21 Şubat 2015 Cumartesi

2015 OSCAR ÖDÜLLERİ TAHMİNLERİM


Evet geldik bir Oscar sezonunun daha sonuna bugün Türkiye saatiyle sabaha karşı 3’de Los Angeles’da 87.Oscar ödülleri dağıtılacak.

Bu sene gerçekten inanılmaz bir rekabet var ve uzun zaman sonra ilk defa en iyi film oscarının kazananı belli değil, son 10 senedir bir film ağır favori olarak girer ve kazanırdı ödülü, en son 2005 senesinde crash büyük bir sürpriz yaparak kazanmıştı, o seneden beri en iyi film dalında bir heyecan olmuyor ve ağır favori olan kazanıyordu ama bu sene durum baya karışık en iyi film dalında. Sadece en iyi film dalında değil onun dışındaki 4-5 dalda da heyecan son ana kadar devam edecek ve ödül açıklanana kadar kimin kazanacağı belli olmayacak, yani bu sene Oscar töreni son yılların en heyecanlı ve rekabetçi  töreni olacak. Şimdi sizlere hangi dalda Oscar ödülünü kim kazanır ve kim kazanmalı onları yazacağım.

En önemli ödül olan en iyi film oscarını sona bırakalım ve yazmaya başlayalım.

Teknik dallardan başlarsak eğer;

En iyi görsel efekt:  Interstellar, Dawn of the Planet of the Apes, Guardians of the Galaxy, X-Men: Days of the Future Past ve Captain America:The Winter Soldier.

Aday olan 5 filmde gerçekten sinemada izlendiğinde efektleriyle izleyenleri büyüleyen filmler olarak adaylığı hak ettiler ama maalesef sadece biri kazanacak bu ödülü, bu dalda iki favori var biri Interstellar diğeri Dawn of the Planet of the Apes, bence bu yılın en büyük prodüksiyonu olan Nolan’ın Interstellar’ı kazanır/kazanmalı en iyi görsel efekt oscarını.

En iyi ses miksajı: American Sniper, Whiplash, Interstellar, Unbroken ve Birdman.

Bu dalda da büyük bir çekişme olacak, Whiplash, Birdman ve American Sniper diğer iki adaydan bir adım öndeler, ben akademinin bu dalda ödülü American Sniper’a vereceğini düşünüyorum ama kazanmalı kısmına gelirsek eğer bu kesinlikle Whiplash olmalı.

En iyi ses kurgusu: American Sniper, Interstellar, Birdman, Unbroken, The Hobbit.

Genelde ses miksajı ödülünü kazanan ses kurgusu ödülünü de kazanır ve bu yüzden American Sniper ses kurgusu oscarını alacaktır, bu dalda ben de American Sniper’ın kazanması gerektiğini düşünüyorum ama ses miksajında kazanan Whiplash olmalı.

En iyi şarkı: bu dalda adayları bile yazmam gereksiz çünkü Selma filminin şarkısı Glory tek favori ve kazanması gereken şarkı da kesinlikle o.

En iyi film müziği: The Imitaion Game, The Grand Budapest Hotel, Mr. Turner, Interstellar, The Theory of Everything.

Alexandre Desplat hem The Imitation Game hem de The Grand Budapest Hotel’in film müziklerini yaptı ve iki filmde birden aday, ayrıca Hans Zimmer Interstellar’da yine harikalar yarattı ama Johann Johannsson The Theory of Everything’de film müziklerinin iki ustasını da geçerek harika bir işe imza attı, dolayısıyla bu sene en iyi film müziği oscarı The Theory of Everything’e gidecek ve gitmeli.

 

En iyi makyaj ve saç tasarımı: Guardians of Galaxy, Foxcatcher, The Grand Budapest Hotel.

Bu dalda favorim The Grand Budapest Hotel, diğer iki filmde de gayet iyi makyajlar yapılsa da The Grand Budapest Hotel en iyi makyaj ve saç tasarımı oscarını kazanacaktır ve kazanmalı.

En iyi kostüm tasarımı: The Grand Budapest Hotel, Into the Woods, Maleficent, The Imıtation Game, Mr. Turner

En iyi makyaj ve saç tasarımı dalında olduğu gibi bu dalda da The Grand Budapest Hotel en büyük favori sürpriz olacağını sanmıyorum dolayısıyla en iyi kostüm tasarımı oscarını da The Grand Budapest Hotel kazanır ve kazanmalı.

En iyi prodüksiyon: The Grand Budapest Hotel, The Imitation Game, Interstellar, Into the Woods, Mr. Turner

En iyi prodüksiyon oscarını da The Grand Budapest Hotelin kazanacağını düşünüyorum eğer adaylar arasında o olmasaydı Interstellar kazanır diyebilirdim ama The Grand Budapest Hotel varken bu dalda başkasını düşünmek saçmalık olur.

En iyi kurgu: The Grand Budapest Hotel, The Imitation Game, Boyhood, Whiplash, American Sniper

Bu dalda ödül Boyhood ve Whiplash arasındaki büyük rekabete sahne olacak ama 12 senede çekilerek sinema tarihinde ayrı bir yer edinen Boyhood en iyi kurgu oscarını almalı ve alacaktır.

En iyi görüntü yönetimi: Birdman, The Grand Budapest Hotel, Ida, Mr. Turner, Unbroken.

Bu dalda ağır favori Birdman ve büyük ihtimalle de kazanacaktır ama kim kazanmalı derseniz kesinlikle IDA kazanmalı derim, eğer büyük bir sürpriz olur ve en iyi görüntü yönetimi oscarı IDA’ya giderse gerçekten hak eden kazanmış olacak ama bu dalda maalesef Birdman ödülü Polonya filmine bırakmaz.

Teknik dallardaki adayları ve kimlerin kazanacağını yazdıktan sonra yavaş yavaş oscarın ağır dallarına doğru gidelim ve şimdi de en iyi animasyon, yabancı film ve belgesel dallarınında kim kazanır onları yazalım.

En iyi belgesel: Citizenfour, Finding Vivian Maier, Last Days in Vietnam, The Salt of the Earth, Virunga.

Bu dalın tek favorisi var o da Citizenfour. Eski CIA görevlisi Edward Snowden’ın başta Amerika olmak üzere tüm dünyayı sarsan gizli belgeleri deşifre etmesini anlatan belgesel bu sene en iyi belgesel dalında oscarı kazanacaktır.

En iyi Animasyon: The Boxtrolls, Big Hero 6, Song of the Sea, How to train your Dragon-2, The Tale of Princess Kaguya.

En çekişmeli geçecek dallardan biri de animasyon dalı olacak, bu dalda 3 animasyondan biri kazanırsa kimse şaşırmamalı, o animasyonlar Big Hero 6, The Tale of Princess Kaguya ve How to train your Dragon. Eğer animasyon dalında oscarı ben verseyim kesinlikle Big Hero 6’e verirdim ödülü ama Japon animesi The Tale of Princess Kaguya harika hikayesiyle bu ödülü hak eden bir animasyon, How to train your Dragon-2 ise 2010’da ilkiyle kazanamadığı animasyon oscarını ikinci filmle kazanmak istiyor. 2010’da Toy Story-3’e kaybetmiştiler, bu sene ise en büyük favoriler ve büyük ihtimalle kazanacaklar ama dediğim gibi ben olsam önce Big Hero 6, sonra da Princess Kaguya’ya verirdim animasyon oscarını.

En iyi Yabancı Film: Mandariinid-Estonya, Timbuktu-Moritanya, Leviafan-Rusya, IDA-Polonya, Relatos Salvajes-Arjantin

Bu seneyi yazmadan önce geçen seneye gitmek istiyorum. 5 adaydan üçü çok iyi filmlerdi, İtalya’dan The Great Beauty, Belçika’dan The Broken Circle Breakdown ve Danimarka’dan The Hunt. Bana kalsaydı ben oscarı Broken Circle Breakdown’a verirdim sonra da The Hunt’a ama onlar değil The Great Beauty kazandı ve kesinlikle diğerlerinden iyi olduğu için kazanmadı, akademiye hitap ettiği için kazandı. Şimdi bu seneye gelirsek eğer yine üç aday ağır basıyor, Arjantin’den Relatos Salvajes, Rusya’dan Leviafan ve Polonyadan IDA.

Ben olsam Rusya’nın yozlaşmış devlet kademelerini harika şekilde anlatan Leviafan’a verirdim oscarı ama ikinci dünya savaşı ve Yahudi soykırımını da içine alan Ida, Leviafan’a göre bir adım önde. Arjantin yapımı da kazanırsa kimse niye kazandı diyemez, geçen senekine benzer bir tablo var yani yabancı film oscarında, Ida kazanır ama Leviafan kazanmalı diyorum.

Giderek ana dallara doğru geliyoruz, şimdi de senaryo dallarında kimler favori ve kimler kazanmalı onları yazalım.

En iyi uyarlama senaryo: American Sniper, Inherent Vice, The Imitation Game, The Theory of Everything, Whiplash.

Bu dalda iki favori var ve büyük bir çekişme içindeler, biri Whiplash, diğeri The Imitation Game. Ben kesinlikle Whiplash’in kazanmasını istiyorum ama writers guild ödüllerinde kazanan The Imitation Game oldu, umarım oscarda kazanan Whiplash olur.

En iyi özgün senaryo: Boyhood, Birdman, Foxcatcher, Nightcrawler, The Grand Budapest Hotel.

Bu dalda da uyarlama senaryoda olduğu gibi iki favori var biri Birdman diğeri The Grand Budapest Hotel. Ben The Grand Budapest Hotel’den yanayım. Bafta ve writers guild ödüllerinde The Grand Budapest Hotel, golden globe ve eleştirmen ödüllerinde ise Birdman kazandı, şu an 2-2 eşitlik var ve oscarda kazanan eşitliği bozacak ve umarım eşitliği bozan The Grand Budapest Hotel olur.

 Oyuncu dallarına geldi sıra, önce yardımcı oyuncu sonra da oyuncu dallarında kimler kazanır onları yazalım şimdi

En iyi yardımcı kadın oyuncu: Patricia Arquette-Boyhood, Laura Dern-Wild, Keira Knightley-The Imitation Game, Emma Stone-Birdman, Meryl Streep-Into the Woods

Bu dalda tek favori var o da Boyhood’da anne rolünü enfes canlandıran Patrica Arquette film çekilmeye başlandığında 35 yaşındaydı şimdi ise 47 yaşında, 12 senede çekilen filmde anne rolünü o kadar iyi oynadı ki Arquette bu daldaki diğer adaylar törene sadece onu alkışlamak için gelecekler.

En iyi yardımcı erkek oyuncu: Robert Duvall-The Judge, Ethan Hawke-Boyhood, Edward Norton-Birdman, Mark Ruffalo-Foxcatcher- J.K Simmons-Whiplash

Whiplash bir müzik filmi olmasına rağmen filmde sıkça gerildik ve sinirlendik bunun sebebi de tabi ki manyak bir müzik hocasını canlandıran J.K Simmons’tu. Filmde o kadar iyi bir oyunculuk segiledi ki Simmons, en iyi yardımcı erkek oyuncu oscarını ondan başkasının kazanması büyük haksızlık olur ve akademi bu haksızlığı yapmaz. Simmons’un ödülü de en az Arquette kadar garanti.

En iyi kadın oyuncu: Marion Cotillard- Two Days, One Night, Felicity Jones-The Theory of Everything, Rosamund Pike-Gone Girl, Julianne Moore-Still Alice, Reese Witherspoon-Wild.

Oyunculuk dallarının en banko ödülü bu dalda desem, hatta 87.oscar ödüllerinin en banko ödülü bu dalda verilecek diyerek iddayı arrtırayım, çünkü yıllardır filmlerdeki harika oyunculuğuyla bu ödülü ne zaman kazanacağı merak konusu olan Julianne Moore, Still Alice filminde öyle bir oynuyor ki, izleyenleri öyle bir ağlatıyor ki, bu ödülü kesinlikle hak ediyor. En iyi kadın oscarı bu sene en hak edilen Oscar dallarından biri olacak ve Julianne Moore kazanacak.

En iyi erkek oyuncu: Steve Carell-Foxcatcher, Benedict Cumberbatch-The Imitation Game, Bradley Cooper-American Sniper, Michael Keaton-Birdman, Eddie Redmayne- The Theory of Everything

Oyunculuk dallarında tek çeikşmeli dal bu sene en iyi erkek oyuncu dalı olacak, diğer 3 oyunculuk dalında favoriler açık şekilde belli ve kazanamama ihtimalleri yok ama bu dalda heyecan büyük ve iki favori öne çıkıyor, biri Birdman’le Michael Keaton, diğeri The Theory of Everything ile Eddie Redmayne.

Son zamanların en çekişmeli erkek oyuncu oscarı olacak ve açıkçası Redmayne mi Keaton mu kazanacak kimse bilmiyor. Stephen Hawkings’i inanılmaz bir şekilde canlandıran Redmayne bir adım önce gibi gözüküyor ama Keaton da Birdman’de inanılmazdı, ben Redmayne kazanmalı diyorum ama sanki akademi Keaton’a verecek oscarı.

En iyi yönetmen: Richard Linklater-Boyhood, Alejandro Gonzalez İnarritu-Birdman, Bennett Miller-Foxcatcher, Wes Anderson-The Grand Budapest Hotel, Morten Tyldum- The Imitation Game.

En iyi yönetmen dalında da iki favori var biri 12 senede çektiği Boyhood’la Richard Linklater, diğeri Birdman’le İnarritu, ben oyumu 12 sene hatrına Linklater’e veriyorum, umarım akademi de benim gibi düşünür ve Linklater kazanır.

Ve geldik Oscar töreninin en önemli ödülü olan en iyi film ödülüne

En iyi film: Boyhood, Birdman, American Sniper, The Imitation Game, Selma, The Theory of Everything, Whiplash, The Grand Budapest Hotel

Nasıl en iyi yönetmen dalında Boyhood’un yönetmeni Linklater ve Birdman’in yönetmeni İnarritu arasında bir çekişme varsa en iyi filmde de Boyhood ile Birdman arasında bir çekişme yaşanıyor, son 10 senede tören günü hangi filmin kazanacağı belli olurdu ama şimdi o zarf açılıp kazanan isim açıklanana kadar inanılmaz bir heyecan yaşanacak ve gerçekten kimse hangi filmin kazanacağını bilmiyor.

Golden globe, bafta, eleştirmenler ödülünü Boyhood kazandı, oyuncular birliği ödülünü ve bugün açıklanan bağımsız ruh ödüllerini ise Birdman kazandı. Yarışın başında Boyhood öndeyken sonlara doğru Birdman onu yakaladı ve inanılmaz çekişmeli bir yarış var şu an iki film arasında. Bana kalsa ben The Grand Budapest Hotel’in kazanmasını isterim, bu iki filmden de çok daha iyi bir filmdi ama maalesef en iyi film oscarını ya Boyhood ya da Birdman kazanacak, bu iki filmden hangisi kazanır derseniz akademi 12 yıllık emeğe arkasını dönmeyecektir ve en iyi film oscarını Boyhood kazanacaktır.

21 Ocak 2015 Çarşamba

OSCAR ADAYLARI


Oscar adayları 2 gün önce açıklandı, işlerimin yoğunluğundan anca yazabiliyorum aday değerlendirmesini, akademi yine büyük saçmaladı ve kesinlikle aday olması gereken oyuncu ve filmleri aday göstermedi, şimdi dal dal Oscar adaylarını bir değerlendirelim.
En iyi film dalında bu sene 8 film seçti akademi, biliyorsunuz 5 sene önce 5 film sınırlamasını kaldırıp 5-10 film arası yapmıştı ve bu 5 senede her sene farklı sayıda aday göstermişti akademi, geçen sene 9 aday varken bu sene bu sayı 8’e düştü, o zamanda demiştim, 5 aday sınırı tekrar geri gelmeli, 5-10 arası gerçekten çok saçma. Neyse gelelim bu sene aday gösterilen filmlere.

En iyi film:
Boyhood, Birdman, The Grand Budapest Hotel, The Imitation Game, The Theory of Everything, Selma ve Whiplash zaten aday olması gereken filmlerdi 8. Aday American Sniper ise tamamen milliyetçilik duygularına göre verilen bir karar olarak akademiye yakışmadı, eğer 8 aday olacaksa 8. Kesinlikle Nightcrawler olmalıydı ya da illa American Sniper’ı alacaksa 9. Olarak Nightcrawler’ı da almalıydı, o güzel filmin hakkını yedi akademi. 

En iyi erkek oyuncu: 
En iyi erkek oyuncu dalında aday gösterilen 5 aktörün dördü kesinlikle burda olmayı hak etti ama 5. Olarak American Sniper’da milliyetçilik gazı veren Bradley Cooper yerine Nightcrawler’da kariyer rolünü oynayan Jake Gyleenhaal olmalıydı 
Steve Carell’ı normalde komedi filmlerinde görmeye alışığız ama Foxcatcher’da istediği zaman dram filmlerinde de en az komedi filmlerindeki gibi harika oynayacağını göstermiş.
Benedict Cumberbatch ünlü matematikçi Alan Turing rolünde çok iyi bir performans sergilemiş The Imitation Game’de
Michael Keaton Birdman’de adeta oyunculuk dersi vermiş
Eddie RedmayneThe Theory of Everything’de Stephen Hawking inanılmaz canlandırmış
Ama Bradley Cooper American Sniperda Amerikan halkına gaz vermekten başka bir şey yapmamış, akademi Jake Gyleenhaal yerine Cooper’ı aday göstererek büyük eyyam yapmış.

En iyi kadın oyuncu:
Akademinin hakkını verdiği ender dallardan biri en iyi kadın oyuncu dalı olmuş.
Marion Cotillard Two Days one Night’ta çaresizlik içindeki bir kadın nasıl oynanacaksa öyle oynamış
Felicity Jones The Theory of Everything’de Stephen Hawkings’in eşini harika canlandırmış
Rosamund Pike Gone Girl’de öyle bir oynamış ki filmden çıkan herkes ondan nefret ediyordu
Reese Witherspoon’da Wild’da yine usta oyunculuğunu konuşturmuş.

En iyi yardımcı erkek oyuncu:
Bu dalda da bir polemiğe gerek bırakmayacak doğru seçimler yapmış akademi.
Robert Duvall The Judge’da ne kadar usta bir oyuncu olduğunu göstermiş ve gerçekten inanılmaz oynamış
Ethan Hawke Boyhood’da 12 seneye yayılan harika bir oyunculuk sergilemiş,
Edward Norton Birdman’de ne kadar kaliteli bir oyuncu olduğunu göstermiş
Mark Ruffalo Foxcatcher’da Steve Carell’la birlikte harika bir oyunculuk sergilemiş
J.K Simmons Whiplash’de seyirciyi kendisine küfrettirecek kadar sinir bozucu bir oyunculuk sergilemiş

EN iyi yardımcı kadın oyuncu:
Bu dalda 4 adaya lafım yok ama Keira Knightley maalesef hak etmediği bir adaylık almış, yıllardır söylerim Knightley oyuncu falan değil ama ısrarla en iyi filmlerde rol alıyor yıllardır, nasıl ona rol veriyorlar hala anlamış değilim hadi rolü veriyorlar peki akademi nasıl en iyi oyuncu oscarına aday yapıyor gerçekten bunu anlamıyorum
Patricia Arquette Boyhood’da harika bir anne kompozisyonu çizmiş
Laura Dern Wild’da Reese Witherspoon’la karşılıklı döktürmüş ve oyunculuk dersi vermiş
Emma Stone Birdman’de iki usta oyuncu Edward Norton ve Michael Keatonl’a beraber hiç sırıtmadan oynamış ve bu adaylığı hak etmiş
 Meryl Streep film çektiği her sene oscara muhakkak aday olduğu için ve bu sene de film çektiği için aday olmuş
Keira Knightley yerine Snowpiercer’daki rolüyle Tilda Swinton’un aday olması gerektiğini düşünüyorum ben, Tilda varken Keira’yı seçmek Ferrari varken Ford tercih etmek kadar saçmalık olmuş.

En iyi yönetmen:
Bu dalda da 4 aday hak ederek adaylık almışlar;
Birdman’de Alejandro Gonzales Inarritu, Boyhood’da Richard Linklater, Foxcatcher’da Bennett Miller ve The Grand Budapest Hotel’de Wes Anderson ama 5.adaylıkta akademi yine eyyamın dibine vurmuş ve senenin en iyi filmlerinden biri olan Whiplash’in yönetmeni Damien Chazelle’i harcamış, üstelik Chazelle bu harika filmi ilk yönetmenlik deneyiminde çekmesine rağmen ve onun yerine The Imitation Game’in yönetmeni Morten Tyldum’u aday göstermiş, bu seçime açıkçası saygı duymak imkaansız, kesinlikle Chazelle hak ediyordu adaylığı.

En iyi animasyon filmi:
Akademinin Senenin açık ara en iyi animasyonunu aday bile göstermemesi gerçekten ben dahil herkesi şaşırttı evet sizin de aklınıza gelen animasyondan bahsediyorum The Lego Movie. Akademi TheLego Movie’yi bu dalın tek favorisi olması lazımken aday bile göstermedi, Oscar adaylarının açıklandığı gece dağıtılan eleştirmen ödüllerinde en iyi animasyon ödülünü kazandı The Lego Movie, akademi nasıl böyle bir saçmalık yaptı akıl alır gibi değil gerçekten. 
The Lego Movie olmadığı için aday 5 animasyon da şu an oscarı kazanabilecek durumda, bunlar Big Hero 6, How to train your Dragon-2, The Boxtrolls, Song of the Sea ve Japon animesi The Tale of Princess Kaguya.

En iyi yabancı film:
Animasyon dalındaki skandalın aynısı yabancı film dalında da yaşandı, senenin en iyi filmlerinden biri olan İsveç yapımı Forje Majeure aday gösterilmedi ve hemen akabinde eleştirmen ödüllerinde en iyi yabancı film ödülünü kazandı. Ben en iyi yabancı dalında Ida’yla Forje Majeure’yi favori görüyordum ama Forje Majeure’nin aday gösterilmemesinden sonra Ida tek favori kaldı, Ida-Polonya dışındaki adaylar ise 
Timbuktu-Moritanya, Leviafan-Rusya, Tangerines-Gürcistan ve Wild Tales-Arjantin .

Evet bu sene de akademi adayları açıklarken yaptığı eyyamlarla çok tartışıldı, şimdi 22 şubatı bekleyip kimlerin Oscar kazanacağını göreceğiz, umarım adaylıkları açıklarken yaptığı eyyamı kazananlarda yapmaz akademi.

10 Ocak 2015 Cumartesi

EN İYİ 10 REHİNE FİLMİ

Malumunuz Charlie Hebdo olayından sonra iki gün önce bir markette rehine olayı yaşanmıştı ben de twitterda en iyi 10 rehine filmini yazmıştım, gelen istek üzerine o 10 filmi sizlerle de paylaşmak istedim

En iyi 10 rehine filmi:



1-Dog Day Afternoon-1975: Başrolde Al Pacino ve o zamanlar Meryl Streep’in nişanlısı olan ve şu an yaşasaydı en az Al Pacino kadar efsane olacak John Cazale, bir banka soygununu ellerine yüzlerine bulaştırmaları ve olayın büyüyüp ulusal bir şova dönüşmesini izliyoruz.
Bazı filmler vardır ne kadar izlersen izle sıkılmazsın, bu filmde benim için öyle bir film, 1976 oscarlarında en iyi orjinal senaryo oscarını da kazanan film usta yönetmen Sidney Lumet’in yönetmenliğiyle daha da efsaneleşiyor.

2-Munich-2005: Steven Spielberg’in yönettiği ve tamamen gerçek bir olaydan ele alınarak çekilen bu film 1972 olimpiyatlarında kara eylül adlı örgütün İsrail’li 11 olimpiyat sporcusunu kaçırması ve sonrasında gelişen olayları anlatıyor. 
Tamamen gerçek bir olay olduğu için ve bu olayı çok başarılı anlattığı için en iyi rehine filmlerinin arasına giren Münih, 164 dakikalık uzun sayılabilecek süresine rağmen izleyiciyi devamlı yükselen heyecanıyla hiç sıkmıyor.

3-Die Hard-1988: 1988 senesinde çekilen ve bir efsane olan Die Hard o kadar büyük bir gişe yaptı ki ardından tam 4 devam serisi daha çekildi. Bruce Willis’in Bruce Willis olmasında en önemli pay bu filmindir, aksiyon sinemasının en önemli oyuncularından Bruce Willis’in efsane oyunculuğuyla ve asla düşmeyen temposuyla harika bir rehine filmidir Die Hard, e zaten başta da dediğim gibi o kadar çok beğenilmiştir ki devam serileri gelmiştir bu kült filmin.

4-Argo-2012: Ben Affleck oyunculuğu yıllarca tartışılan seveni kadar nefret edeni de çok olan bir oyuncuyken aniden yönetmenlğe geçmiş ve 2007’de Gone Baby Gone filmiyle baya övgü almıştı, ardından The Town’u çekerek yönetmenliğini biraz daha iyi seviyeye çekti ve ikinci filminde de oyunculuk kariyeri boyunca almadığı kadar olumlu eleştiri aldı, çektiği iki filmde de çok olumlu eleştiriler alan Affleck 3.filmi olarak Argo’yu çekti. Argo o kadar başarılı oldu ki 2013 oscarlarında en iyi film olmak üzere 3 oscar kazandı. açık konuşmak gerekirse Argo gerçekten çok iyi bir film, çok az filmde gerilen ben Argo’yu izlediğimde baya bir kendimi kaptırıp gerilmiştim.
Gerçek bir hikayeden konusu alan Argo, İran devrimi sonrası Amerikan konsolosluğunda çalışan vatandaşları kurtarmayı konu alıyor ve 2 saat boyunca izleyenlere bol gerilimli bir film izletiyor.

5-Man on Fire-2004: Aksiyon filmlerinin en iyi oyuncularından biri olan Denzel Washington’un izleyenleri 146 dakika boyunca koltuğunda büyülediği, aksiyonsa aksiyon, gerilimse gerilim tabiri caizse kendini soluksuz izlettiren bir film. 
Eğer Meksika’ya sempatiniz varsa bu filmden sonra nefret edeceksiniz onu da belirtmeden geçmeyeyim.

6-A Perfect World-1993: Clint Eastwood’un hem yönetip hem oynadığı ona usta oyuncu Kevin Costner’ın eşlik ettiği ve aksiyon filmlerinin aksine izleyenlerin gözlerini nemlendiren harika bir film.
Bu filmi izledikten sonra soundtrackini de 1 hafta boyunca dinleyeceğinizi belirteyim, filmi de muhtemelen ikinci hatta üçüncü kez izleyeceksiniz, kısacası A Perfect World insana dokunup geçen ve beyninde yer ettiren bir film. 

7-Swordfish-2001: John Travolta, Hugh Jackman, Don Cheadle ve onlara tüm seksiliğiyle eşlik eden Halle Berry, bu kadrodan kötü bir film çıkma ihtimali zaten yok.
Hapisten yeni çıkmış usta bir hackerin Cia ile ortaklığı ile büyük miktarda bir parayı yönetmesini anlatan film, hiç düşmeyen temposu ve castingiyle en iyi rehine filmlerine girmeyi başarıyor.

8-Collateral-2004: Tom Cruise’un karşımıza kötü adam olarak çıkması ile bile ezberleri bozan bu film, Tom Cruise’un belki de en iyi oyunculuklarından birini sergilediği Jamie Foxx’un da ona harika oyunculuğuyla eşlik ettiği aksiyon filmlerinin usta yönetmeni Michael Mann’in çektiği temposuyla izleyenleri hiç sıkmayan harika bir film. 

9-Phone Booth-2002: Size bir filmin hemen hemen tamamının bir telefon kulübesinde geçtiğini ve 81 dakika boyunca bir telefon kulübesi izlemenize rağmen asla sıkılmayacağınızı hatta tam tersi ne çabuk bitti diye üzüleceğinizi söylesem inanmazsınız ama bu film tam yazdıklarım gibi bir film, bir telefon kulübesi içinde her dakika artan temposuyla ve ilginç senaryosuyla izleyeni koltuğuna çivileyen başrolde Colin Farrell’in oynadığı oldukça başarılı bir film

10-Hostage-2005: Bruce Willis’in oynadığı ve adının hakkını veren bir rehine hikayesi, kariyerinde çuvalladığı için ailesinden uzaklaşarak Los Angeles dışına çıkan Jeff Talley’in hiç beklenmedik bir sırada bir olayın ortasında kalması ve olayın büyüyerek ailesini de içine alması sonucu içinden çıkılamayacak bir hale dönüşmesini anlatan, Willis’in döktürdüğü harika bir aksiyon.

5 Ocak 2015 Pazartesi

AMSTERDAM



27 Aralık cumartesi günü Brugge’den Amsterdama gitmek için Brugge tren istasyonuna gittim, Brugge’den Amsterdama maalesef direk tren yok, aktarmalı olarak gidiyorsunuz Amsterdama, aldığım bilet 20 euroluk biletti ve Brugge-Gent-Antwerp-Amsterdam güzergahıyla 3 aktarmayla 4 saatte Amsterdama ulaşacaktım ama maalesef öyle olmadı, Antwerpteki yoğun kar yağışı nedeniyle Antwerp Amsterdam treni iptal olmuştu, normalde her saat başı olan tren kötü hava şartlarından dolayı iptal olunca tek çarem kaldı o da Thalys firmasının Antwerp-Amsterdam trenine bilet almaktı, o bilette 80 euroydu ve maalesef bu parayı vererek biletimi aldım, Antwerpte mahsur kalmaktansa 80 euroyu içim acıyarak verdim, eğer kar yağışı olmasaydı 80 euro cebimde kalacaktı, kötü hava şartları nedeniyle 4 saatte varacağım Amsterdama 6 saatte ulaştım.

Amsterdamda ev kiralamıştık 3 arkadaş, Amsterdam central tren istasyonunda indikten sonra yürüyerek 10 dakika eve ulaştık, evde biraz dinlendikten sonra kendimizi dışarı attık, ev Amsterdam centralle Red Light Distrcit arasındaydı ikisine de 10 ar dakikaydı Dam meydanına ise 15 dakika, Amsterdamda ilk gün cumartesi hava gerçekten buz gibiydi, biraz gezdikten sonra karnımızı doyurmak için bir steakhouse’a girdik, yemek yedikten sonra Amsterdamın en ünlü coffe shoplarından Bulldog’a gittik, orada biraz kaldıktan sonra hard rock cafeye gittik, hard rock amsterdam avrupanın en iyi hard rock cafelerinden biri, 2 katlı ve çalışanlar inanılmaz ilgili, ahududulu mojito içtim, açıkçası normal mojitodan daha çok beğendim, tabi her yer hard rock cafe gibi yapar mı orası ayrı, hard rock cafeden sonra hem havanın çok soğuk olması hem de yol yorgunu olmamızdan dolayı eve gidip iyi bir uyku çekerek pazar gününe hazırlanmak istedik. 

Pazar günü Amsterdamdaki 2.günümüzde biraz daha free takılalım dedik ve kahvaltımızı yaptıktan sonra yürüyerek Dam meydanına gittik, Dam meydanından Amsterdamın istiklali diye düşündüğümüz sağlı sollu mağazaların olduğu caddede gezdik ve biraz alışveriş yaptık, alışverişimizi yaptıktan sonra Leidspleina’a yürüdük, ordan meşhur I Amsterdam yazısının olduğu yere gittik foto çektirmek için ama inanılmaz bir kalabalık vardı, o yazının olduğu yer Van Gogh ve Rijskmuseuma çok yakın, bizde ne de olsa yarın sabah geleceğiz diye o kalabalıkta foto çektirmeden çıktık, oradan Vondelparka gidip o güzelim manzaranın tadını çıkardık, ordan sonra apple store’a girdik, orayı gezerken o akşam beşiktaş maçını izleyecek bir yer aradığımızı düşündük ve apple storeda bir macnbook'un başına oturup maçımızı izledik, maç bittikten sonra Cafe de Klos’a gidip Rib eye yedik, tatsız bir sürprizle karşılaştık Cafe de Klosta ama gerçekten güzel bir mekan diyebilirim ve rezervasyonsuz yer bulmak imkansız, yemeğimizi yedikten sonra evimize döndük, o gece bir cluba gidecektik ama sağ olsun arkadaşlarım erkenden uyuyunca club yalan oldu.

Amsterdamdaki 3.günümüzde pazartesi günü artık gezmemiz gereken yerleri gezmeye başlamamız gerektiğini düşünerek sabah 8 de kalktık ve erkenden Van Gogh müzesine gittik, dünyanın en önemli ressamlarından biri olan Van Gogh’un müzesini görmeden Amsterdam’dan dönmek olmazdı, sabah 9’da orda olmamıza rağmen deli kuyruk vardı pazar günü I Amsterdam kart almıştık, eğer Amsterdamı gezecekseniz muhakak almanız gereken bir kart i amsterdam kart, 24,48 ve 72 saatlik 3 çeşidi var ve bu sürelerce öncelikle metro, otobüs ve tramvaylar ücretsiz bu kartla, onun dışında bir çok müze ve Ajax stadını gezmek de ücretsiz ve daha bir çok avantajı var, yani Amsterdamda turistlerin yapması gereken ilk şey i amsterdam kart almak olmalı, Van Gogh müzesine i amsterdam kart sayesinde hem daha az kuyruk bekleyerek hem de hiç ücret ödemeden girdik, Van Gogh’un o olağan üstü tablolarını gezip, inceleme fırsatı bulduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum açıkçası, Van Gogh müzesini gezdikten sonra Heineken Experience’a doğru yol aldık, orda da yarım saatlik bir sıra bekledikten sonra içeri girdik kartımız sayesinde %25 indirimle girdik Heineken’e, ilk başta biraz sıkıcı gibiydi Heineken turu ama sonra inanılmaz eğlenceli oldu, kesinlikle herkese tavsiye ederim Heineken experience turunu, hele bira da seviyorsanız gitmemeniz çok saçma olur, Heineken’de 3 saat vakit harcadıktan sonra artık hava kararmaya başlamıştı ve yapılacaklar listemizden en mantıklı olanı seçip Amsterdam nehir turu yapmaya karar verdik, i amsterdam karta 2 firma ücretsiz kanal turu fırsatı vardı, biz o 2 firmadan Amsterdam central karşısındaki Holland International Canal Cruises şirketini seçtik, aslında biz hava aydınlıkken kanal turu yapmak istiyorduk ama zaman kalmadığı için akşam yapalım dedik ve yaklaşık 30 dakika sıra bekledikten sonra gemiye bindik, i amsterdam kartla o da ücretsiz ama akşam 5’ten sonra 3.5 euro alıyorlar, farkında olmadan hava kararınca yapmış olduğumuz nehir turunda ışık şölenleri izledik ve iyi ki akşam yapmışız bu turu dedirtti bize bu ışık şovları, yaklaşık 1 saat 20 dakika süren nehir turundan çok memnun kaldık, nehir turunu bitirdikten sonra yemeğe gittik evimizin yakınındaki bir italyan restoranına, karnımızı doyurduktan sonra eve gittik ve gece çıkarız diye biraz dinlenelim dedik ama bizim arkadaşlar yine uyudular ve 3.gecemizi de evde geçirmek zorunda kaldık sayelerinde.

Amsterdamdaki 4. ve son günümüzde yine sabah erkenden kalkıp yola koyulduk, ilk hedefimiz Madame Tussauds müzesiydi, dam meydanının merkezinde olan müzeye sabah 9.30 gibi geldik ve sırada kimse yokken ilk sıraya geçip açılmasını bekledik, saat 10’da açılıyordu müze ve biz sıraya girdikten sonra 10’a kadar yaklaşık bi 200 metre kuyruk oluştu, müze açılır açılmaz daldık ve ünlülerin bal mumu heykelleriyle fotolarımızı çektirdik, gerçekten çok eğlenceli bir aktivite oldu, yaklaşık 2 saatte tüm müzeyi gezmiş olduk, Madame Tussauds’u bitirdikten sonra Hollanda’nın en iyi, avrupanın da sayılı takımlarından olan Ajax’ın stadını gezmek için central tren istasyonundan metroya bindik, 54 numaraya binip Biljmer arenada inince Ajax’ın stadı Amsterdam arena karşınıza çıkıyor, centralden yaklaşık 20 dakikalık bir metro yolculuğuyla stada varıyorsunuz, I Amsterdam kart sayesinde stad gezisi de bedavaya geliyor, 12.50 turu için biletimizi alıp Ajax storedan alışveriş yapmak için oraya gidiyoruz, Ajax forması ve atkısı aldım ben, formamın arkasına da tabi ki Seedorf yazdırdım, en çok sevdiğim futbolcu olan Seedorf Ajax efsanelerinden biridir, 12.50 olunca turumuza katıldık, yaklaşık 1 saat süren turda tüm stadı gezdik, soyunma odalarından tribünlere, Ajax’ın stada çıktığı yere kadar her yeri gezdik stadta, futbolla ilgilenenler zaten bu tura kesin gideceklerdir ama ilgilenmeyenler de Ajax’ın o muazzam stadını görmeliler diyorum.

Avrupanın üstü kapanan ilk stadı olan Amsterdam arena tam anlamıyla bir arena gerçekten, adamlar harika yapmışlar, gezimiz bittikten sonra metroya binip şehre geri döndük, son günümüzde son hedefimiz Anne Frank’in evini gezmekti, Amsterdam centralden trene binerek Anne Frank’in evine gittik ama öyle bir sıra vardı ki sıraya girsek minimum 2 saat bekleyecektik ve 2 saat beklemektense gezeriz diye düşünüp Anne Frank’in evini pas geçip rasgele bi tramvaya binip bakalım nereye gideceğiz diye oturduk, o tramvay bizi türk mahallesine götürdü, kebap, gelinlik mağazaları ve daha bir sürü türkçe mağaza vardı, orayı da geçip şehirden baya uzaklaşınca bunun sonu yok diye tramvaydan inip karşıya geçtik ve şehre giden tramvaya binerek tekrar şehre geldik, böylece yanlışlıkla da olsa Amsterdamdaki Türk mahallesini görmüş olduk.

4 gün boyunca Amsterdam’da gezilmesi gereken hemen hemen her yeri gezdik, planlarım içinde olan ama maalesef gidemediğim tek yer Amsterdamın meşhur yel değirmenlerinin olduğu Zaanse Schans bölgesiydi, onun dışında gezilecek her yeri gezdik ve harika bir gezi oldu, yazın gitseydik bisiklet de kiralardık ama o soğukta bisiklete binmek açıkçası zor geldi ve kiralamadık. 3 gece 4 gün kaldığım Amsterdam’ı çok beğendim, çok düzgün bir şehir, insanların insanlara saygısı var, trafik yok, özgürlük inanılmaz derecede, herkes kafasına göre takılıyor, baskı yok, gerçekten yaşanılası bir şehir. Amsterdamdan ayrılmak zor oldu ama maalesef dönme zamanı gelmişti, schiphol havalimanına gitmek için amsterdam centralden trene biniyorsunuz, 20 dakika sonra havalimanına varıyorsunuz, tren bileti 5 euro ama kontrol eden yok, almasanız da binersiniz trene ama herkes alıyor, Türkiye’de olsa ne de olsa kontrol eden yok diye binenlerin %80’i almazdı bilet. 

30 Aralık’ta THY’nin 23.55 de kalkan TK 1956 seferiyle İstanbul’a döndüm, uçağın saati bence harika, tüm gün Amsterdamı gezip, yorulup gece o uçakla ülkeye dönerken uçakta uyumak çok keyifli oluyor. Amsterdama gidip mantar denemeden döndün mü sorularına ise maalesef evet diyerek yazımı bitiriyorum.

BRUGGE


2008 senesinde In Brugge filmini izlediğimde demiştim bir gün ben Brugge’e gideceğim diye ve o hayalım geçen hafta gerçekleşti, şimdi sizlerle Brugge maceramı paylaşacağım, gitmek isteyenlere de güzel bir rehber olacağından eminim yazımın.

25 aralıkta Thy’nin sabah 8’deki TK1937 uçağıyla Brüksele gittim, yaklaşık 3 saat 20 dakika süren uçuştan sonra Brüksel havaalanına indik, Brüksel havalimanının en alt katından kalkan trenler aktarmalı olarak sizi Brugge’e götürüyor. Yaklaşık 30 dakikada bir kalkan trenler ya Brüksel midi aktarmalı ya da Gent aktarmalı olarak Brugge’e gidiyor, ben Gent aktarmalı olana denk geldim, Brükselden yaklaşık 50 dakika süren tren yolculuğuyla Brugge’e ulaşıyorsunuz, tren ücreti 20.60 euro tutuyor ve http://www.belgianrail.be sitesinden biletinizi alabiliyorsunuz, bilette tren saati yazmıyor, sadece tarih yazıyor, yani o tarihte istediğiniz trenle geçebilirsiniz Brükselden Brugge’e. 

Brükselden Gent aktarmalı trenle Brugge’e geçtim, Brugge tren garında indikten sonra şehir merkezi yaklaşık 1.5 km, bavulunuz olduğu için taksi tutacaksınız muhtemelen o da 7 euro tutuyor, bavulunuz yoksa eğer yürüyerek 20 dakikada merkeze ulaşabilirsiniz. Otelim Best Western Acacia’ya taksiyle ulaştıktan sonra odama yerleştim, otelin yeri gerçekten çok iyiydi, Markt meydanına yürüyerek sadece 3 dakikaydı.

25 aralıkta geldiğim için Brugge’e, christmas şenliğine denk geldim ve iyi ki de geldim, christmas kermesi vardı sokaklarda ve sokaklar ışıldı ama tabi christmas olduğu için mağazaların çoğu kapalıydı ve turist bilgi merkezleri de. Otelin Brugge haritasında pek ayrıntı yoktu ama resepsiyonist çok yardımcı oldu ve bana en iyi restoran ve en güzel biraların içileceği yerleri yazdı, odama yerleştikten sonra dışarı çıktım, Brugge denince akla üç şey geliyor, midye, bira ve ve çikolata. 

Brugge’ün iki ana meydanı var biri Markt diğeri Burg meydanı, Markt meydanındaki kermesleri gezip, çok acıktığım için yemek yemek için resepsiyonistin önerdiği Poules Moules’e gittim ama maalesef christmas olduğu için kapalıydı o restoran, ben de markt meydanındaki adını Brugge’ün simgesi olan Belfort saat kulesinden alan Le Grand Cafe Belfort’a girdim, midyeyi çok seven ve Türkiyenin en iyi midyesinin olduğu şehir İzmirde yaşayan biri olarak meşhur Belçika midyesini çok merak ediyordum açıkçası, bizim midyeden daha güzel olma ihtimalini düşünemiyordum ama yine de içimde acaba olabilir mi diye bir düşünce de geçmiyor değildi, 3-4 farklı sosla servis ediliyor midye, şarap, bira, garlic ve cream sosları var, ben garsona siz hangisini tavsiye edersiniz dedim bana cream sosu önerdi(en pahalısı da oydu) midye 20 ile 25 euro arasında sosuna göre değişiyor, yanında da Brugge’ün en meşhur biralarından Brugge Zots istedim, yemek bi 25 dakika bekleme süresinden sonra geldi, bir tencere içinde servis ediliyor midye ve o tencere sonuna kadar dolu oluyor, yanında da patates kızartması veriyorlar, bir tencerede yaklaşık 50-60 arası midye oluyor, benim yediğim krema soslu midye gerçekten çok lezzetliydi, ben çok beğendim ve o kadar iştahlı yedim ki, yanımdaki masada oturan kişi kalkarken bana afiyet olsun dedi, bizim midyelerle kıyaslamak gerekirse ben bizim midyeyi seçerim ama Belçika midyesi de övüldüğü kadar varmış, Brugge’e giderseniz mutlaka deneyin derim. 

Karnımı doyurduktan sonra biraz daha gezdim ama hem christmas olduğundan çoğu yer kapalıydı hem de hava kararmıştı o yüzden otelime döndüm biraz dinlenmek için, otelde biraz dinlendikten sonra Belçikanın meşhur biralarını denemek için dışarı çıktım, resepsiyonistin önerdiği pub Brugs Beertje kapalıydı christmas yüzünden ben de pub ve barların oldugu T’Zand caddesine gittim, rasgele bir bara girdim, barda christmas party vardı ve gerçekten çok iyi müzik yapan bir dj vardı şansıma, mekan çok kalabalıktı, kendime barın önünde bir yer buldum ve oturdum, yaklaşık 2 saat oturdum ve 6 bira içtim, hepsi de farklı biralardı, frambuazlı da içtim, muzlu da, tekilalı da, frambuazlı güzeldi ama muzlu tavsiye etmem açıkçası, biralar hem lezzetli hem de sudan ucuzdu, 2-3 euro arasında değişen fiyatlarla 6 bira içtim, 3 euro evet en pahalı bira 3 euroydu hem de brugge’un en iyi barlarından birinde, adamlar sudan daha çok tüketiyor birayı, sloganları da save the water drink beer. ben de öyle yaptım açıkçası 2 günde içtiğim suyun 10 katı daha fazla bira içtim Brugge’de, bardan midemde daha fazla bira içecek yer kalmadığı için çıktım ve sabah erkenden kalkıp, tüm Brugge’ü gezmem gerektiği için odama gidip uyudum.

26’sında uykumu iyice almış ve dinlenmiş olarak uyandım ve giyinip Brugge’ü gezmek için fotoğraf makinamı boynuma asarak dışarı çıktım, Brugge’de gezilmesi gereken en önemli yerleri belirledikten sonra yoluma koyuldum, önce Markt meydanına inip, Brugge’ün simgesi olan Belfort saat kulesine gittim, Belfort saat kulesinin tepesine çıkmak için tam 386 merdiven çıkmanız gerekiyor, maalesef asansör yok, eğer oraya çıkmayı başarabilirseniz şehrin harika manzarasının keyfini çıkarabilirsiniz ama oraya çıkınca yorgunluktan o keyfi yaşayabilirmisiniz bilemem, açıkçası çıkmak istedim ama 386 merdiven çıkmayı yemedi o yüzden çıkanları tebrik etmekle kaldım ve yoluma devam ettim.

Markt meydanından Burg meydanına geçtim ve orayı da gezdikten sonra şehrin görülmesi gereken en önemli yerlerinden Church of our Lady kilisesine gittim, bu kilise tarihi bir kilise ve hristiyanlar için çok değerli bir kilise, Michalengelonun Madonna ve Çocuk heykeli bu kilisede ve sırf bu yüzden bile görülmesi gereken bir kilise, orayı gezdikten sonra Beginjhof’a gittim, ördek ve kuğuların yüzdüğü çok güzel manzarası olan bir park Beginjhof, çok güzel fotoğrafların çekileceği bir manzarası var, o yüzden bu güzel manzarayı kaçırmamak gerekli, ordayı da gezdikten sonra aşk gölü olarak adlandırılan Minnewater’a geçtim, orası da en az Beginjhof kadar güzel bir yer, orada da çok güzel fotoğraflar çekebilirsiniz, minnewaterdan çıkınca karşıma tren garı çıktı, geze geze otelden tren garına kadar gelmişim, ordan şehrin diğer önemli turistik yeri olan St Salvatore kathedraline doğru yol aldım, orayı da gezdikten sonra alışveriş mağazalarının olduğu, Brugge’un en kalabalık caddesi Zuidzandstraat’a geçtim ve mağazaları geze geze Markt meydanına geldim, gezmem gereken her yeri gezmiştim ve sadece Brugge’de mutlaka yapılması gereken tekne turu kalmıştı, normalde 4-5 firma var nehir turu düzenleyen ama 26’sı olduğu için hepsi kapalıydı tek bir yer açıktı Dijver caddesindeki tekne turu açık olan tek yerdi, tek açık olan yer orası olduğundan baya bir sıra vardı, hava da soğuktu, sıraya girip girmemekte tereddüt ettim ama olmazsa olmazdı nehir turu ve o yüzden girdim sıraya yaklaşık 45 dakika bekledikten sonra sıra geldi, 7.60 euro karşılığında 35 dakikalık harika bir nehir turu yapıyorsunuz, Brugge’ü bir de nehirden turluyorsunuz, kaptan gayet güzel bir şekilde anlatıyor Brugge ve tarihçesini bir de geçtiğimiz yerlerin önemlilerini, 7.60 gerçekten çok ucuz o tur için 15 euro olsa herkes yine yapar diye düşündüm açıkçası, tekne turu bittikten sonra o kadar gezip deli gibi yorulan ve acıkan ben bir gün önce gittiğim ve kapalı olan Poules Moules’e gittim, rib eye yedim, kesinlikle tavsiye ederim bu restoranı hem çalışanları çok ilgili hem de yemekler efsane derecesinde lezzetli, yemeğimi yedikten sonra Amsterdamdan gelen arkadaşlarla buluşmak için 2b denen mekana gittim, Brugge’un birbirinden farklı biralarını denemek için harika bir mekan 2b tek kötü yanı saat 7’de kapanması. 

Brugge’ü 2 günde çok rahat bir şekilde gezdim, hatta 1 günde de gezilir o kadar ufak bir şehir ama kesinlikle bu şehrin keyfini çıkarmak gerekir o yüzden 2 gün ayırın derim, Brugge Belçikanın en turistik yeri, başkent Brükselden daha çok turist çekiyor sebebi de 2.dünya savaşında bombalanmayan tek yer olması, o tarihi dokusunu tamamen koruması, gerçekten de Brugge’de insan kendini masal şehrindeymiş gibi hissediyor, o evler, yüzlerce çikolata dükkanı sayesinde şehir resmen çikolata kokuyor, bu küçük ve sevimli şehirde 2 harika gün geçirdikten sonra 27 aralık cumartesi günü Amsterdama geçtim. 

4 Ocak 2015 Pazar

2014'ÜN EN İYİ 10 FİLMİ

Her sene Aralık ayının sonunda yayınlardım o senenin en iyi 10 filmini ama bu sene yurt dışı tatilimden dolayı maalesef yazamadım, anca fırsat buldum, listem belliydi ama yazma kısmına yeni geçebildim, öncelikle şunu söylemek istiyorum, 2013 senesinde çıkan filmleri sırf Türkiye’de 2014’te vizyona girdi diye 2014’ün en iyi filmleri arasına sokmak tamamen saçmalık, benim 2013’ün en iyi filmlerine koyduğumu 2014’ün en iyi filmlerine koyan bir sürü sinema yazarı var, bir de Türkçe isimleriyle yazmıyorlar mı filmleri işte ona da çok fena gıcık oluyorum, film her zaman orijinal adıyla yazılır bunu bilmeyip siyad üyesi olmuş bir sürü yazarcık var ülkemizde neyse kısa bir eleştiri yaptıktan sonra şimdi 2014’ün en iyi 10 filmini sizlerle paylaşayım.

1-Grand Budapest Hotel:  Wes Anderson sinemaya kendi tarzını yansıtan ve harika bir sinema dili yaratan çok sevdiğim bir yönetmendir, her filminde sinemasını geliştiren ve izleyenleri hikayenin içine sokan Anderson, Grand Budapest Hotel’de sinemasının en üst noktasına çıkıyor, başta Ralph Fiennes olmak üzere Adrien Brody, Williem Dafoe, Edward Norton ve Bill Murray ile senenin en iyi filmine imza atıyor Anderson.

2- Boyhood: Richard Linklater’i hepimiz Before Sunrise, Sunset, Midnight üçlemesinden tanıyoruz, romantik sinemanın en önemli filmlerinden üçünü çeken Linklater bu 3 filminin arasında bir başyapıt çekmeyi de ihmal etmedi, çekimleri tam 12 sene süren ve bir erkek çocuğun küçüklükten 18 yaşına kadarki serüvenini anlatan film, sinema dünyasında bir ilk olarak tarihe geçerken 2 saat 45 dakikalık uzun süresine rağmen izleyiciyi dikkatini filmde tutmayı sağlayan Linklater gerçekten senenin en orijinal filmine imza atmış oluyor.

3-Birdman: Amores Perros, 21 Gram ve Babel üçlemesinden tanıdığımız Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzales Inarritu’nun hem kadrosuyla olarak hem de hikayesiyle bu seneye damga vuran filmi Birdman başta Michael Keaton olmak üzere, Edward Norton, Naomi Watts, Emma Stone ve Zach Galifianakis’in oynadığı ve bu senenin Oscarlarında en iyi film dalında Boyhood’la kıyasıya bir çekişmeye girecek harika bir baş yapıt. Michael Keaton da bu filmdeki oyunculuğuyla oscarda en iyi aktör dalında çok büyük şansa sahip.

4-Whiplash: Öncelikle filmin yönetmeni Damien Chazelle’den başlamak istiyorum yazıma, böylesine harika bir filmi ilk film olarak çekmek gerekten büyük bir başarı ve her yönetmene nasip olmayan bir şans, Chazelle 2014’ün en iyi filmlerinden birine imza atıyor ve henüz ilk filminde beklentileri bir hayli yukarıya taşıyor, yılın yönetmeni oscarını kazanır mı? Zor ama benim için 2014’ün en iyi yönetmeni kesinlikle Chazelle’dir, senaryo muhteşem, yönetmenlik harika olunca da ortaya izlerken nefes almayı bile unutacağınız bir şölen ortaya çıkıyor, Whiplash sınırları zorlamak ve kuralları yıkmak adına izlenmesi gereken bittiğinde ayakta alkışlayacağınız bir film.

5-Nightcrawler: Jack Gyllenhaal’ın oyunculuk manasında devleştiği ve yılın en sürpriz filmlerinden biri olan Nightcrawler, bir adamın hırsları sayesinde yapmayacağı şeyin olmadığını bize çok açık bir şekilde anlatırken haber sektörünün kirli yüzünü de gözler önüne seriyor. Film gerçekten çok etkileyici ve filmi bu kadar etkileyici yapan da dediğim gibi Gyllenhaal’ın harika performansı.

6-Interstellar: Bu senenin en çok beklenen filmi hiç kuşkusuz sinemanın dahi çocuğu Nolan’ın Interstellar’ıydı, filmi geçen senenin 3D harikası Gravity ile kıyaslayan vardı ve ne yazık ki bu filmi Gravity ile kıyaslayanlar bu filmi hiç anlamamıştı, Gravity 3D harikası onun dışında bir numarası olmayan bir filmken, Interstellar tamamen uzayın derinliklerine giren ve felsefesi olan bir filmdi, evet bir Inception değildi, ve Nolandan çok büyük beklentisi olan sinema dünyası filmi izledikten sonra az da olsa hayal kırıklığına uğradı ama ben filme şöyle bakıyorum bu filmi Nolan değil de başka bir yönetmen çekse hiç kuşkusuz Interstellar 2014’ün en iyi filmi olurdu ama Nolan bizi o kadar yükseğe çıkardı ki Interstellar!a burun kıvırır olduk, film çok eleştirilse ve çoğu kişi için 2014’ün hayal kırıklığı olarak nitelendirilse de benim en iyi 10 filmim arasına kesinlikle giriyor.

7-Under the Skin: Bu filmi İstanbul film festivalinde izlemiştim, filmden çıktığımda insanların yüzünde çok enteresan mimikler gördüğümü hala unutamıyorum, şaşıran da vardı, gülen de, şok olan da, kızgın olan da, film bir sürü farklı duyguyu açığa çıkaran bir film olmuştu kısacası, film sinema eleştirmenlerini de ikiye bölen bir film oldu, Under the Skin’i 2014’ün en iyi filmlerine koyan da oldu en kötü filmlerine koyan da, hep seksi sarışın olarak gördüğümüz ScarlettJjohansson’u bu filmde bir alien’ı canlandırırken gördük, oyunculuk anlamında kusursuz olan Johansson’un da muazzam oyunculuğuyla Under the Skin kesinlikle 2014’ün en iyi 10 filmine girmeyi hak eden bir film.

8-IDA: Bu senenin en iyi yabancı oscarını kazanacağına kesin gözüyle baktığım bu Polonya filmi, Avrupada da yılın en iyi filmi ödülünü kazandı. Ida izlerken sizi çekim tekniğiyle adeta dinlendirecek ve bittiğinde üzüleceğiniz kadar etkileyecek bir şaheser.

9-Winter Sleep: Bu senenin en iyi 10 filmine bir Türk filminin girmesi beni çok sevindirdi açıkçası, tamamen tarafsız olarak hazırladığım bu listeye Nuri Bilge Ceylanın Kış Uykusunu büyük rahatlıkla soktum, Oscardan sonra sinema dünyasının en önemli ödülü olan Cannes’da altın palmiyeyi kazanan Winter Sleep, derin dialogları ve muhteşem manzara çekimleriyle izleyenleri 3 saat boyunca adeta büyüleyen bir başyapıt.

10-Force Majeure: Bilen bilir İsveç sineması Bergmandan dolayı avrupada en sevdiğim 3 ülke sinemasından biridir, Force Majeure’de bir İsveç yapımı olarak beni hemen etkiledi açıkçası, erkek ve kadının konuya yaklaşım biçimlerini çok açıklayıcı bir şekilde ortaya koyan film Fransız Alpleri manzarasıyla da izleyenleri büyülüyor, 2014’ün en iyi 10 filminde çok rahat bir şekilde koyuyorum bu İsveç filmini, böylelikle ilk defa 3 avrupa filmi yılın en iyi 10 filmi listeme girmiş oluyor.