye başladık, zaten 1 gün kalacağımız Floransada vakit nakittir mantığıyla hemen başladık gezmeye, Floransa çok küçük ama küçük olduğu kadar da büyüleyici bir yer, hayran kalmamak elde değil, otelimiz Dumoya çok yakındı Duomoyla Galleria Della Accademia arasındaydı, önce David heykelinin olduğu akademiye gittik ordan Duomoya geçtik, Floransa küçük Duomo da tam tersi çok büyük bir yapı o yüzden Floransanın her yerinden görülebiliyor, Duomoyu gezdikten sonra San Lorenzo şapeline gittik ordan da tren istasyonunun yanındaki Di Santa Maria Novellayı görmeye gittik, ardından Palazzo Strozziye geçip orayı gezdik oradan Floransanın en büyük meydanı olan Piaza Della Repubblicaya geçtik.

Gilli cafede tiramisu yedik ki kesinikle tavsiye ederim İtalya tatili boyunca yediğim en güzel tiramisuydu, Repubblica meydanı Floransanın en güzel yerlerinden biri kare şeklinde cafe ve restoranlarla çevrili ortasında atlı karınca var ve en önemlisi Gilli cafenin solunda Hard Rock Firenze var, Gilli de tiramisumuzu yedikten sonra ünlü Uffizi müzesine geçtik, orada da inanılmaz sıra vardı ve eğer girecekseniz internetten bilet almanız gerekir aynı Vatikan gibi, ama biz zaten bir gün kalacağımız için içine girmedik önünden geçip Palazzio Vecchioya gittik, Vecchio sarayının hemen yanında Piazza Della Signora var, o meydanı da gördükten sonra Floransanın en önemli simgelerinden biri olan Ponte Vecchio yani Vecchio köprüsüne gittik, Arno nehrini şehre bağlayan 5 köprüden en önemlisi olan tarihi Vecchio köprüsü gerçekten çok güzel bir yapı, Floransaya gidip kesin görmelisiniz demicem çünkü zaten göreceksiniz. Ponte Vecchiodan geçip Santo Spirito kilisesini görmeye gittik, gittiğimizde düğün vardı içeride, düğüne de şahit olmuş olduk, ordan sonra Palazzio Pittiye gittik, gerçekten devasa bir saraydı Palazzio Pitti, Pitti sarayını gördükten sonra Hard Rock cafeye gidip demlenerek güneşin batma anını bekledik, çünkü Floransada güneşin batışını izlemek için mutlaka ama mutlaka Michelangelo meydanına gitmeniz gerekiyor, biz de birer bira içip dinlendikten sonra Michelangelo meydanına gitmek için yola koyulduk, ciddi şekilde yokuş ve merdiven çıkarak gidiliyor Michelangelo meydanına o yüzden taksiyle gitmekte fayda var açıkçası yani bilseydim o kadar tepede olduğunu kesin taksi tutarak giderdim ama çıktıktan sonra o yorgunluk bir anda bitiyor, tüm Floransa ayaklarınızın altında kalıyor, enfes bir manzara, o manzaraya karşı bir bira alarak oturduk ve güneşin batışını izledik, gerçekten o an belki de İtalya tatilimizin en keyifli anıydı, tüm Floransayı ayaklarınızın altına alarak güneşin batışını izlemek gerçekten çok güzeldi.

O güzel manzarada güneşi de batırdıktan sonra Piazza Della Repubblicaya tekrar gittik ve şu çok övülen meşhur Floransa steak yemek için Gillinin tam karşısındaki restorana oturduk, açık söylemek gerekirse o çok övülen Floransa steaki beğenmedim ben, yani güzeldi ama o kadar çok övülmüştü ki belki de çok büyük beklentiyle gittiğim için biraz hayal kırıklığına uğramıştım, steakleri yiyip karnımızı da doyurduktan sonra tekrar hard rock cafeye gidip içkilerimizi içerek yoğun ve yorucu Floransa gezisini sonlandırdık ve ardından otele geçerek sabah Milanoya gitmek için uyuduk ve sabah tren istasyonundan hızlı trene binerek Milanoya geçtik. Floransaya bir gün yeter mi sorusuna gelirsek bir gün gezmek için yeter ama hızlı ve yorucu bir gezi olur o gezi ayrıca Uffizi ve Akademi galerilerini de gezemezsiniz, o yüzden Floransa için 2 gün gerekiyor hem doya doya gezmek hem de tadını çıkarmak için Floransada mutlaka 2 gün kalmak gerekiyor.

ROMA


Çok uzun zamandır gitmek istiyordum İtalya’ya dünyada en çok görmek istediğim yerlerden biriydi, geçen sene niyetlenmiş gidecekken bir kaç problem çıkmış gidememiştim, bu seneye gitmekmiş kısmet, 8 gece 9 gün kaldım İtalya’da, 3 gün Roma, 1 gün Floransa, 4 gün de Milano’da kaldım, Milano’da 4 gün kaldım ama 1 gün Como’da 1 gün de İsviçre sınırında outlette geçti, 1 gün de Milan maçına gidince aslında Milano 1 gün diyebiliriz.

İnanılmaz keyifli bir geziydi ama italya daha bitmedi gezilecek çok yeri var mesela ilk fırsatta Genova’ya gidip ordan Portofino’ya geçicem, bi ara Sicilya’yı mutlaka göreceğim ve tabi ki Napoli, Venedik, Bologna da görülmesi gereken diğer yerler. italya benim için çok farklı ve o farklı ülkenin gezilmesi gereken çok yeri var, bi yerden başlamak lazım gerisi gelir derler ya biz bi yerinden başladık, bakalım gerisi de elbet gelir ilerde.

ROMA:

Roma’da 3 gün kaldık, aslında hakkı 4 gün ama 3 günde de eğer insan dışı bir şekilde gezerseniz gezebiliyorsunuz tüm Romayı

1.gün:

THY’nin sabah 08.15 TK1861 seferiyle Romaya gittik, yaklaşık 2 saat 30 dakika süren uçuştan sonra Romanın Fiumicino havaalanına vardık, havaalanında 5 euro vererek otobüsle Romanın tüm trafik hattının birleştiği termini tren istasyonuna gittik, termini hem çok kalabalık hem de çok yoğun olduğundan hırsızlık olaylarının çok fazla yaşanabileceği bir yer ama dikkatli olursanız bir şey olacağını sanmıyorum, otelimiz manzoni metro istasyonuna çok yakın olan hotel Mintondu, baştan söylemek gerekirse eğer otelden çok memnun kaldık, Romaya bir daha gidersem yine orda kalırım, kahvaltısı süperdi, metorya çok yakındı, çalışanları çok samimiydi, resepsiyonistleri çok yardımcı oldu. 

Romada iki metro hattı var kırmızı ve mavi hat, ikisi termini de birleşiyor, bizim otelin hattı ana hat olan kırmızı hattı, terminiden 2 durak sonra manzoniden inince direk karşınıza hotel minton çıkıyor, yer olarak da elit bir yer manzoni. terminide indikten sonra ilk işimiz Roma pass almak oldu, 2 çeşit roma pass var 48 ve 72 saatlik, biz 48 saatliğinden aldık, 48 saatliğinde tüm metro, otobüslere sınırsız biniş ve 1 müze bileti bedava oluyor, 72 saatlikte artı olarak bir yerine iki müze bileti bedava, 72 saat çok gereksiz boşuna 8 euro fazla vermeye gerek yok bence o yüzden 48 saat ideal. 

Roma passimizi aldıktan sonra metroyla manzoniye geçip otelimize yerleştik, resepsiyonist Roma turistik haritası çıkarıp kaç gün kalacağımızı sordu ve 3 günde gitmemiz gereken yerleri işaretledi, ben de Romaya gelmeden önce gitmemiz gereken yerleri yazmıştım, resepsiyonistte benim yazdıklarımın aynısını işaretledi. otele yerleşir yerleşmez zaten 3 günümüz olduğundan hemen gezmeye başladık, ilk durağımız İspanyol Merdivenleriydi, oraya gitmek için spagna metro durağında inmeniz gerek, metrodan indikten sonra zaten karşınıza çıkıyor Trinita Dei Monti(ispanyol merdivenleri) hemen hemen her milletten insan görebileceğiniz adeta ufak birleşmiş milletler ispanyol merdivenleri ve çok keyifli orda oturmak, oturup biranızı açıp etrafı izlemek, sohbet etmek, dinlenmek için ispanyol merdivenleri gerçekten harika bir yer, Romaya çok farklı bir hava katıyor bence, ispanyol merdivenlerinden 5 dakika yürüme mesafesinde Fontana Di Trevi(aşıklar çeşmesi) var, burası da Romanın simgelerinden biri ama maalesef biz gittiğimizde tadilat vardı, ona rağmen görmek için inanılmaz bir kuyruk vardı aşıklar çeşmesinde, tadilat olduğu için arkamızı dönüp para atıp dilek dileyemedik bu da Roma tatilimizin en talihsiz anı oldu, eğer direk metroyla gitmek isterseniz barberini metro istasyonunda inip önce Fontana Del Tritoneyi görüp 3 dakika yürümeniz aşağıya yürüdüğünüz taktirde Fontana Di Treviyi görürsünüz. orayı da gezdikten sonra romanın en büyük meydanı olan Piazza Del Popoloya gittik, Piazza Del Popolaya gitmek için flaminio metro durağında inmeniz gerekiyor, metrodan yukarı çıktığınızda karşınıza kocaman bir meydan çıkıyor işte o meydan Piazza Del Popolo meydanı, biz ilk gün gittiğimizde Lazio taraftarları toplanmış bağırıp çağırıyorlardı, tezahüratlar ve bayraklarla takımlarını destekliyorlardı, baya kalabalık bir kitle vardı, meydanın tam ortasında 3 tarafından su akan bir heykel var, zaten romanın her yerinde etrafından su akan heykelleri görmek mümkün üstelik o suların hepsi de içiliyor, Piazza del popoloda yürümeye başlayınca çok uzun bir çarşısı var, o çarşıda hemen hemen aradığınız tüm markaları görmeniz mümkün, o meşhur İtalyan markaları Prada, Armani, Dolce Gabbana gibi, çok eğlenceli bir cadde ama biz yarısına kadar gezip geri döndük diğer gezmemiz gereken yerleri görmek için 3.gün vaktimiz kalırsa tekrar dönmek üzere, Piazza del popolodan sonra Piazza della repubblica meydanını görmek için repubblica metro durağına gittik, Piazza del popolo kadar olmasa da burası da gayet güzel bir meydandı burayı da gezdikten sonra ilk günün son durağı olan San giovanni lateranoyu görmek için san giovanni metrosunda indik orayı da gördükten sonra tam metroya giderken coin diye bir avm’ye girdik, tamamen şans eseri olarak girdiğimiz yerde büyük indirim vardı ve biraz alışveriş yaptık, alışverişten sonra bitmiş olarak otele geri döndük, o kadar yorulmuştuk ki yakınlarda bir yemek yiyip uyumak ve 2.güne dinç bir şekilde kalkmak gerekiyordu, otele çok yakın bir restoranda yemeklerimizi yedik, italyanların o meşhur bruşettasını yedik, açıkçası neden bu kadar meşhur oldugunu da anlamadım, 4 tane ekmek dilimi üzerine, salça, domates, salatalık ve peynir konulmuş olarak servis edilen son derece basit bir apetarif ama her İtalyanın masasında görmek münkün, nerdeyse gittiğimiz her restoranda İtalyanlar başlangıç olarak bruşetta yiyorlar ama biz beğenmedik açıkçası, ilk gün lazanya yedim, çok lezzetliydi, İtalyan mutfağının en sevdiğim yemeklerinden birini hiç bu kadar lezzetli yememiştim. yemeklerimizi yedikten sonra otele çıkıp dinlendik ve 2.gün için enerji topladık.

2.gün:

2.gün ilk hedefimiz Kolezyumdu, Romanın en büyük simgelerinden biri olan Kolezyumu görmek için metroyla colosseo durağında indik, colosseo durağı mavi hatta o yüzden terminiden aktarma yapmak zorunda kaldık, durakta inince yukarı çıktığınızda sizi dev Kolezyum karşılıyor, kolezyum o kadar ihtişamlı, o kadar muhteşem bir yapı ki, insanın gerçekten aklı başından gidiyor, dünyanın 7 yeni harikasından biri olan Kolezyum zamanında gladyatör dövüşlerinin yapıldığı dev bir arena, depremler sayesinde çok yıpranmış olsa da hala inanılmaz bir yapı, Kolezyumu tam anlamıyla gezmek 2 saatini alıyor insanın bir de bilet kuyruğu yaklaşık 1 kilometre var ama roma passiniz varsa kuyruk beklemeden direk geçiyorsunuz, sırf bu yüzden bile roma pass alınır, o bilet kuyruğuna girerseniz eğer en az 3 saat sıra beklemeniz gerekiyor üstelik o sıcakta ve kuyruğun %90’ı da uzak doğulu, yani roma pass kesinlikle alınması gereken bir şey onu tekrar söyleyeyim. kolezyumu dışardan, içerden keyfini çıkararak, hakkını vererek 2 saatte geziyoruz ve büyülenmiş olarak içinden çıkıyoruz.

Kolezyumdan çıkar çıkmaz hemen yanındaki Roma foruma geçiyoruz, roma forumunu gezdikten sonra o da yaklaşık 1 saatimizi alıyor ve içinde arco di constantino, palatino ve son olarak circo massimo var, bir sonraki hedefimiz olan Pantheona geçiyoruz, 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra Pantehona geliyoruz, Patheon da beni etkileyen yapılardan biri, meydanı geniş ve 3 tane büyük heykel var etrafından sular akan, Pantheondan sonra pizza navona ve hemen altındaki campo de floriyi gezip 2.günde görmemiz gereken son iki yeri görmek için metroyla cavour istasyonuna gidiyoruz, s. pietro in vincoli ve santa maria maggiore yapılarını da görüp sabah 9 da başladığımız gezimizi akşam 7 itibariyle sonlandırıyoruz.

2.günde baya bir gezip nerdeyse Romanın altını üstüne getirmeyi başarıyoruz, bu kadar çok yer görmemizin en önemli sebebi hem yürümeyi sevmemiz hem de Romada turistlerin göreceği yerlerin birbirlerine çok yakın olmaları bütün turistik yerler nerdeyse bir çember içinde gibi uzak olanlara da metroyla gidilebiliyor, o konuda Roma gerçekten çok başarılı bir şehir, ulaşım sıkıntısı kesinlikle yok. gezimizi tamamlayıp otele geçiyoruz, biraz dinlenip akşam yemeğini yemek için romanın en güzel yerlerinden biri gece hayatı ve şık restoranların olduğu Trastevere bölgesine gidiyoruz.

Trastevere de mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri, Fiume Tevere nehriyle romadan ayrılan trastevere, Romanın eğlence bölgesi diyebiliriz, şık restoranlar ve barların olduğu bölge cidden çok renkli bir yer, bizim resepsiyonistin de tavsiyesiyle gidiyoruz Trastevereye, ben pizza arkadaşım makarna yiyor ve resmi olarak İtalyan mutfağıyla tanışmış oluyoruz, pizzalar ortalama 10 euro keza makarnalarda, aslında İtalyaya göre ucuz ama bizim paramız değersiz olduğundan 30 tl gibi bir şey vermiş oluyorsunuz makarna ve pizzaya, burda yediğimizin iki katı yani, yemeğimizi yedikten sonra caddede yürüyüp meydanında oturuyoruz, barların oldugu caddeden geçiyoruz, Romada bar kültürü bizimkine göre çok farklı, barlar çok küçük sadece içki almaya giriryorsunuz, barın sokağında eğleniyor herkes, yani sokaklarda dans edip sohbet ediyorsunuz, bar sadece içki almak için girilen mekan oluyor. 2.günü de böylece bitirmiş oluyoruz, 3.günde de hedefimiz Vatikan olduğu için otele dönüp uyuyoruz ve Vatikan için enerji topluyoruz.

3.gün:

3.gün yani Romadaki son günümüzde ilk hedefimiz Vatikandı, zaten 2 günde Romadaki her yeri gezmiştik evet biraz yorulmuştuk(iki günde ortalama 14.5km yürüdük) ama değmişti son güne sadece Vatikanı bırakmaktı hedefimiz ve bu hedefi tutturmuştuk, uyandık kahvaltımızı yaptıktan sonra(otelin kahvaltısı çok güzeldi, otel de çok güzeldi, Romaya gidecekseniz eğer kesinlikle hotel Minton Roma’yı tavsiye ediyorum) otelin hemen önünden manzoni metro istasyonundan metroya binip Vatikanın olduğu ottaviano metro istasyonuna gittik, metrodan indikten yaklaşık 5 dakika yürüdükten sonra karşınıza Vatikan çıkıyor, Romanın Kolezyumdan sonra en kalabalık yeri kuşkusuz Vatikandı hatta belkide Kolezyumdan da kalabalıktı, eğer Vatikana gelmeden önce internetten bilet almazsanız, yaklaşık 1 km uzunluğundaki kuyruğa girip sıra beklersiniz ve o kuyruk bitip siz Vatikana girdiğinizde o gün de bitmiş olur, yani kesinlikle internetten Vatikan biletinizi alıp da gidin Vatikanı gezmeye, 20 euro verip biletinizi alıp bastırıyorsunuz ve hiç sıra beklemeden sıra bekleyen yaklaşık 1 km civarı kalabalığın yanından gülerek geçerek Vatikana giriyorsunuz, yani Romaya gitmeden önce şunu bilmelisiniz ki roma pass alıp Kolezyuma, Vatikan bileti alıp Vatikana sıra beklemeden girersiniz, ben 20 euro verdiğimde bu ne ya çok pahalı demiştim ama o sırayı görünce 50 euro da olsa verirdim dedim.

Gelelim Vatikana, Vatikan malum katoliklerin başı papanın yaşadığı Romanın içinde olmasına rağmen ülke sayılan ve kendi kanunları olan bir yer olup nüfusu yaklaşık 900 kişidir, dünyanın en küçük ülkesi olan Vatikanı 100 kişilik İsviçre vatandaşı olması mecbur olan askerler korur. Vatikan gerçekten gerek müzesi gerek de o devasa San Pietro katedraliyle mutlaka her turistin görmesi gereken bir yer, papanın halka seslendiği San Pietro bazilikası da bu zamana kadar gördüğüm en güzel yapılardan biriydi, Vatikan ve San Pietro bazilikasını yaklaşık 3 saatte geziyoruz ki biz hızlı bir şekilde gezdik eğer gerçekten tam anlamıyla gezmek istesen 6 saatini alır o alanı gezmek, Vatikanı da gezdikten sonra roma gezimizde gezilmesi, görülmesi gereken her yer 3.günün ortalarında bitmiş oluyor, hedeflerimize ulaşmanın verdiği keyifle o saatten sonra görüp keyfini çıkaramadığımız yerlere gidip keyifle gezmek üzere ilk durağımız olan Romanın en büyük meydanı Piazza del popoloya gidiyoruz, ilk gün yarım bıraktığımız yürüyüşü tamamlamak ve bi mekanda oturup bira keyfi yapmak için del popoloda yürüyoruz, popoloda yürüdükten sonra o meydan bizi otomatikman İspanyol Merdivenlerine çıkarıyor bunu da keşfetmiş oluyoruz, ama önce Aşıklar Çeşmesine tekrar gidip orda da biraz keyif oturuşu yapıyoruz ordan İspanyol Merdivenlerine geçiyoruz ve orda da biraz keyif oturuşu yaptıktan sonra romanın en lüks caddesine geçiyoruz, lüks İtalyan markalarının olduğu caddede yürürken mağaza camlarından 10 bin 20 bin euro fiyatlı çanta, elbise ve takımlara bakarak sinirimizi bozuyoruz ve tekrar İspanyol Merdivenlerine dönerek oturup küçük birleşmiş milletler olan merdivenlerde dinleniyoruz, ordan spagna metrosuna binip otele dönüyoruz ve biraz dinlenip son gece yemeğimizi yemek üzere tekrar trastevereye gidiyoruz. Romada kaldığımız 3 günde bol dondurma, pizza ve makarna yiyerek geçirdik çok gezdik, ayaklarımızı nerdeyse 2 senelik yıprattık ama bu yorgunluğa değdi açıkçası, yazının başında da dediğim gibi Romaya 3 gün yeter ama gerçekten çok yoruluyorsunuz, Romayı rahat rahat gezmek için 4 gün lazım, Roma planlamasını 4 güne göre yapmak çok daha mantıklı.

24 Ağustos 2014 Pazar

2014'E DAMGASINI VURACAK FİLMLER


Her sene bu zamanlarda yaptığım gibi bu sene de yıla damgasını vuracak filmleri kısaca yazmak istiyorum, malum sinema sezonu her sene Eylül’de açılır, en baba filmler, oscar adayları Eylül’den sonra teker teker vizyona girerler, bu sene de birbirinden güzel ve kaliteli yapımlar Eylül ayını beklediler vizyon için, şimdi 2014’e damgasını vuracak filmleri kısaca yazalım.

Birdman:

Amores Rerros, 21 Grams ve Babel üçlemesiyle kendini Hollywood’a kabul ettiren Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez İnarritu’nun yönettiği film bir zamanlar ikonik bir süper kahramanı canlandırmış bir aktörün hayatını anlatan bir kara komedi tarzında. Daha önceki filmlerinde göre çok farklı bir türde karşımzıa çıkıyor bu sefer İnarritu, filmin kadrosuda gayet başarılı, başta Edward Norton olmak üzere Zach Galifianakis, Michael Keaton, Emma Stone, Naomi Watts oynuyor, film şu an için çok erken olsa da oscar tahminlerinde ilk sırada yer alıyor.

Foxcatcher:

Capote ve Moneyball gibi gerçek hikayeleri sinemaya uyarlayan ve bu konuda gayet başarılı olan Bennett Miller bu sefer Foxcatcher ile karşımıza çıkıyor. güreşte hem dünya hem de olimpiyat şampiyonu olan kardeşler Mark ve Dave Schultz kardeşlerin hayatını anlatan bu film, kardeşlerin hayatının bir anda nasıl değiştiğini gözler önüne seriyor, Schultz kardeşleri Channing Tatum ve Mark Ruffalo canlandırıyor ayrıca Steve Carell, Sienna Miller, Vanessa Redgrave de onlara eşlik ediyor. 

Unbroken:

In the Land of Blood and Honey filmiyle ilk yönetmenliğine imza atan ve bence ilk film için gayet başarılı olan Angelina Jolie’nin ikinci yönetmenlik deneyimi. Abd olimpiyat takımında da yarışan ve gayet başaırılı olan Louis Zamperini’nin hayat hikayesinin anlatıldığı filmde Zamperini'nin koşuculuktan 2.dünya savaşında tutsaklığa kadar giden hayatını acı bir şekilde izleyeceksiniz. 

Boyhood:

Before Sunrise, Before Sunset ve Before Midnight üçlemeleriyle sinema dünyasına harika 3 film kazandıran Richard Linklater 2014’e de Boyhood filmiyle damgasını vuracak gibi gözüküyor, annesi ve babası boşanmış bir çocuğun 6 yaşından 18 yaşına kadar süren hayatını beyazperdeye yansıtan Linkater, bu süreçte yaşananları filmde bizlere çok iyi anlatıyor, filmi 12 seneye yayarak çeken Linklater favori oyuncusu Ethan Hawke’ı bu filminde de baba olarak başrole koyuyor, anne rolünde ise Patricia Arquette’i izliyoruz.

Big Eyes:

En son 2012’de film çekip 2013’ü pas geçerek hayranlarını üzen Tim Burton 2014’te bomba gibi bir filmle tekrar hayranlarının karşısına çıkıyor, kendine has sinemasıyla çok farklı bir hayran kitlesine sahip olan burton’un son filmi Big Eyes’ta Amerikalı ressam Margaret ve Walter Keane’in gerçek hikayeleri anlatılıyor. Amy Adams, Christoph Waltz, Jason Schwartzman’ın oynadığı film bu senenin merakla beklenen filmlerinden biri.

Selma:

Martin Luther King ve Lyndon Baines Johnson’un Amerika’yı değiştiren sivil haklar yürüyüşlerini konu alan film, her sene en az 2-3 tane çekilen özgürlük temalı filmlerin 2014 versiyonu, kadrosunda Tim Roth, Giovanni Ribisi ve Cuba Gooding Jr’ın oynadığı film özgürlük mottosuyla bu sene oscarlarda bir şekilde adaylar arasına girecektir diye düşünüyorum.

Fury:

2014’ün en iyi savaş filmi olacağını düşündüğüm fury, 2.dünya savaşının son günlerini konu alan, 5 kişilik küçük bir asker grubunun zırhlı tanklarıyla nazi kuşatmasına direnmesini anlatıyor. filmin başrolünde Brad Pitt yer alıyor, Pitt’e Shia Lebouf ve Logan Lerman eşlik ediyor, uzun zamandır kaliteli bir savaş filmi izlemediğimizi düşündüğüm için Fury’nin 2014’ün en iyi filmlerinden biri olacağını düşünüyorum.

Interstellar:

2014’ün en çok merak ettiğim filmi şüphesiz ki Interstellar çünkü yönetmeni benim için şu ana kadar çektiği filmlerin bir tanesini bile çekseydi zaten efsane olacak olan Christopher Nolan. bu zamana kadar çektiği Memento, Batman serisi(Begins, The Dark Knight, The Dark Knight Rises) Insomnia, The Prestige ve Inception ile bırakın kötü filmi iyi film çekmem çok iyi film çekerim diyen Nolan bakalım yeni filmi Interstellar’da bizleri nasıl şaşırtacak, yine nasıl bir damga vuracak sinemaya. Geçen senenin oscarlı aktörü Matthew Mcconaughey ve  bir önceki senenin oscarlı aktrisi Anne Hathaway’in başrollerini paylaştığı filmde bu ikiliye Casey Affleck, Jessica Chastain, Topher Grace ve efsane oyuncu Michael Caine eşlik ediyor. 7 kasımda vizyona girmesi gereken Interstellar’ı merakla hatta çok büyük bir merakla bekliyor tüm sinemaseverler.

Gone Girl:

Se7en, Fight Club başta olmak üzere bir sürü başyapıtı bulunan David Fincher 3 sene ara verdiği yönetmenlik koltuğuna 2014’te tekrar otuyuror ve bizleri polisiye gerilimin içine sokuyor. Evliliklerinin 5.yılını kutlayacakları gün eşinin ortadan kaybolması ve sonrasında eşinin ortadan kaybolmasıyla ilgili suçlanan adamın hikayesini anlatan filmde, Fincher seyirciyi hem geriyor hem de bolca şaşırtıyor. Kadrosunda Ben Affleck, Rosamund Pike, Neil Patrick Harris ve modellikten beyaz perdeye geçen Emily Ratajkowski’nin olduğu gone girl, bu senenin en dikkat çeken filmlerinden biri olarak göze çarpıyor.

Inherent Vice:

Boogie Nights, Magnolia, There will be Blood ve The Master gibi kült filmlere imza atan Paul Thomas Anderson’un yeni neslin önemli yönetmenlerinden biri olarak her zaman filmlerine ayrı önem verdiğim yönetmenlerden biridir. Yeni filminde Anderson 1980’lere götürüyor bizi ve Los Angeles’ta geçen hikayede bir özel dedektifin eski sevgilisinin kayıplara karışması üzerine onu bulmak için davaya atanmasını anlatıyor. Kadrosuna baktığımızda son derece önemli oyuncuların olduğu filmde Josh Brolin, Reese Witherspoon, Benicio Del Toro, Owen Wilson ve Joaquin Phoenix en az yönetmen Anderson kadar bizi heyecanlandırıyor.

The Imitation Game:

Ünlü matematik dehası Alan Turling’in hayatının anlatıldığı filmde Turling’i Sherlock dizisiyle bir anda tüm kızların hayran olduğu ingiliz oyuncu Benedict Cumberbatch canlandırıyor. 2.dünya savaşında nazilerin şifreli haberleşmelerini çözen Turling’in bu büyük başarısının anlatıldığı filmde Cumberbatch’e Keira Knightley eşlik ediyor.

Into the Woods:

2014’ün kadrosu en zengin, en eğlenceli ve en fantastik filmi olmaya aday filmi Into the Woods’un yönetmeni 2002’de oscar kazanan Chicago filminin de yönetmeni olan Rob Marshall, kırmızı başlıklı kız, sindrella, rapunzel gibi masal kahramanlarının hepsinin bir filmde olduğunu düşünün, işte bu film o film. Kadrosuna gelirsek Johnny Depp, Anna Kendrick, Emily Blunt, Chris Pine, ve Meryl Streep’in oynadığı film şüphesiz bu senenin en eğlenceli filmlerinden olacaktır.

The Theory of Everything:

Film, modern bilim ve tekonolıji tarihini değiştiren ingiliz fizikçi Stephen Hawking’in hayatının bir kesitini ele alıyor. biografi ve dram türünde olan bu filmde Stephen Hawking’i Eddie Redmayne eşi Jane’i Felicity Jones canlandırıyor, usta oyuncu Emily Watson’un da olduğu film, izleyenleri aşırı derece duygulandıracak hatta yeri geldiğinde ağlatacak bir dram.

American Sniper:

Önce Steven Spielberg’in yöneteceği açıklanan ama sonra Clint Eastwood’un yönettiği film, 1999-2009 arası sniperıyla 150 kişiyi öldüren amerikan deniz komandosu Chris Kyle’nin hayatını anlatıyor. Kyle’yi ünlü oyuncu Bradley Cooper canlandırırken, Sienna Miller ona eşlik ediyor. 

Rosewater:

The Daily Show’la tanıdığımız ünlü showman Jon Stewart’ın yönetmenlik koltuğuna ilk oturuşu ve İran asıllı gazeteci Maziar Bahari’nin 2009’daki iran seçimlerinden sonra tutuklanıp 118 gün hapis yatmasını anlattığı bir film. Filmde Bahari’yi Gael Garcia Bernal canlandırıyor ona İran’lı aktrisler Shohreh Aghdashioo ve Golshifteh Farahani eşlik ediyor.

Men, Women&Children:

Ünlü yönetmen Jason Reitman bu filminde lise çağında porno ve interneti keşfeden yeni neslin ebeveynleriyle olan ilişkilerini konu alıyor. Jennifer Garner, Adam Sandler, Rosemarie Dewitt ve Ansel Elgort’un oynadığı film Reitman’ın diğer filmleri Juno ve Thank you for Smoking gibi eğlenceli bir film olarak karşımıza çıkacak.

Wild:

Geçen sene Dallas Buyers Club ile son derece başarılı bir film çeken Jean-Marc Vallee’nin yönettiği filmde bir felaket sonrası hayatta kalabilmek için 1100 km yolu tek başına yürüyen Cheryl Strayed’in hikayesi anlatılıyor. Strayed’i oscarlı oyuncu Reese Witherspoon canlandırıyor ona Gaby Hoffman ve Laura Dern eşlik ediyor.

True Story: 

Son zamanların en başarılı aktörlerinden Jonah Hill ve James Franco’nun başrollerinde oynadığı filmde Christian Longo adında bir katilin kendini New York Times yazarı Michael Finkel olarak tanıtması ve hapse girdiğinde tek konuştuğu yazarın Finkel olması ve birbirinden garip ilişkilerin ortaya çıkmasıyla gayet eğlenceli bir film bizi bekliyor. Filmde Hill ve Francoya Felicity Jones ve Gretchen Mol eşlik ediyor.

Exodus: Gods and Kings:

Ünlü yönetmen Ridley Scott’un yönettiği Christian Bale, Sigourney Weaver, Joel Edgerton ve Ben Kingsley’in oynadığı film Hz. Musa’nın hayatının önemli dönüm notkalarını anlatıyor. Bu senenin en yüksek bütçeli filmlerinden biri olan Exodus, gerek yönetmeni gerek oyuncularıyla bu senenin en önemli filmlerinden biri olarak dikkati çekiyor.

St Vincent:

Başrollerinde Naomi Watts ve Bill Murray’in olduğu filmde, yaşlı huysuz bir ihtiyarla 12 yaşındaki bir çocuğun sıradışı arkadaşlıkları eğlenceli bir şekilde anlatılıyor, son yılların en komik oyuncularından Melissa Mccarthy’nin de bu ikiliye eşlik ettiği filmde yönetmen bir çocukla bir ihtiyarın nasıl arkadaş olabildiklerini anlatatıyor.

The Drop:

Yer altı dünyasının kasvetli ortamını gözler önüne seren filmde Bob ve Marv’ın kayıp para peşine düşmeleri anlatılıyor, efsane oyuncu James Gandolfininin de ölmeden önce çekilen son filmi olması nedeniyle de merakla beklenen film, 2014’ün önemli filmlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Filmde rahmetli James Gandolfini’ye Tom Hardy ve Noomi Rapace eşlik ediyor.

The Judge:

Bir avukatın annesinin ölümü nedeniyle doğup büyüdüğü şehre gitmesi ve annesinin bir cinayete kurban gittiğini öğrenmesi sonucu gelişen olayları konu alan filmde avukat rolünde Robert Downey jr karşımıza çıkıyor, ona Robert Duvall, Vera Farmiga, Billy Bob Thornton ve Legihton Meester eşlik ediyor.

Kill the Messenger:

San Jose Mercury gazetesi muhabiri Gary Webb’in gerçek hayat öyküsünden yola çıkan öyküde, gazeteci Webb’in Cia’yle kurduğu sıkı ilişki sayesinde uyuşturucu trafiğini ifşa etmesi anlatılıyor. Gazeteci Webb’i Jeremy Renner’ın canlandırdığı filmde ona Michael Sheen, Ray Liotta, Andy Garcia ve Paz Vega eşlik ediyor.


Magic in the Moonlight:

Her sene olduğu gibi bu sene de Woody allen film çekti, e Allen film çeker de biz onu merakla beklemezmiyiz, geçen seneki Blue Jasmine filmiyle Cate Blanchett’e en iyi kadın oscarını kazandıran Allen'ın bu filminde oscarlı aktör Colin Firth’ü başrolde görüyoruz, Firth’e Emma Stone, Marcia Gay Harden eşlik ediyor. Her allen filminde olduğu gibi bu filmde romantizm ve komedinin ön plana çıktığı bu filmde 1920 güney Fransasındaki caz çağına götürüyor bizi Allen.

Dumb and Dumber To:

Bundan tam 20 sene önce 1994’de Jim Carrey ve Jeff Daniels’ın efsane oyunculuğuyla izleyen herkesi gülme komasına sokan Dumb&Dumber’ın devamı nihayet çekildi. Benim en çok güldüğüm top 3 film arasına her zaman giren Dumb&Dumber efsanesi 20 yıl sonra tekrar sinemayla buluşuyor, bu senenin Interstellar’dan sonra en çok beklediğim filmi Dumb&Dumber To’da Carey ve Daniels bu sefer bir çocuğu aramak için yollara düşüyorlar.




3 Mart 2014 Pazartesi

OSCARLARIN ARDINDAN



Bir oscar töreni daha geldi geçti, dün gece gayet güzel bir oscar daha izlettirdi akademi bizlere, nerdeyse hiçbir sürprizin yaşanmadığı bir tören oldu diyebilirim, ben geçen seneki gibi yine 21 dalda 19 tutturdum, o 2 bilemediğim dalda aslında favorileri yazsam bileceğim ama benim favorilerden çok gerçekten almasını istediğim 2 adayı yazdığım için yani sürpriz beklediğim için tutmayan dallar oldu.

Kazananları az sonra yazacağım ama kısaca töreni değerlendirmek gerekirse eğer, kırmızı halı geçen seneye göre daha sönüktü sanki, bu sene daha koyu ton elbiseler gördük ve dekoltelerde biraz sınırlamaya gitmişti yıldızlarımız, oscara kadar her törene gayet cüretkar katılan Amy Adams bile törene son derece usturuplu bir elbiseyle geldi, gecenin en şık 3 kadını Sandra Bullock, Charlize Theron ve Amy Adams oldu, en rüküşler ise Angelina Jolie, Anne Hathaway ve Lupita Nyong'o oldu.

Törene gelirsek bu sene Ellen Degeneres sundu töreni, geçen sene Seth Macfarlene'in akademiyi kızdıracak derecede esprileri yüzünden zor anlar yaşanmıştı törende ama açıkçası ben Macfarlene'i tercih ederim çünkü Degeneres bir an bile güldürmeyi başaramadı izleyenleri, sadece o selfie olayı çok güzeldi, o da olmasaydı eğer son yılların en sıkıcı sunumu olacaktı, alahtan selfie olayıyla durumu biraz kurtarmış oldular.

Ödül konuşmalarında Jared Leto ve Lupita Nyong'o'nun konuşmaları güzeldi özellikle Lupita kazanınca oscarı herkes gibi ben de çok sevindim, çoğu ödül tahmin ediliyordu zaten ama acaba en iyi erkek oscarı bu sefer Leo'ya gider mi diye heyecan yapmadık da değil, Matthew hak ediyordu ama Leo da The Wolf of Wall Street'de inanılmaz oynamıştı, törenin en kalp çarptıran anıydı Jennifer Lawrence'in en iyi erkek oscarını açıkladığı an ama sürpriz yaşanmadı ve Mcconaughey Dallas Buyers Club'taki efsane performansıyla oscarı kazandı.

Gravity çoğu teknik dallarda olmak üzere 7 Oscar kazandı, American Hustle 10 dalda aday olduğu törende sıfır çekerek hayal kırıklığı yarattı, 12 Years a Slave en iyi film dahil 3 Oscar kazandı, Dallas Buyers Club 3, Great Gatsby ve Frozen 2 Oscar aldılar, en çok sevindiğim ödül HER'ün özgün senaryo ve Lupita'nın en iyi yardımcı kadın oscarını kazanması oldu.

Bir oscar töreni de böyle geldi, geçti, 1 sene sonra bu törenden akıllarda ne kalacak denilirse twitter'da yaklaşık 2 milyon 600 bin kişi tarafından RT edilen dünyanın en pahalı selfie'si derim, öyle ki o selfie sayesinde twitter 5 dakikalığına çöktü, öyle bir selfie'ydi, o malum selfie'yi merak edenler de yazının kapak fotoğrafına baksınlar :)

Bir oscar gecesi daha böyle bitti bakalım seneye hangi filmler ve hangi yıldızlar ön plana çıkacak 1 sene sonra görüşmek üzere.

En iyi film: 12 Years a Slave
En iyi yönetmen: Alfonso Cuaron-Gravity
En iyi erkek oyuncu: Matthew Mcconaughey-Dallas Buyers Club
En iyi kadın oyuncu: Cate Blanchett-Blue Jasmine
En iyi yardımcı erkek oyuncu: Jared Leto-Dallas Buyers Club
En iyi yardımcı kadın oyuncu: Lupita Nyong'o
En iyi özgün senaryo: HER
En iyi uyarlama senaryo: 12 Years a Slave
En iyi yabancı film: La Grande Bellezza-İtalya
En iyi animasyon: Frozen
En iyi belgesel: 20 Feet from Stardom
En iyi film şarkısı: Let it Go-Frozen
En iyi film müziği: Gravity
En iyi kurgu: Gravity
En iyi sinematografi: Gravity
En iyi ses kurgusu: Gravity
En iyi ses miksajı: Gravity
En iyi görsel efekt: Gravity
En iyi makyaj: Dallas Buyers Club
En iyi prodüksiyon: The Great Gatsby
En iyi kostüm: The Great Gatsby
En iyi kısa film: Helium
En iyi kısa belgesel: The Lady in Number 6
En iyi kısa animasyon: Mr Hublot



1 Mart 2014 Cumartesi

86.AKADEMİ ÖDÜLLERİ TAHMİNLERİM



86.oscar töreni tahminlerim:

Yarın 2 Mart 2014 bir çok sinemaseverin bir yıl boyunca en çok beklediği gün, çünkü yarın sinema sektörünün en prestijli ödülü olan Oscar ödül töreni gerçekleştirilecek, 9 film en iyi film ödülünü almak için yarışırken toplam 20 oyuncu Oscar heykelciğini kazanmak için kıyasıya bir mücadeleye girecek, 5 yönetmen en iyi yönetmen ödülü için yarışırken, toplamda 24 oscar heykelciği dağıtılacak.
Törenin öncesinde saat 1’de başlayacak kırmızı halıda Hollywood yıldızları en şık kıyafet ve mücevherleriyle gövde gösterisi yapacaklar ve daha sonrasında saat 3’te 86.oscar töreni başlayacak.
kısa film, belgesel ve animasyon dalları hariç kalan 21 dalda kim neden kazanır tahminlerimi ve yorumlarımı sizlerle paylaşayım.

Teknik ödüllerle başlayalım tahminlerimize

En iyi Sinematografi:
Gravity bu dalda ödülü rakiplerine bırakmayacak kadar ağır basıyor, Alfonso Cuaron yarın gece teknik dalların çoğunu süpürecek ve buna sinematografi dalıyla başlayacak.

En iyi kurgu:
Bu dalda yine Gravity ağır favori rakibi ise American Hustle ama ben Gravity’nin kurgu oscarını da alacağını American Hustle’a kaptırmayacağını düşünüyorum.

En iyi prodüksiyon:
Bu dalda The Great Gatsby ile American Hustle yarışacak ve ikisi de bence eşit şansa sahip ama ben akademi üyesi olsam oyumu The Great Gatsby’den yana kullanırım ki bence akademide benimle aynı fikirde olacaktır bu dalda.

En iyi kostüm:
Bu dalın ağır favorisi The Great Gatsby ve rakibi yine American Hustle, akademi bu ödülü American Hustle’a verirse kimse neden verdin demez ama açıkça söylemek gerekirse The Great Gatsby’deki kostümler çok daha ihtişamlı ve güzeldi o yüzden The Great Gatsby almalı en iyi kostüm ödülünü.

En iyi makyaj ve saç tasarımı:
Bu dalda 3 film aday: Dallas Buyers Club, Jackass ve The Lone Ranger, açıkçası sadece makyaja bakarsak kesinlikle The Lone Ranger almalı ama gişede çok başarısız olduğundan dolayı akademinin bu ödülü The Lone Ranger yerine Dallas Buyers Club’a vereceğini düşünüyorum yani bu dalda oscarı Dallas Buyers Club alır.

En iyi film müziği:
Bu dalda yine Gravity ağır favori ve onu zorlayacak tek film Her olabilir ama Her’ün bu ödülü alması büyük sürpriz olur yani Gravity bu dalda da oscarı kucaklar.

En iyi şarkı:
Bu dalda ağır favori olmasına rağmen Golden Globes’da ödülü alamamıştı Frozen animasyonundaki Let it Go şarkısı, Frozen yine ağır favori ama rakipleri de çok sağlam, mesela The Despicable Me 2’deki Happy şarkısıyla Pharrell Williams ve Mandela filmindeki Ordinary Love şarkısıyla Bono Frozen’ın en büyük rakipleri ama ben bu iki sağlam rakibe rağmen en iyi şarkı oscarını Let it Go şarkısıyla Frozen’ın alacağını düşünüyorum.

En iyi ses miksajı ve en iyi ses kurgusu:
Bu iki ödülde bu sene Gravity’ye gidecektir.

En iyi görsel efekt:
Sanırım bu seneki oscarın en garanti dalı bu dal diyebiliriz, Gravity o inanılmaz görsel efektleriyle bu ödülü kimseye kaptırmaz.

En iyi animasyon:
Akademi geçen sene bu dalda büyük bir haksızlık yaparak Wreck-it Ralph’in hakkını yiyerek Brave’e vermişti oscarı bu sene Wreck-it Ralph’in yapımcısı Disney çok daha güçlü bir animasyon yaptı ve resmen sıkıysa bu sene de vermeyin oscarı dedi, Frozen bu sene bu dalda oscarı çok rahat alır.

En iyi belgesel:
En büyük çekişme bence bu dalda gerçekleşecek çünkü birbirinden iyi 3 belgesel var ama sadece bir tanesi kazanacak oscarı. Mısır devrimini anlatan Al Midan, izlediğiniz zaman kanınızı donduracak gerçeklikte bir belgesel olan The Act of Killing ve 20 Feet from Stardom, bu üç belgeselden biri kazanacak, benim favorim Tahrir’i anlatan Al Midan ama dediğim gibi diğer iki belgesel de çok iyi yapımlar ve o yüzden en iyi belgesel dalı bu senenin tahmini en zor dalı.

En iyi yabancı film:
En iyi belgesel dalı kadar tahmini zor diğer bir dal da en iyi yabancı film dalı, 3 tane harika film bu sene en iyi yabancı film oscarı için yarışacak öncelikle geçen sene Cannes’da gösterilen ve Mads Mikkelsen’e en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandıran Danimarka yapımı Jagten gerçekten çok iyi bir film olarak oscarı hak ediyor, İtalyan yönetmen Sorrentino’nun son harikası La Grande Bellezza’da Fellini’ye saygı duruşunda bulunarak ve Roma’yı bir şiir gibi anlatarak yine oscarı hak ediyor, Belçika yapımı olan The Broken Circle Breakdown ise gerek müzikleri gerek çarpıcı hikayesiyle yabancı film oscarını hak ediyor hak ediyor. Bu 3 filmden hangisi alırsa alsın diğerlerine haksızlık olacak maalesef, Golden Globe, Bafta ve Avrupa film ödüllerini kazanan La Grande Bellezza favori olsa da akademi yabancı film oscarında süprizi sever, benim gönlümden geçen The Broken Circle Breakdown’un kazanması, umarım öyle olur ve Belçika yapımı, insanı izlerken dağıtan bu harika film oscarı kazanır.

En iyi uyarlama senaryo:
Bu dalın en büyük favorisi 12 Years a Slave filmi ama ben olsam Before Midnight’a verirdim bu dalda oscarı ama maalesef 12 Years a Slave kazanacaktır.

En iyi özgün senaryo:
Bu dalın en büyük favorisi kuşkusuz harika senaryosuyla Her filmi, bu sene bu dalda yarışan filmlerden Her dışında Blue Jasmine ve Nebraska da harika senaryolara sahip filmler, American Hustle kazanırsa gerçekten akademi büyük eyyam yapmış olur çünkü Her bu ödülü kazanması gereken tek film.

En iyi yönetmen:
Akademi tarihinde genelde yönetmen ödülünü kazanan filmler en iyi filmi de alırlar ama bu sene öyle olmayacak ve en iyi yönetmen ödülünü kazanan film en iyi film ödülünü alamayacak, teknik dallarda Oscarların çoğunu süpürecek olan Gravity’nin yönetmeni Alfonso Cuaron bu sene en iyi yönetmen ödülünü kazanacaktır, Avatar’dan sonra yapılmış en iyi 3D film olan ve adeta bir görsel şölen olan Gravity’yi tam 5 senede çeken Cuaron bu senelik emeğinin karşılığını en iyi yönetmen oscarını kazanarak alacaktır, olmaz ama hani akademi bir sürpriz yaparsa eğer o sürpriz de 12 Years a Slave filmiyle Steve Mcqueen olur.

En iyi yardımcı kadın oyuncu:
Bu dalda bu sene  2 favori var biri American Hustle filmindeki nevrotik ve salak rolüyle Jennifer Lawrence diğeri 12 Years a Slave filmindeki köle rolüyle Lupita Nyong’O, Jennifer Lawrence geçen sene Silver Linigs Playbook filmiyle en iyi kadın oscarını kazanmıştı ve eğer yarın gece de kazanırsa üst üste 2 sene Oscar kazanan ender oyunculardan biri olacak ve tarihe geçecek ama bence bu sene bu dalda Oscar Lupita’nın hakkı, Jennifer Lawrence Globe ve Bafta’yı, Lupita Sag ve Critics Choice’i kazandı yani şu an skor 2-2 bakalım bu eşitliği hangisi bozacak ve büyük ödülü kucaklayacak, benim gönlüm Jennifer Lawrence’i ne kadar sevsem de Lupita Nyong’O’dan yana, umarım o kazanır.

En iyi yardımcı erkek oyuncu:
Bu dalın bu sene tek favorisi kesinlikle Dallas Buyers Club’daki efsane trans rolüyle Jared Leto, uzun süre ara verdiği sinemaya harika bir dönüş yapan Leto, döner dönmez oscarı kucaklayacak gibi gözüküyor, Leto’nun kazanma ihtimali dışında başka bir ihtimal düşünemiyorum bile ama akademi bu diyip eğer Leto kazanamazsa Captain Phillips filminde azılı bir korsanı canlandıran Barkhad Abdi alır diyorum ama dediğim gibi bu ödül kesinlikle Leto’nun hakkı.

En iyi kadın oyuncu:
Bu dal oyunculuk dalları arasında tartışmaya kapalı tek dal diyebilirim, Blue jasmine filmindeki efsane rolüyle Cate Blanchett The Aviator’de kazandığı en iyi yardımcı kadın oscarından sonra bu sefer en iyi kadın oscarını kazanarak koleksiyonu tamamlayacaktır.

En iyi erkek oyuncu:
Sezonun başlangıcında bu dalın favorisi 12 Years a Slave filmiyle Chiwetel Ejiofor’du daha sonra Dallas Buyers Club vizyona girdi ve Matthew Mcconbaguhey aynı aynı filmdeki arkadaşı Jared Leto gibi efsaneleşti ve bu dalın favorisi konumuna geçti daha sonra The Wolf of Wall Street vizyona girdi ve bu sefer Leonardo Dicaprio yarışa büyük bir ivmeyle ortak oldu yani bu sene bu 3 oyuncudan biri en iyi erkek oyuncu oscarını kazanabilir ama eğer akademinin hakkaniyeti varsa kesinlikle Dallas Buyers Club 2 oyuncu oscarıyla evine döner yarın gece, yani Matthew Mcconaughey bu sene en iyi erkek oyuncu oscarını kazanmalı ama eğer bir sürpriz olursa o da Leonardo Dicaprio olur, yıllardır aday olup bu ödülü bir türlü kazanamayan Dicaprio bakalım o büyük süprizi gerçekleştirip ödülü Mcconaughey’in elinden kapabilecek mi? Çok zor ama izleyip göreceğiz yarın.

En iyi film oscarı:

En iyi film oscarında tek favori var o da 12 Years a Slave, kölelik hakkında çok çarpıcı bir film olan 12 Years a Slave bu sene en iyi film oscarını kazanacaktır ama ben akademi jürisi olsam kesinlikle 12 Years a Slave’e vermem oscarı, ona gelene kadar öncelikle The Wolf of Wall Street ve Her filmleri oscarı kazanmalı ama Oscar konjonktürü gereği maalesef en iyi film oscarını kazanacak filmler değiller o yüzden bu sene bu ödül kölelik vurgusuyla 12 Years a Slave’e gidecektir.

13 Şubat 2014 Perşembe

LEONARDO DiCAPRiO


Leonardo Dicaprio denilince herkesin aklına kuşkusuz Titanicteki o bebek yüzlü çocuk gelecektir, daha 15 yaşında kameralarla tanışan Caprio hepimizin gözü önünde, setlerde büyüdü, dizilerde küçük roller alarak kariyerine başlayan Caprio ilk ciddi rolünü 93 senesinde Robert De Niro'yla başrolünü paylaştığı This Boy's Life filmiyle aldı, hemen ardından yine 93 senesinde What's Eating Gilbert Grape filminde bu sefer Johnny Depp ile birlikte rol aldı ve özürlü bir çocuğu başarıyla canlandırarak en iyi yardımcı erkek oscarına henüz 19 yaşında aday gösterilerek dikkatleri üzerine çekti, 95 senesinde ise iki kaliteli filmde rol alarak Hollywood'da sesini iyiden iyiye duyurmaya başladı Caprio.

Sharon Stone, Russel Crowe ve Gene Hackman'le The Quick and The Dead adlı westernde oynadıktan sonra The Basketball Diaries filminde ona karşı yapılan yakışıklı ama kötü oyuncu eleştirilerine inat harika bir oyunculuk sergilemiş ve filmin de önüne geçmiştir, 96 senesine geldiğimizde Baz Luhrmann'ın Shakespeare uyarlaması Romeo&Juliet filminde Claire Danes'le başrolü paylaşıp harika bir Romeo karakteri çizip Berlin film festivalinde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanıyordu Caprio, yine 96 senesinde Meryl Streep, Diane Keaton ve Robert De Niro gibi usta isimlerle Marvin's Room adlı dramada rol alıp bu usta oyuncuların altında ezilmeyerek ve en az onlar kadar iyi oynayarak eleştirmenler tarafından gayet olumlu eleştiriler alıyordu, henüz 22 yaşında olmasına rağmen üst düzey oyuncularla üst düzey filmlerde başroller alan Caprio asıl çıkışını ise 97'de James Cameron'un gişe rekorlarını paramparça eden filmi Titanic'te başrol alarak yapıyordu, Titanic'te Kate Winslet'la muhteşem bir oyunculuk çıkaran ve 3 saatlik epik filmde adeta gövde gösterisi yapan Caprio'nun o sene akademi tarafından Oscar'a aday gösterilmemesi büyük haksızlık olarak değerlendiriliyordu. 98 senesinde yine efsane oyuncular Jeremy Irons, John Malkovich, Gerard Depardieu ile The Man in the Iron Mask filminde ve Woody Allen'ın Celebrity filminde oynadı, 2000 senesine geldiğimizde Danny Boyle'ın The Beach filminde rol alıp filmi tek başına sürüklemiştir Caprio, 2001'de ise belkide kariyerinin en soft filmi olan Don's Plum'da çocukluk arkadaşı Tobby Maguire'yle birlikte rol alıyordu Caprio. 

Leonardo Dicaprio'nun buraya kadar olan kariyerine baktığımızda çok önemli oyuncu ve yönetmenlerle çok iyi filmlerde rol aldığını ve çocuk yaşta başlayan kariyerini çok iyi yönettiğini görüyoruz ama bence Caprio'nun asıl kariyeri 2002'de rol aldığı 2 filmle başladı, önce Martin Scorsese'nin The Gangs of New York filminde sonra Steven Spielberg'in Catch me if you Can filminde başrol alan Caprio yaşayan en efsane 2 yönetmenin filminde aynı sene rol alarak Hollywood'un A class oyuncuları arasına giriyordu. Scorsese ile The Gangs of New York filminde başlayan ortaklıkları 2004'te Aviator filmiyle devam ediyor, Howard Hughes'u çok iyi oynayan Caprio bu performansıyla ikinci oscar adaylığını kazanıyor, akademiden eli boş dönse de Golden Globes'da en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanmayı başarıyordu. Scorsese ile ortaklığı gayet iyi sonuç verince bu sefer 2006'da The Departed filminde Matt Damon, Jack Nicholson ve Mark Wahlberg'le başrolleri paylaşıp Scorsese'ye ilk yönetmen Oscarını kazandırıyorlar ayrıca film de en iyi film oscarını kazanıyordu, 2006'da sadece The Departed değil diğer en az onun kadar efsaneleşen Blood Diamond filminde yine döktürüyordu Caprio ve 3.kez oscar adaylığını kazanıyor ayrıca eleştirmenler tarafından oyunculuğu hakkında inanılmaz olumlu eleştiriler almaya devam ediyordu.

2007'de film çekmeyen Caprio 2008'de Ridley Scott'un Body of Lies filminde ve Sam Mendes'in Revolutionary Road filminde başrol oynuyor, Titanic'ten tam 11 sene sonra tekrar Kate Winslet'la başrol alması ve o zaman çocuk olan iki yıldızın olgun iki oyuncu olarak adeta oyunculuk dersi verdiği Revolutionary Road Leo'nun sadece aksiyon değil drama rollerinde de ne kadar başarılı olduğunu gösteriyordu.

2010 senesine geldiğimizde sinema tarihinin en efsane filmlerinden birinde yine başrolü alan Caprio, Christopher Nolan'ın Inception'unda bizleri kendine hayran bırakıyor, o sene sadece Inception'la değil Scorsese ile 4.ortaklığının ürünü olan Shutter Island'da da yine efsane bir oyunculuk sergiliyordu Caprio, 2010'un belkide en yüksek bütçeli iki filminde başrol tercihi sanırım onun ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlıyordu.

2011'de usta yönetmen Clint Eastwood'un Fbi'ın uzun yıllar başkanlığını yapmış olan J.Edgar Hoover'ın hayatını anlattığı J.Edgar filminde Edgar Hoover'ı yine başarıyla canlandırıyordu Caprio, 2012'de yine Hollywood'un üst düzey yünetmenlerinden biriyle çalışıyordu Caprio, Tarantino'nun spagetti westernlerle dalga geçen filmi Django Unchained'de o kadar üst düzey filmde başrol oynadıktan sonra yardımcı oyuncu olarak oynamayı kabul ederek egosunun nerdeyse deniz seviyesinde olduğunu gösteriyordu, Django'da Christopher Waltz'la birlikte muhteşem bir oyunculuk segileyen Caprio sadece başrollerde değil yardımcı rollerde de ne kadar iyi olduğunu kanıtlıyordu adeta.

2013 senesine Baz Luhrmann'la ikinci ortaklığı olan bir remake'le The Great Gatsby'yle giriyordu Caprio, 74 senesinde çekilen ve Gatsby rolünü Robert Redford'un oynadığı filmin yeniden çekiminde usta oyuncu Redford'dan çok daha iyi bir Gatsby portresi çiziyordu ve eleştirmenler tarafından her filmde olduğu gibi yine övgüler almayı başarıyordu.

2013'ün son aylarında vizyona giren ve Scorsese ile 5.ortaklığına imza attığı THE WOLF OF WALL STREET filmi bu zamana kadar yazdığım ve hemen hemen hepsinde çok iyi performans gösterdiği bütün filmlerini bi kenara atan bir oyunculuk performansıyla Caprio'yu resmen efsaneleştiriyordu, Caprio bu filmde öyle oynamış ki kelimeler kesinlikle kifayetsiz kalır bu oyunculuğu anlatmaya, herkesin ama herkesin gidip görmesi gereken, başından sonuna 3 saatlik süresinde Caprio'nun oyunculuğun kitabını yeniden yazdığı ve film bittiğinde 3 saatlik bu başyapıtın seyrine doyamadığımız enfes bir film çıkmış ortaya. Caprio bu performansıyla golden globe'u kazandı ve 4.kez Oscar'a aday oldu, Oscar'a daha önce hiç bu kadar yaklaşmamıştı, alabiliecek mi? bunun cevabını 2 mart pazar günü göreceğiz ama Oscar'ı alsın ya da almasın Leonardo Dicaprio küçük yaşlarda başladığı kariyerinde bu zamana kadar oynadığı efsane filmlerle, çalıştığı yönetmenlerle(Edward Zwick, Sam Raimi, Woody Allen, Sam Mendes, Danny Boyle, Clint Eastwood, Ridley Scott, James Cameron, Baz Luhrmann, Steven Spielberg, Christopher Nolan ve Martin Scorsese) ve her filmde üstüne koyarak geliştirdiği oyunculuğuyla şu anda Hollywood'un en takdir edilecek ve hayranlık duyulacak kariyerine sahip oyuncusudur.

30 Ocak 2014 Perşembe

!f İSTANBUL'DA MUTLAKA İZLENMESİ GEREKEN FİLMLER



Bir önceki yazımda 35 film tavsiye ettim !f için, 88 filmden 35 tanesi 11 gününü !f'e ayıracak sinefiller için günde 3 filmden hemen hemen izlenebilecek bir film sayısı ama zamanı kısıtlı olup ben hepsine gidemem bana mutlaka izlemem gereken filmleri yaz diyenler için mutlaka izlenmesi gereken 12 filmi de yazmak istedim, tabi ki bu harika festivalde izleyebileceğimiz kadar film izlemek bizim için kar olsa da ben o kadar vakit ayıramam diyenler için mutlaka izlenmesi gereken 12 filmi yazıyorum.

!f'te MUTLAKA İZLENMESİ GEREKEN 12 FİLM

1-NYMPHOMANIAC: Von Trier'in fragmanı youtube'da bile yasaklanan bu filminin, sinema sanatının sınırlarını nasıl zorladığını görmek için

2-UNDER THE SKIN: Scarlett Johansson'u uzaylı olarak görmek için

3-KAZE TACHINU: Animenin kralı Miyazaki'nin beyaz perdeye vedasına saygı duruşu için

4-MAHİ VE GORBEH: İran sinemasının kısıtlı imkanlarla nasıl harika filmler yarattığını görmek için

5-THE SELFISH GIANT: Günümüzdeki gerçek dostlukların kıymetini bilmek için

6-BORGMAN: Güzel bir burjuvazi eleştirisi izlemek için

7-DALLAS BUYERS CLUB: Oscarlık 2 harika oyunculuk(Matthew Mcconaughey, Jared Leto) izlemek için

8-THE DOUBLE: Her insanın dünyada mutlaka bir ikizi olduğuna inanmak için

9-SPECTECULAR NOW: Basit, doğal, çıkarsız bir gençlik aşkı izlemek için

10-FILTH: Polislerden daha fazla nefret etmek için

11-FOR SNOEN FALLER: Sıradışı bir YOL filmi izlemek için

12-TEST: Aids'in yayılmaya başladığı yıllarda yaşananları görmek için

!f 2014



Şubat ayı malum kısa süren bir ay 28 gün sürüyor, ve bu 28 günün 10 günü if 2014 sayesinde sinemayla iç içe, 7.sanatı damarlarımızın her yerine enjekte ettiğimiz bir ay olacak, İstanbul film festivali 13-23 şubat arasında yine muhteşem bir programla karşımızda olacak, birbirinden güzel filmlerin peşinde koşacağız, izleyip sarsılacağız, yorumlar yapıp sinefiller olarak 10 gün boyunca hayattan kopacağız.

O kadar çok film var ki hangisini izlesek diye kafalarınızın karışmaması için bir liste hazırladım, hemen hemen her bölümden film almaya çalıştım, bu filmler sayesinde, çok güzel bir if geçirmeniz dileğiyle.

KARANLIK VE KÖŞELİ

Blue Ruin: İntikam filmlerini seveNlerin mutlaka izlemesi gereken bir film, Amerikadaki silahlanma saplantısını da akıllıca eleştiren bir film.
Cheap Thrills: Tarantino filmlerini seviyorsanız bu filmi kaçırmayın, insanın para için ne kadar ileri gidebileceğini anlatan çarpıcı bir film.
L'etrange Couleur Des Larmes De Ton Corps: Bu seneki festivalin en farklı, gizemli filmlerinden biri olacak bu film, yönetmen bizi sinema sanatının çok farklı yerlerine götürecek ve kendimizi adeta filmin içindeymişiz gibi hissedeceğiz.

ÖZEL GÖSTERİMLER

Visitors: siyah beyaz ve diyalogsuz bir film izlemeyeli kaç sene oldu? sessiz filmleri özledim diyorsanız bu film tam size göre.

!f KÜLT

The Night of the Hunter: İngilizlerin efsane aktörlerinden oscar ödüllü Charles Laughton'un yönetmenlik kariyerinin ilk ve son filmidir bu efsane film, bir tek film çekeceksin o da bu olacak deseler çoğu yönetmen kabul eder herhalde. Robert Mitchum'un kötü adam rolünde efsaneleştiği bir film, iyi/kötü kavramlarınını sogrulayan ve sorgulatan çok sağlam bir gerilim, çoğu sinefilin izlediği bu filmi festivalde beyaz perdede izlemek paha biçilmez bir deneyim olacaktır.

SANAT HAYAT İÇİNDİR

Cutie in the Boxer: Her ikisi de sanatçı olan evli çiftin tuhaf aşk hikayesinin anlatıldığı farklı bir film.

Dangerous Acts Starring the Unstable Elements of Belarus: Gizlice kaçırılan görüntülerden oluşan bu film avrupanın son diktatörüne karşı sahnede ve sokakta direnişin filmidir.

GÖKKUŞAĞI

Concussion: Bitmiş bir aşkı tekrar canlandırmak isteyen çiftin hayatın anlamını aramasını anlatan bir dram.

Tatuagem: Brezilya gettolarında geçen bir aşk hikayesi, 18 yaşındaki bir gençle kabare sanatçısının aşkını anlatan bir brezilya filmi.

Test: 1985 San Franciscosunda geçen ve Aidsin azrail olduğu seneleri anlatan ölüm,seks ve sanat hakkında özgün bir film.

AŞK BAŞKA BİR DÜNYA


Al Midan: Mısır devrimi hakkında bildiğimiz ve bilmediğimiz herşeyi anlatan harika bir yapım.

Let the Fire Burn: 1985 philedelphiasında polislerin radical örgüt MOVE'un üyelerini kaldıkları evden çıkarma operasyonu ve operasyonun felaketle sonuçlanması anlatan bir belgesel..

OYUN


Böcek: Bu festivalde önerdiğim tek türk filmi, sevdiği kızın başkasıyla evlenmesine engel olmak için çabalayan Uğur'un kurduğu senrayo ve o senaryonun tamamen doğaçlama gelişmesi.

Cheatin: Tutku dolu bir aşk hikayesinin anlatıldığı harika bir animasyon.

Hross i Oss: İzlanda'nın muhteşem doğasında atlar ve insanlar arasındaki ilişkilerden oluşan trajiomik bir film.

Swim Little Fish Swim: Dürüstlüğü, samimiyeti ve küçük anlarda yakaladığı güzelliklerle sizi kalbinizden yakalayacak harika bir film.

The Dirties: Liseli iki arkadaşın okulun belalı tiplerinden intikam almaya çalıştıkları ve bunu kendi kameralarına çektikleri, tipik amerikan gençlik filmlerine benzese de kendine has olan özgün bir gençlik filmi.

!f MÜZİK

Good Vibrations: İrlanda'da geçen bir punk hikayesi, punkın babası Teri Hooley'in gerçek hayat hikayesini anlatan müziğe doyacağımız bir hikaye.

Mistaken for Strangers: The National hakkında bir belgesel olmakla beraber ondan çok daha fazlası olan harika bir yapım.

KEŞİF


For Snøen Faller: Yol filmlerini sevenler bu filmi kaçırmasın, tamamen amatör oyunculardan oluşan kadronun kendine hayran bırakan performanlarsını izlemek de cabası.

Mahi va Gorbeh: Yine bir İran sineması ve yine bir başyapıt, 134 dakikalık ve tek planda çekilen bol süprizli harika bir hikaye.

Neposlusni: Sırbistan'dan gençlik isyanı ve özgürlük adına iç ısıtan bir hikaye.

The Selfish Giant: İngiliz sinemasından güçlü bir dostluk ve yol hikayesi.

DİGİTÜRK GALALARI


Borgman: Hollanda sinemasından bol hicivli güzel bir gerilim filmi, gerdiği kadar güldüren ve hicivleriyle izleyiciyi sıkmayan harika bir film.

Dallas Buyers Club: Çoğu sinefilin izlediğini düşündüğüm bir film ama festival havası farklıdır ve bu film öyle güzel bir film ki tekrar tekrar izlenebilecek bir film. Matthew Mcconaughey bu filmdeki aidsli hasta rolüyle en iyi erkek Oscarını, Jared Leto da en iyi yardımcı erkek Oscarını alacaklar, sırf bu iki harika oyunculuk için bile izlenmesi gereken bir başyapıt Dallas Buyers Club.

Dom Hemingway: 12 yıl hapiste kaldıktan sonra özgürlüğüne kavuşan Dom Hemingway'in hikayesini izleyeceğiz üstelik Dom Hemingway'i de Jude Law canlandırıyor dersem özellikle kızların bu filme ilgisi daha çok artacaktır.

Filth: Bu filmle nefret ettiğimiz polislerden bir kez daha nefret edeceğiz, büyük britanyada polisler için kullanılan bir argo sözcük olan Filth yani PİSLİK.

Kaze Tachinu: Animasyon diyince ilk akla gelen kişi olan Miyazaki USTANIN son harikası olan bu animeyi izlemek için sabırsızlanıyorum ben, eminim aynı şekilde sizlerde sabırsızlanıyorsunuzdur.

Night Moves: Amerika'nın düzeninden hoşnut olmayan 3 aktivistin bir barajı havaya uçurma hiayesini izleyeceğiz.

NYMPHOMANIAC: Bu film için bir kelime bile yazmama gerek yok sanırım çünkü tüm festival manyakları bu filmi bekliyorlar, !f'in en bomba filmi bu sene kesinlikle Von Trier'in Nymphomaniac'ı, 2 bölümden oluşan bu filmi belki de Türkiye'de sansürsüz olarak ilk ve son kez sadece !f te izleyeceğiz, bu yüzden biletleri en kısa sürede tükenecek film olacaktır Von Trier'in bu cesur yapımı.

Short Term 12: Brie Larson'un adeta oyunculuk dersi verdiği son derece güzel hikayesiyle insanı alıp götüren bir film.

The Double: Submarine's yönetmeninden desek herhalde sinefilleri hemen bir tebessüm alır, Richard Ayoade'den yine bir yönetmenlik resitali izleyeceğiz bu filmde.

The Spectacular Now: 500 Days of Summer filminin senaristlerinden çıkan bir senaryo desek yeter herhalde, insanı içini ısıtan muhteşem bir hikaye, festivalin muhakak izlenmesi gereken filmlerinden.

Under the Skin: Scarlett Johannson'un bir uzaylıyı canlandırdığını düşünsenize, düşünemediniz değil mi, bu filmde Scarlett'i şimdiye kadar olduğundan tamamen farklı izleyeceğiz, sırf bu yüzden bile festivalin en merak edilen filmlerinden biri olmayı başaran Under the Skin başta ben olmak üzere Scarlett fanları tarafından biletleri hemen bitecek filmlerden biri.

The Grandmaster: Wong Kar Wai'nin son film olan The Grandmaster Bruce Lee'nin hocası ip man in hayatını anlatan bir film, özellikle uzak doğu dövüş sanatları filmlerini sevenler bu filmi kaçırmamalı.