24 Mart 2010 Çarşamba

biletixin son rezaleti

malum eylülde 2010 dünya basketbol şampiyonası var istanbulumuzda bu büyük organizasyon belkide ülkemizin de en büyük sınavı olacak daha önce avrupa basketbol şampiyonası yapılmıştı ülkemizde ama dünya basketbol şampiyonası çok daha farklı ve çok daha büyük bir organizasyon çünkü tüm dünyanın gözü ülkemizde olacak eylül ayında tüm dünyanın en büyük basketbol takımları gelecek hepsini geçtim amerika namı değer dream team gelecek hem de tam kadro çünkü uzun zamandır dünya basketbol şampiyonasında kayıplar ve bu sefer öyle olmayacağını göstermek için geçen sene olimpiyatlardaki kadroyla gelecekler amaçları her rakiplerine 30-40 fark atarak şampiyon olmak ve eylülde ülkemiz çok güzelleşecek harika bir atmosfer olacak bundan hiç şüphem yok ama çok endişeli ve şüpheli olduğum bir olay oldu geçen hafta onu yazmak istedim bende şampiyona biletlerini biletix satıyordu daha doğrusu satacaktı ve ne zaman satışa çıkacağı açıklanmamıştı o yüzden biletixin sitesine girdiğimiz zaman biletler satışa çıkarılmadan 2 gün önce haberim olsun diye bir seçenek vardı mailinizi giriyorsunuz size haber veriyorlardı(güya).
halbuki biletixte daha önce de ülkemizde yapılan bir sürü önemli organizasyonun biletleri satılmıştı ve hep biletlerin satışa çıkarılacağı tarih aylar öncesinden ilan edilmişti o yüzden bu işte bir gariplik vardı sanki ama yine de ben de binlerce basketbolsever gibi o seçeneğe tıkladım ve mailimi yazdım ve her gün hem biletix e hem de mailime bakıyordum acaba satışa çıkarılma tarihi açıklandımı açıklanacakmı diye ama bir gün bi yerde okuduğum haberler beynimden vurulmuşa döndüm biletler satışa çıkmış ve 2 saatten daha az bir sürede biletlerin tükendiği yazmış sistemde.
bu andan itibaren biletix e 3 soru sorulabilir
1- her organizasyonda aylar önce biletlerin satışa çıkarılacağı gün açıklanırken neden bu çok önemli organizasyonda gizlendi bu tarih
2-madem gizlediniz satışa çıkarılacağı tarihi biletler çıkmadan haber ver seçeneğine tıklayan kişilere neden mail gelmedi
3- biletler kimsenin haberi olmadan satışa çıkarıldı diyelim koskoca stadyumun biletleri nasıl 2 saatte biter öyle bir ihtimal olmaz olamaz ki zaten kimsenin haberi yoktu biletlerin satılacağından.
4- size attiğim mail e de cevap verilmedi mantıklı bir açıklamanız olmadığından olabilirmi acaba bu?

benim bu olaylardan çıkardığım sonuç ise biletix bu önemli organizasyonun biletlerini birilerine peşkeş çekmiştir internetten göstermelik 100-200 bilet satıp biletlerin bittiğini yazmış ve kalan biletleri el altından resmi olmayarak satışa çıkarılmıştır yoksa başka bir açıklaması olamaz 15 bin kişilik salonun biletlerinin kimseye haber vermeden satışa çıkarılıp hemencecik bitti yazısının sisteme girilmesinin.

ben hala biletixten bir açıklama bekliyorum bu olay medyada gündeme gelmedi ama gelmeli bu büyük sahtekarlık araştırılmalı ben ve benim gibi binlerce basketbol fanatiği resmen mağdur olmuştur bu olayda.

22 Mart 2010 Pazartesi

Sinema Tarihinin En iyi 10 Filmi

Genelde her sene farklı yayın organları tarafından yapılır ve açıklanır gelmiş geçmiş en iyi filmler ve genelde 10 film olarak başlık atılır tabi ki her yayın organının en iyi 10 filmi farklıdır ama yine de üç aşağı beş yukarı hepsinde ortak filmler vardır bende size kendimden tamamen bağımsız olarak empire,imdb,people magazine,afi ve diğer sinema dergilerinin en iyi 10 filmlerinin kolajını yaparak yayınlamak istiyorum(genelde her türden bir film almaya çalıştım) ve aşağıdaki 10 film sinema tarihinin en iyi 10 filmi olarak değerlendirilebilir.

Casablanca

Gone with the wind

Schindlers list

Singin in the rain

It is a wonderul life

Sunset boulevard

Star wars

Psycho

One flew over the cuckoos nest

Dr strengelove

19 Mart 2010 Cuma

oscarın laneti


oscar kazanmak dünyadaki bütün aktris aktörlerin hayalidir hatta tüm insanların desem abartmış olmam sanırım ama özellikle kadınlarda oscar almak gerçekten çok ilginç bir boyuta ulaştı diye bilirim oscar alan kadınların eşlerinden ayrılmaları neredeyse gelenek oldu desem abartmış olmam ilk olarak 92 senesinde oscarı alan ingiliz aktris emma thompson 95 senesinde yine kendisi gibi ingiliz olan ünlü yönetmen kocası kenneth branaghtan ayrılmıştı hemen ardından 97 de oscarı kazanan helen hunt 2 sene sonra kocası hank arizadan ayrılmıştı bunlara tesadüf diyebilirsiniz peki bundan sonrakiler 99 da oscarı alan hilary swank 2004 heykelciklerini ikiledikten 3 sene sonra 2007 de kocası chad lowe dan ayrıldı yine 99 da en iyi yardımcı kadın oscarını alan angelina jolie 2003 de kocasından ayrıldı ve 2001 senesinde oscarı alan halle barry 2005 te kocasindan ayrıldı yine 2005 te oscarı alan reese witherspoon kendisi gibi oyuncu olan kocası ryan phillipsten 2008 senesinde ayrıldı ve son olarak 1 hafta önce geçen senenin oscarlı oyuncusu kate winsletin yönetmen kocası sam mendesten ayrıldığını öğrenmişken dün de 7 martta oscar alan sandra bullockun kocası jesse james ten ayrıldığı haberini aldık kısacası oscar kariyer açısından önemli bir ödül olsa da aile açısından oscar kazanmak gerçekten kötü sonuçlara yol açıyor diyebiliriz

16 Mart 2010 Salı

Crazy heart ve Tender Mercies




Oscar töreni öncesi izleyemediğim tek oscar adayıydı bu film maalesef izleyememiştim ve az önce bitirdim Jeff Bridges namı değer 'dude' çok iyi bir oyuncudur hollywood da herkes tarafından takdir gören yetenekli ve karizmatik bir oyuncudur ama bu zamana kadar 4 kere oscara aday olmuş ve bir türlü kazanamamıştı ve bu filmle oscardan önce hangi ödül varsa topladı ve oscar öncesi onun kazanması değil kazanamaması bu seneki oscarın en büyük süprizi sayılacaktı ama o süpriz olmadı ve Jeff Bridges Crazy Heart ile oscarı aldı haketti mi derseniz başka bir yorum yapacak kişiyi hiç görmedim filmi izleyipte yok haketmemiş diyen bir kişi bile bulamazsınız.
Filmde kariyeri düşüşe geçmiş bir country şarkıcısını canlandırıyor Bridges ve onun öğrencisi olan şuanın en ünlü yıldızının biraz da vefa borcunu ödemesiyle teklifler alıyor diyebiliriz film güzel yardımcı oyuncu olarak Bridges a eşlik eden Maggie Gylenhaal da iyi oynamış ki zaten yardımcı kadın oyuncu dalında adaylık getirdi bu oyunu ona ama benim bu yazıyı yazma amacım ne Crazy Heart ı ne de Bridges ı övmek sizi 1984 senesine götürmek istiyorum Crazy Heart filminde de kısa bir rolü olan aynı zamanda filmin yapımcısı da olan Robert Duvall 1984 yılında 4.kez aday gösterildiği oscar da ilk oscarını kazandığında canlandırdığı rolde yine kariyeri düşüşe geçmiş bir country şarkıcısını canlandırmıştı filmin adı Tender Mercies izlemenizi tavsiye ederim.
O zamanın oscarlı oyuncusu Duvall bu sefer yapımcı olarak hemen hemen kendisinin oscar aldığı filmin senaryosuna çok yakın bir filmle samimi arkadaşı Jeff Bridges a oscar kazandırdı iki filmde güzel iki oyuncu da gerçekten oyunculuklarıyla oscarı haketmiştir ama burda asıl soru birbirine çok benzeyen iki film ve iki oyunculuktan hangisi daha iyi Bridges Crazy Heart da mı daha iyi oynamış yoksa Duvall Tender Mercies de mi izleyin siz karar verin ama fikrimi sorarsanız sanki Bridges daha iyi oynamış Duvalldan.

15 Mart 2010 Pazartesi

Oscar Tarihinde Hakkı Yenen Filmler

Akademi ödülleri her ne kadar sinema dünyasının en prestijli ödülleri olarak kabul edilselerde ki ben de öyle kabul ediyorum her ne kadar en objektif en realist ödüller olsa da akademi de arasıra haksızlık yapmıştır filmlere az da olsa bazı seneler hak etmeyen filmler kazanmıştır ben bu yazımda hangi senelerde hangi filmlerin alması gerektiğini sizlerle paylaşacağım.

1936: Akademinin ilk hatası 1936 da başladı maalesef bu sene oscarı hak eden ve herkes tarafından da alacağı düşünülen film Mr.Deeds Goes to Town du Frank Capranın bu harika filmi ki türkiyede de bu film çevrilmiştir çarıklı milyoner olarak ve rahmetli Kemal Sunal oynamıştır oscarı alamamış onun yerine müzikal bir film olan The Great Ziegfeld almıştır en iyi film oscarını.

1944: Bu sene de yine bir haksızlık yapılmıştır ve Billy Wilderin belkide türünün açık ara en iyi filmi olan Double Indemnity si oscarı yine bir müzikal olan Going My Way e kaptırmıştır.

1946: Aslında bu sene iki büyük favori kapıştı en iyi film oscarı için hangisi alsa diğeri çok üzülecekti bir yanda William Wylerın dev kadrosuyla ve müthiş hikayesiyle dikkati çeken filmi The Best Years of Our Lives diğer yanda ise Frank Capranın inanılmaz güzel hikayesiyle ve usta oyuncu James Stewartın harika performansıyla It is a Wonderful Life bu iki muhteşem filmin yarışında kazanan The Best Years of Our Lives olmuştur ama benim gönlüm It is a Wonderul life tan yanadır ama yine de dediğim gibi hangisi kazansa diğerine haksızlık olacaktı keşke ikisine verselermiş.

1951: Yine bir müzikalın aldığı bu sene yine alması gereken film başka bir filmdi müzikaller sanırım oscarda hep hak yiyen filmler olarak anılacaktır oscarı alan An American in Paris olmuştu ama Marlon Brando ve Vivien Leigh li kadrosuyla kesinlikle A Streetcar Named Desire almalıydı o sene.

1956: Özellikle bu sene en büyük haksızlıklardan biri yapılmış maalesef aday olan filmlerden en hak etmeyeni en zayıfı asla alamaz denileni oscarı almıştır ve bu sene akademinin kara senesi olarak tarihe geçmiştir oscarı alan Around the World in Eighty Days kesinlikle rakiplerinin yanında çok zayıf bir filmdir hatta adaylık bile almaması gerekirdi ama oscarı almıştır ve o sene fena halde hakkı yenilen filmler ise Rock Hudson James Dean ve Elizabeth Taylor gibi dev kadrosuyla dev gibi bir film olan Giant ve yine dev bütçesiyle The Ten Commandments tır.

1957: Bu senede yine iki harika film kıyasıya çekişmiş ve kazanan The Bridge on River Kwai olmuştur ve rakibi 12 Angry Man eli boş dönmüştür ama dediğim gibi bu senede 2 filmde hak etmiştir aslında oscarı.

1964: Bu seneyi değerlendirdiğimizde yine bir müzikalin oscarı aldığını görüyoruz ama bu sefer hak ederek alıyordu bİr haksızlık yoktu ortalıkta ama diğer iki filmde o kadar iyi filmler ki onlar da alsa ocarı kimse bir şey diyemezdi My Fair Lady oscarı aldı o sene ama Dr Strengelove yada Zorba The Greek de alsa oscarı bir yanışlık oldu denmezdi.

1967: Konusu ve verdiği mesaj itibariyle bu sene kesinlikle Guess who is Coming to the Dinner almalıydı ama onun yerine In the Heat of the Night filmine verdiler aslında iki filmde ırkçılığa karşı olan filmlerdi ama bence Guess Who is Coming to the Dinner hem oyunculuklarıyla hem konunun işlenişiyle oscarı daha fazla hak ediyordu.

1971: Tipik bir macera filmi olan French Connection yerine Kubrickin harika filmi şiddeti eleştiren ve zamanına göre hayli cesur olan A Clockwork Orange almalıydı.

1980: Oyunculuklarıyla ayakta duran Ordinary People alırken Scorsesenin harika başyapıtı Raging Bull haksızlığıa uğramıştır 80 de.

1989: Bu senede bence aday olan beş filmden en zayıf 2. film aldı oscarı oysaki Born of the Fourth July, Dead Poets Society, My Left Foot gibi harika filmler varken Driving Miss Daisy nin alması haksızlık olmuş diye düşünüyorum.

1990: Kesinlikle ama kesinlikle gelmiş geçmiş en iyi mafya filmlerinden biri olan Goodfellas almalıydı ama ödül Dances With Wolves a gitmişti o sene.

1994: 94 senesi belkide Oscar yarışının en çetin geçtiği yıldı birbirinden harika 3 filmin yarışında kazanan benimde favorim olan Forrest Gump olmuştu ama Shawshank Redemption ve Pulp Fiction da bu sene değilde başka senelerde çekilselerdi kesin oscarı alırlardı diyorum.

2004: Bu sene en iyi film dalında aday bile gösterilmeyen bir filme acayip bir şekilde haksızlık yapıldı bırakın almasını aday bile gösterilmeyen Eternal Sunshine of the Spotless Mind bence o senenin ve Oscar tarihinin en büyük haksızlığı sadece özgün senaryo ödülü verilerek geçiştirilen film o sene kesinlikle en iyi filmi almalıydı.

14 Mart 2010 Pazar

Oscar Tarihinde Hakkı Yenen Aktrisler

Oscar tarihinde en iyi erkek dalında olduğu gibi en iyi kadın dalında da arasıra ödüller hak etmeyenlere gitmiştir hak edipte eli boş olarak evine dönen kadın oyuncuları paylaşmak istedim sizlerle.

1928: Henüz daha ikinci törende çok büyük bir haksızlık yapıldı The Passion of Joan Arc ile sinema tarihinin en iyi performansları arasına giren Maria Falconetti aday bile gösterilmeyerek oscarı Coquette filmiyle Mary Pickforda kaptırdı.

1940: Rebecca filmiyle o endişeli ölüm korkusu yaşayan gelin rolünü çok iyi oynayan Joan Fontaine maalesef oscarı alamamıştır onun yerine Kitty Foyle ile Ginger Rogers almıştır en iyi kadın oscarını.

1944: Double Indemnity filminde kocasını öldürmek için sevgilisyle inanılmaz bir plan yapan acımasız kadını harika oynayan Barbara Stanwyck oscarı Gaslight filmiyle Ingrid Bergmana kaptırmıştır oysaki o sene ikisi de hak etmiştir oscarı keşke ikisine beraber verselerdi o sene.

1950: Bu sene All about Eve filmiyle hem Anne Baxter hem de Bette Davis en iyi kadın oscarını almalılardı onların yanı sıra Sunset Boulevard ile Gloria Swanson da oscarı hak etmişti ama bu 3 kadın dururken kazanan Born Yesterday filmiyle Judy Holliday olmuştu.

1954: A Star is Born da hayatının en iyi performansını gösteren Judy Garlandda da akademi haksızlık yaparak oscarı vermemiştir o sene The Country Girl ile Grace Kelly oscarı kazanmıştır.

1957: Federico Fellinin en iyi filmlerinden biri olan The Nights of Cabiria da harika bir oyunla herkesin sevgisini ve takdirini kazanan Giulietta Masina bırakın oscarı almayı en iyi 5 kadın arasına bile girememiştir o sene.

1966: Persona filmiyle oscarı kesinlikle alması gereken Liv Ullman o sene aday bile gösterilmedi ve Who is Afraid of Virginia Wolf ile Elizabeth Taylora gitti ödül.

1969: They Shoot Horses Dont They ile en iyi kadın oscarını Jane Fonda almalıydı ama o senede haksızlık yapılan senelerden biriydi ve oscarı The Prime of Miss Jean Brodie filmiyle Maggie Smith kazanmıştı.

1974: En iyi kadın dalında yapılan en büyük haksızlıklardan biri sanırımı 74 senesinde olmuştur A Women Under the Influence ile adeta oyunculuk dersi veren Gena Rowland imkansız bir şekilde oscarı kazananamıştır ve onun yerine Alice Doesnt Live Here Anymore ile Ellen Burstyn oscarı almıştır.

1982: Sophies Choices ile Meryl Streep kesinlikle hak etti ama Frances rolündeki inanılmaz performansıyla Jessica Lange de ödülü en az Streep kadar hak etti keşke ödülü Jessica Lange ile Streep paylaşsalardı.

1987: Bu senede en iyi kadın dalında büyük bir haksızlık yapılmıştır inanılmaz bir performansla baştan çıkarıcı piskopat kadını oynayan Glenn Close ödülü almalıydı oysaki bence gayet sıradan bir rol çıkaran Cher almıştır Moonstruck filmiyle.

1992: Howards End ile Emma Thompson oscarı hak etmiş ve kazanmıştı ama o sene oscarı hak eden biri daha vardı o da Lorenzos Oil deki fedakar anne rolüyle Susan Sarandondu.

1996: Fargo filmiyle oscarı alan Frances Macdormanddı ama hak etmeyerek almıştı o sene oscarı Macdormand çünkü hem Secrets&Lies filminde herkesi ağlatan Brenda Blethyn hem Breaking waves filminde yine herkesi ağlatan Emily Watson o sene oscarı paylaşmalılardı ama ikiside o gece elleri boş döndü ve Oscar tarihinin en haksız senelerinden biri oldu hak etmeyen biri aldı hak eden iki oyuncu alamadı.

2000: Sinema tarihinin en iyi performanslarından birini çıkarmasına rağmen oscarı alamadı o sene Ellen Burstyn Requiem for a Dream ile, aldığı sene de haksız bir şekilde almıştı gerçi ama 2000 senesinde kesinlikle hak etmişti fakat onun yerine Julia Roberts Erin Brockovich ile oscarı almıştı.

2001: Erkeklerde olduğu gibi bayanlarda da 2001 senesinde haksızlık oldu ve Nicole Kidman Moulin Rouge daki harika Satin rolüyle oscarı kazanamamıştı onun yerine Monster Ball ile Halle Berry oscarı almıştı.

2002: Bir sene önce hakkı yenen Kidman hemen bir sene sonra The Hours filmiyle bir şekilde ödüllendirildi ama bu seferde Unfaithful filmindeki aldatan kadın rolüyle Diane Lane in hakkı yenildi.

Oscar Tarihinde Hakkı Yenen Aktörler

Akademi tarihinde çoğu zaman en iyiler oscarı almıştır zaten o yüzden adı en iyi erkek aktör ödülüdür ama nadir de olsa hakkı yenenler de olmuştur ve onları burada sizlerle paylaşmak bir şekilde haklarını bu yazımda onlara teslim etmek istiyorum.

1939: Mr Smith Goes to Washingtondaki inanılmaz performansıyla James Stewart a verilmesi gereken ödülü Robert Donat Goodbye Mr Chipsle hak etmediği bir şekilde almıştır.

1943: Sinema tarihinin en iyi aşk filmi olan Casablancadaki harika performansıyla Humprey Bogart kesinlikle almalıydı oscarı, ama maalesef bu senede hak etmeyen bir performansla Watch on the Rhine ile Paul Lukas almıştır.

1946: Yine James Stewart hakkı yenilerek oscarı alamamıştır yine inanılmaz bir performans sergilediği Capra filmi It is a Wonderful Life ile oscarı ise The Best Years of our Lives filmiyle Fredrich March almıştır.

1948: Humprey Bogart The Treasure of Sierra the Madre ile oscarı kesinlikle almalıydı ama o sene en iyi erkek dalında ilk beşe bile girememişti Bogart ve Hamlet rolüyle Laurence Olivier almıştı oscarı.

1951: 43 ve 48 de hakkı yenilerek oscarı alamayan Humprey Bogart bu sefer haksız bir şekilde oscarı almıştır hakeden ve alamayan ise sinema tarihinin efsane oyuncusu Marlon Brandodur A Streetcar Named Desire ile oscarı alsaydı o sene Brando , film bütün oyunculuk dallarında oscarı alarak tarihe geçecekti ama diğer 3 dalda oscarı almış en iyi erkek oyuncuyu haksız bir şekilde kaybetmiştir.

1964: Bu sene ise belkide en büyük haksızlıklardan biri yapılmıştır Dr.Strengelove filmiyle tam 3 farklı karakteri inanılmaz başarılı bir şekilde oynayan Peter Sellers oscarı kazanamamıştır ve haksız bir şekilde My Fair Lady ile Rex Harrison almıştır ödülü ben olsam ödülü kabul etmeyip Peter Sellers a verirdim o kadar iyi oynamıştı Sellers.

1967: Spencer tracynin üçüncü oscarı alması haksız bir şekilde engellenerek In the Heat of the Night ile Rod Steiger almıştır ödülü, oysaki Guess Who is Coming to the Dinner en iyi filmi Spencer Tracy de en iyi erkek oscarını almalıydı sadece Katherine Hepburn en iyi kadını alarak o filmde ödül alan tek kişi olmuştur.

1969: Dustin hoffman The Midnight Cowboy filmiyle en iyi erkek oscarını kesinlikle hak etti ama efsane oyuncu John Wayne a bir Oscar vermek adına hakkı yendi Hoffmanın ve Wayne True Grit ile oscarı aldı.

1976: Her ne kadar Networkdeki harika performansıyla Peter Finch o sene hak etse de ondan çok daha iyi oynayan Robert de Niro o sene almalıydı oscarı Taxi Driver filmiyle en kötü ikisine beraber verilmeliydi diye düşünüyorum.

1979: Dustin Hoffman Kramer vs Kramer ile oscarı hak etmedi değil ama Peter Sellers Being There ile en azından Hoffman ile beraber almalıydı oscarı ve bu Sellersın yenilen ikinci oscarıydı Dr.Strengelove dan sonra.

1990: Yine hakkı yenilen oyuncu Robert de Niroydu 90 senesinde Awakenings ile herkesi ağlatan De Niro o sene Revearsel of Fortune ile haksız bir kararla oscarı Jeremy Irons a kaptırıyordu.

1996: Shinedaki performansıyla Geofrey Rush kesinlikle oscarı hak etti ama bu sene harika bir performans gösteren ve oscarı alamayan Woody Harrelson keşke başka bir sene aday olsaydı ve alsaydı oscarı çünkü gerçekten çok iyi bir performanstı The People vs Larry Flint ve Harrelson.

2001: Bu sene hem kadın hem erkek de oscarlar 11 eylül olaylarından dolayı siyahi oyunculara gitmişti haksız bir şekilde erkeklerde Danzel Washington ikinci oscarını alırken üst üste ikinci kez en iyi erkek oscarını alarak bunu gerçekleştiren üçüncü kişi olacak Russel Crowe a büyük haksızlık yapıldı o sene A Beatiful Mind ile John Nash in hayatını çok iyi oynayan Crowe un elinden Oscar adeta çalındı o sene.

11 Mart 2010 Perşembe

Los Galacticos


Los Galacticos nam-ı değer Real Madrid neden Los Galacticos derler Reale çünkü her zaman yıldızları paranın gözünün yaşına bakmadan alır ve yıldızlarla kurulu bir takım yapar herkesin takımında görmek istediği ve bir tanesinin bile oyunun kaderini değiştirebilecek yetenekte olan oyunculardan Madrid de 5-6 tane vardır her zaman ve bu yıldızlar sayesinde her zaman dünyanın en popüler takımı olur Real Madrid özellikle bu lakap Florentino Perez takımın başkanı olduğu zamanlarda daha da fazla söylenir çünkü onun en büyük amacı Real Madride yıldızları alıp dünyanın en büyük takımı yapmaktır genç ve gelecek vaad eden oyuncular yerine kendilerini ıspatlamış yıldız oyuncuları alır her zaman perez ve 2009 senesinde 2.kez başkanlığa aday olduğunda yine seçim vaadi olarak ilk başkanlığında yaptığını yapacağını söyledi yani Zidane, Figo, Beckham, Ronaldo gibi yıldızları alarak bir yıldızlar topluluğu oluşturduğu ve büyük başarılar kazandığı seneleri tekrarlamak ve Barcelonanın üstünlüğüne son vermek en büyük amacıydı Perezin ve en son 2001-2002 yukarıda bahsettiğimiz yıldızlara aldığı ve o seneden sonra çeyrek final bile oynayamadığı şampiyonlar ligini almaktı üstelik finalde bu sene kendi evlerinde yani santiago barnebaudaydı, sadece onla yetinmeyip lig başta olmak üzere bütün kupaları bir bir toplamak için kolları sıvadı Perez çünkü en büyük rakibi Barcelona 2009 senesinde almadık kupa bırakmamıştı tam 6 kupa alarak ve daha da acısı Real Madridi santiago barnebau da 6-2 yenerek çok acı bir sezon yaşatmıştı Barcelona Madrid e geçen sene ve pereZ başkan olur olmaz ilk bombasını Kakayı alarak patlattı daha sonra en büyük bomba geldi Cristiano Ronaldo ondan sonra sırasıyla Lyondan Benzema Liverpooldan Xabi Alonsoyu da kadrosuna katarak inanılmaz bir kadro kurdu bu oyunculara verilen paralar da Ronaldo 94, Kaka 67, Benzema 35 ve Alonso 30 olmak üzere Real Madrid tam 254 milyon dolar harcadı transfere ve rüya bir takım yaratıldı.
Bu rüya takımdan başta taraftarların olmak üzere herkesin beklentisi de büyük oldu Barcelonanın geçen seneki başarısını tekrarlamaktan başka bir şey başarısızlık olurdu derken ilk hüsran İspanya kupasında geldi ve 4.lig ekibine elendi Real Madrid bu büyük skandal 2-3 hafta konuşuldu ama baskın Madrid medyası olayı kapattı taa ki dün geceye kadar oysaki Real ligde 9 maç üst üste kazanmış ve pazar günü Sevillayı 2-0 geriden gelip 3-2 yenerek ligde zirveyi ele geçirmişti ve herşey artık yolundaydı ama dün gece yaşanan o büyük skandal Barnebaudaki 80 bin taraftar dahil herkesi şok etti ve harcanan milyon dolarların adeta çöpe gitmesine neden oldu çünkü Real Madrid dün gece 80 bin taraftarının önünde Lyonla 1-1 berabere kalarak şampiyonlar liginde yine çeyrek finale kalamadı üstelik 35 milyon dolar verip Benzemayı aldıkları Lyon a Lyon o parayla 3 tane kilit oyuncu almıştı ve o oyuncular dün Madridin sonunu getirdiler. Real Madrid maçta adeta tek kale oynadı ve 8.dakika da golü buldu ama 2. golü bir türlü atamadı ve 75.dakikada Lyonun pozisyonu olmadığı maçta yine pozisyon sayılmayacak bir anda golü atması Madridlileri şok etti ve bir rüyanın sonu geldi. Artık Madridin tek kurtuluş yolu şuan lider oldukları İspanya liginde şampiyon olmak bundan başka kurtuluş yolu olmadığını Ronaldo, Kaka Benzema dahil tüm takım çok iyi biliyorlar ve şuan puan olarak eşit oldukları Barcelonayla barnebauda yapacakları 11 nisandaki maç belkide kaderlerini belirleyecek izleyip göreceğiz ama ellerinde kalan tek kupa olan İspanya ligini de kaybederlerse o takımda çok acayip şeyler olabileceğini tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok sanırım.
Belki de bu fiyaskodan çıkarabileceğimiz tek şey parayla kupaların alınamayacağıdır.

VEDA

Atatürkün hayatını anlatan Veda diye bir film çekecekler üstelik yazan ve yöneten de Zülfü Livaneli olacak dedikleri an inanılmaz heyecanlanmıştım ve sanırım ilk defa eli yüzü düzgün içimize sinecek bir Atatürk filmi çekilecek diye düşünmüştüm çünkü Zülfü Livaneliye güveniyordum araştırarak en doğru kaynakları kullanarak güzel bir Atatürk karakteri yaratacak diye düşünüyordum. Film geçen hafta vizyona girdi bende bugün izleme fırsatı buldum ama keşke izlemeseydim de hayalkırıklığına uğramasaydım
Atatürkün hayatını anlatan filmde en önemli unsur yoktu atamız yoktu evet filmde Atatürk sadece ölüm döşeğinde yaveri tarafından bazı itiraflar anlatılan bir karakter olarak vardı onun dışında Atatürk diye izlediğimiz kişini Atatürkle uzaktan yakından alakası yoktu çünkü o Sinan Tuzcuydu Atatürk değildi bize kendisini Atatürk olarak inandıramamıştı inandıramazdı da neden mi sebebi gayet açık Atatürke benzetilmek için hiçbir çaba sarfedilmemişti ve bu bence filmin en rezalet en eleştirilecek ve bu yüzden film iyi bile olsa kesinlikle vasat olarak aklımızda kalacak yönüydü Atatürkü oynayacak kişi kim olursa olsun makyajla önce Atatürke benzetilmeliydi ama bu filmde maalesef o yapılmamıştı neden yapılmamıştı bilmiyorum ama kesinlikle büyük bir hataydı bu, neden mi çünkü günümüz sinemasında makyaj çok büyük nimet herkesi iyi bir makyajla herkese benzetilmenin mümkün olduğu bu zamanda Atatürkü oynayan kişinin Atatürke benzetilmemesi beni hayal kırıklığına uğrattı.
Hatırlarsanız 1 sene önce çekilen işbank reklamında Atatürkü oynayan Haluk Bilginer 2 dakikalık reklam için tam 7 saat uğraşılarak Atatürke benzetilmişti yani istenince gayet güzel benzetilebiliyordu insanlar ki 2 dakikalık bir reklam filmiydi o ama yönetmen Zülfü Livaneli 2 saatlik filminde Atatürkü oynayan Sinan Tuzcuyu Atatürke benzetme gayreti göstermemişti o yüzden biz de Atatürkü değil Sinan Tuzcuyu izledik tam 2 saat boyunca bu da filmin en büyük ve affedilemeyecek hatasıydı bunun dışında da çok hata vardı filmde ama bu o kadar büyük bir hata ki diğerlerinden bahsetmeye bile gerek kalmıyor.
Sonuç olarak başarısız bir Atatürk filmi daha çekildi türk sinemasında umarım bir gün hollywood a bir Atatürk filmi çektirilir ve objektif bir bakış açısıyla çekilecek o filmde kaliteli bir Atatürk filmi görürüz ama o zamana kadar sanırım Atatürk filmlerimizin hepsi 2. hatta 3.sınıf olarak tarihe karışacaklardır.

8 Mart 2010 Pazartesi

depremle ilgili

geçende bir yazı yazmıştım kendimize müslüman olduğumuzu şili ve hatideki depremlere medyamızın yeteri kadar ilgi göstermediği bize yansıtmadığıyla ilgili haklıydım ama bir konuyu atlamışım bu konuda bizim medya sadece oradaki depremlere değil dün gece saat 4.30 da olan ülkemizin 81 ilinden biri olan elazığdaki depreme de ilgisizmiş meğer neden derseniz dün gece oscar töreni nedeniyle saat 8 e kadar ayaktaydım ve deprem olduğundan ben yatana kadar ki sürede yani 3 saat 30 dakikalık sürede hürriyet ve sabah ki ülkemizin en önde gelen üç gazetesinden ikisi bu gazeteler internet sitelerinde depremle ilgili hiçbir haber yoktu maalesef tam 3 saat 30 dakikada sitelerini güncelleme zahmetinde bulunmadılar bu güzide gazetelerimiz oysaki o saatte ne bileyim oscar töreninde bir ünlü frikik verse yada bir olay çıksa direk flaş haber olarak güncellenirdi o site cidden yazıklar olsun siteye girdiğinizde o manken ne yapmış ünlüleri hiç böyle görmediniz ünlülerin istenmeyen görüntüleri gibi haberlerden normal haberleri okuyamıyorsunuz zaten ve dün geceki olay bardağı taşırdı hürriyet ve sabah gerçekten sınıfta kaldılar hatta kendilerini bitirdiler bence.

7 Mart 2010 Pazar

2010 oscar töreni şıklar rüküşler

Anna Kendricks: Çok zarif bir elbise giymiş krep şifon ve drape omuzları açık harika bir elbiseydi soluk pastel şampanya rengi elbiseyi çok iyi taşıyor kendricks bu senenin en şık kadınlarından biri oldu bile. Parmağındaki kocaman yüzük de direk dikkat çekiyor kendricksin. Gecenin en şık 3. bayanı oldu Anna Kendricks.

Mariah Carey: Carey yine dekoltesini ön plana çıkaracak ama golden globe a göre çok daha şık bir kıyafet giymiş diyebilirim. Lacivert kıyafeti derin bacak yırtmacı ve göğüs dekoltesiyle iddalı bir kıyafet ama yakışmış Carey e. Keşke ya bacak ya da göğüs dekoltesi verseymiş ikisi biraz fazla kaçmış. Elbise iğnesi de çok büyüktü o da küçük olsa güzel olurdu.

Zoe Saldana: Lavanta rengi straplez bir kıyafet giymiş üstü düz alta doğru biraz bollaşıyor farklı bir elbise ama bence güzel değil üstle alt biraz alakasız olmuş gibi özellikle ayaklarının en altı pufuduk tarzıyla berbat etmiş elbiseyi gecenin en rüküşü diyorum Saldanaya.

Monique: Çok düz bir kıyafet Oscar gecesi için mavi sıradan bir elbise e zaten fazla kilosu da var güzel bir kıyafet taşıyamaz o vücut o yüzden abartıya kaçmadan normal bir elbise giymiş.

Vera Farmiga: Son derece iddalı bir renk ve iddalı bir model ben beğendim açıkçası Farmiganın elbisesini, özellikle farklı bir elbise giymek bu gecede cesaret ister ve o cesareti göstermiş elbise de çok hoş kesimi ve o desenler süper makyajı da elbisesine muhteşem uyuyor Farmiga bu gecenin şıklarından diyebilirim.

Sigourney Weawer: Yaşına uygun tek omuz elbisesi bence çok şık kırmızı elbiseye siyah kuşak bağlayarak ve omzundan elbise iğnesiyle tutturması da güzel detaylardı.

Sandra Bullock: Açıkçası Bullock yerine başkası giyse anlayabilirdim bu elbiseyi ama Bullockun giymesini asla anlayamam çünkü bugün en favori aday en iyi kadın Oscarında ama giydiği elbise son derece sade son derece günlük son derece zayıf(Oscar için) şampanya rengi gümüş karışımı asimetrik danteller kesimi iyi işlemeler güzel Sandraya çok iyi oturmuş ama maalesef çok sade ve makyajıyla elbisesi çok uyumsuz. Saçıda çok düz kıyafetine kötü demiyorum ama sanki Oscar için yetersiz.

Maggie Gylenhaal: Bence gecenin en şıkı diyebilirim elbise süper makyaj harikaaa mavi tonlu desenli elbisense bayıldım zaten o vücuda ne giyse yakışır ama Gyleenhaal ayrı bir güzel taşıyor elbiseyi. Desen harika elbise harika saç makyaj harika uzun kuyruklu düz kesimli saten bir elbise straplez olması ve omuzlarını ön plana çıkarması tek kelimeyle enfessss

Sarah Jessica Parker: sarı renkteki kıyafetiyle saçı çok uyumlu saçını topuz yapmış omuzdan boyuna gelen elbise farklı biR tarz yaratıyor retro bir makyaj ama bence elbisesinin o rengi Oscar için uygun değil açık sarı kıyafet oscara olmamış.

Carey Mulligan: Kıyafeti kendisine çok iyi yakıştırmış kısa sarı saçlar ve siyah elbise zaten ufak tefek bir kız olan Mulligan fazla abartılı iddalı bir kıyafet yerine kendisine uygun çok hoş bir elbise giymiş. Elbisesindeki taşlar da harika olmuş bence Mulligan yaşına boyuna posuna çok uygun bir kıyafetle gecenin şıklarından.

Gabourey Sidibe: Tamam bir insan kilolu olabilir ama böyle iddalı bir kıyafet de giyilmezki o kadar büyük dekolteye ne gerek varki elbisesinin rengi güzel ama sadece o kadar gecenin rüküşlerinden biri sidibe.
Meryl Streep: Beyaz elbisesi çok güzeldi iddalı göğüs dekoltesi de orta yaşlı birisi için bira fazla kaçmıştı ama yine de gerek kesimleri olsun gerek zerafeti olsun Streep gecenin şıklarındandı.

Queen Latifah: Saç makyaj aksesuarlar ve elbise gayet güzel üstüne tam oturmuş az kilosu var ama fark etmez bu elbise ile gerçekten hoş olmuş latifah.

Kate Winslet : Çok sade bir elbise giymiş ama olmamış o kadar sade bir elbise giyilmez bu törende iş mülakatına gider gibi maalesef Kate bu sene kötü olmuş.

Elizabeth Banks: Her ne kadar kızmızı halı da göremesek de fotoğrafları inceledğimde bence gecenin en şık ikinci kadını olmuş Banks gri elbisesiyle harika olmuş Banks yerlere kadar uzanan kesimi ve çantasıyla elbsesinin uyumu makyajı omuz ve göğüs dekoltesı saçları ve küpesiyle Banks harika olmuş.

Miley Cyrus: yaşına göre giyinmeyi öğrenemeyecek bu kız sanırım geçen sene olduğu gibi bu senede 16 yaşındaki bir kızın giymeyeceği kadar abartılı ve kötü bir kıyafet giymiş cyrus üstü büstiyer altı elbise birbirine uymayan bir elbise de saldanadan sonra cyrus giymiş ve bence gecenin en rüküş ikinci bayanı olmuş cyrus.

Kristen Stewart: genelde hep salaş giyim tarzıyla gördüğümüz Stewart siyah uzun elbisesiyle harika olmuş desem yalan olmaz açıkçası şaşırttı beni ben yine kötü bir kıyafet seçimi bekliyordum ondan ama bence siyahın o asaletiyle çok güzel olmuş Stewart.

Demi Moore: Gecenin yine farklı elbiselerinden birini Moore giymiş açık şampanya rengi elbise kırışık tarzıyla çok hoş ve tam elbisenin alttan üste geçişteki o güzel çiçek şekliyle elbise gerçekten hoş durmuş Moore da iyi taşımış elbiseyi açıkçası saçı ve makyajıda elbiseyle çok uyumlu Moore un.

5 Mart 2010 Cuma

cep telefonları

Cep telefonlarının ilk çıktığı zamanları hatırlayın bir o kadar kaba ve büyüklerdi ki adeta adam öldürebilirdiniz kolaylıkla her şeyin evrimi olduğu gibi onların da evrimi oldu zamanla küçüldüler ve farklı özellikler katılarak işlevleri bir telefondan çıkarak adeta yaşamımızı yürüttüğümüz ana ihtiyacımız haline gelen cihazlar oldular eskiden cep telefonu yokken hayat nasıldı sorgulamaya başladık o kadar bağımlı hale geldik çünkü ve artık 3g teknolojisinin de çıkmasıyla zaman mekan uzaklık tanımadan sevdiklerimizle görüntülü konuşarak hasret gidermeye başladık.
Şimdiki nesil cep telefonları o kadar işlevsel ki artık cep telefonum demiyoruz onlara isimleri var çünkü, blackberryim i phonum n 97im demeye başladık adeta canlı bir varlık gibi oldular.
Akıllı telefonların çıkmasıyla artık fotoğraf çekmek internete girmek mail atmak hemen hemen her işimizi onlarla yapar olduk kazara telefonumuz bozulduğunda sanki yakınımız ölmüş gibi üzülür hale geldik ve zamanımızda 3 ana marka cep telefonu piyasasında paylarını arttırmak için kıyasıya bir mücadele içine girdiler.
Blackberry bunlar içinde daha çok iş adamlarına yönelik telefonlar çıkardı mailleşmeyi ön plana alarak o konuda kendini konumlandırdı
I phone ise daha çok tasarıma önem vererek ince ve şekil olarak kullanışlı bir telefon taptı özellik olarak ise maalesef rakiplerinden zayıf ama yine de reklam ve tutundurma çalışmalarıyla rakiplerinden geri kalmadı
Nokia ise cep telefonu pazarının zaten lideri ve diğer iki modele göre bu piyasada çok daha eski ve sadece üst klasman telefonları yok her kesime hitap eden bir marka fakat diğer iki markayla üst klasmanda mücadele etmek için n 97 yi çıkardı.
N 97 ise hem klavyeli hem de dokunmatik olarak blackberry ve i phonu adeta tek telefonda birleştirdi ekran olarak da gayet kullanışlı büyük bir ekrana sahip ve dahili gps ve nokianın yol bulma lisansını bedava yapmasıyla rakiplerinin önüne geçti diyebilirim.
Açıkçası hepsinin avantajı ve dezavantajları var birbirlerine göre ama kısaca yorum yapmak gerekirse işlevsellik açısından en zayıfı i phone blackberry ise ekranının küçük olmasının dezavantajını yaşıyor diyebilirim n97 nin dezavantajı ise diğerlerine göre daha kalın ve ağır olması ve arasıra donması.

4 Mart 2010 Perşembe

En Sevdiğim 10 Yönetmen

Ingmar Bergman: İsveçin ve bence dünyanın en iyi yönetmeniydi Bergman o sadece yönetmen değildi aynı zamanda filmlerinin senaristiydi de Bergman, o filmlerinde sorguladığı ve cevap aradığı konularla filmlerindeki psikolojik boyutla ve filmlerindeki harika diyaloglarla bu yüzyılın en büyük yönetmeniydi. Liv Ullman ve Max Von Sydow la bir çok kez çalışmış ve en önemli filmlerinde genelde bu iki harika oyuncuyu kullanmıştır. Ayrıca Bergman üç filmiyle isveçe en iyi yabancı oscarını kazandırmıştır ( The Virgin Spring, Through a Glass Darkly ve Fanny och Alexander)
Bergman öyle büyük bir yönetmendi ki bir çok önemli yönetmen ondan etkilenmiştir bunların en önemlisi de Woody Allen dır.
Kesinlikle izlenmesi gerekli denilen bir sürü filmi var Bergmanın Det Sjunde Inseglet( The Seventh Seal) Smulstronstaller( The Wild Strawberries), Scener urr et Aktenskap( A Scene From a Marriage), Persona(En Sevdiğm) , Viskningar Och Rop( Cries and Whispers) sadece birkaç örnek Bergman sinemasından. Bergman filmlerinde genelde din kavramına yönelmiştir, aile içi iletişim de Bergmanın işlediği konular arasında önemli bir yer tutmaktadır.

Woody Allen: O bir New York aşığı o bir takıntılı o bir Woody Allendır. Onun filmlerinden aldığım zevki başka yönetmenlerde fazla alamam hep hayatı sorgular kadın erkek ilişkilerini sorgular ve hep kendi yazar senaryolarını, bir oyuncu için Woody Allen filminde oynamak çok önemlidir büyük bir kariyer basamağıdı Allen filmleri.
Woody Allen filmlerinin en önemli özelliği diyalogların ön planda olması ve kendi oynadığı filmlerinde genelde hastalık hastası tipleri canlandırır Allen yönetmen olduğu gibi bence çok komik bir oyuncudur Diane Keaton ve Mia Farrowla çalışmıştır filmlerinin çoğunda son zamanlarda Scarlett Johannson ile de çalışmaya başlamıştır Allen en büyük idolleri Ingmar Bergman, Federico Fellini ve Anton Chekhov dur özellikle filmlerinde Bergman filmlerinin etkilerini açıkça görürüz ve bu da onu ustaya saygı olarak değerlendirir. Allen ın birbirinden harika filmlerinden en önemlileri: Manhattan, Crimes and Misdemanors, Hannah and Her Sisters, Match Point, Love and Death, Purple Rose of Cairo(En Sevdiğim), Husband and Wives, Vicky Cristina Barcelona ve tabi ki en iyi film oscarını alan Annie Hall dur.

Alfred Hitchcock: O İngiliz sinemasının yetiştirdiği en büyük yönetmendir o Sir Alfred Hithcocktur. Hitchcock genelde kara filmler çekmiştir hatta ben onun romantik filmini hiç hatırlamıyorum Hitchcock filmlerinde genelde ya bir katil vardır ya da kimliği yanlış anlaşılan ve yakalanmak istenen suçsuz biri vardır her filminde hemen hemen cinayet vardır çektiği 71 filmden en az 45 i başyapıttır kendinden sonraki nesilleri önemli şekilde etkilemiştir Sir Hitchcock ama bu kadar başarılı olmasına rağmen oscarla yıldızı bi türlü barışmamıştır ve sadece bir kere oscarı almıştır o da en iyi film dalında oysaki bu usta yönetmenin yönetmen dalında bence en az 3 oscarı olmalıydı, Hitchcockun her biri birbirinden keyifli çok fazla filmi vardır ve bu filmler gerçekten izlenmeli düşünülmeli tekrar izlenmeli üstünde konuşulup tartışılıp tekrar tekrar izlenmelidir çektiği 71 filmden şiddetle izlenmesini tavsiye edeceğim filmleri ise: Rear Window, Psycho, Vertigo, North by Northwest, Rebecca(Oscar alan filmi), Strangers on a Train, Notorious, Shadow of a Doubt(En Sevdiğim),Dial m for Murder, Rope, The Birds, The Man Who Knew too Much, I Confess, Blackmail.
Ayrıca Hitchcok filmlerinin bazı yerlerinde gizliden de olsa kendini gösterir ve bu olay daha sonra başka yönetmenler tarafından da tekrar edilmiştir ama tarihe Hitchcok tarzı diye geçmiştir.

Stanley Kubrick: Kubrick Hicthcockun aksine çok az fİlm yönetmiştir ve bu filmlerinin her biri bir baş yapıt olmuştur hepsi birbirinden farklı türlerde olan bu filmler türlerinin en önemli filmleri olmuşlardır işte Kubrickin ne kadar büyük yönetmen olduğu da böyle açıklanabilir sanırım az ama çok çok önemli filmler çekmiştir kendisi.sadece 16 film çekmiştir ve ilk 4 ünü saymazsak çünkü o filmler gençlik filmleridir çektiği 12 film de harika filmlerdir. Onun da favori yönetmenleri arasında Bergman vardır ve o da Bergman gibi Hithcock gibi Oscar alamamıştır ama aşağıdaki filmlere sahip olmak oscara sahip olmaktan çok daha kıymetlidir diye düşünüyorum:
Killer’s kiss, Paths of Glory, Spartacus, Lolita, Dr Strengelove, 2001:a Space Odyssey, a Clockwork Orange, Barry Lyndon, The Shining, Full Metal Jacket(En Sevdiğim) ve Eyes Wide Shut işte her biri kendi türünde efsane olan bu filmler Kubrickin efsane bir yönetmen olmasını sağlamaktadır.

Luis Bunuel: Bunuel de ispanyanın sinema dünyasına kazandırdığı en önemli yönetmendir. Bunuelin filmlerinde böcek görmekten bıkabilirsiniz filmin bir anında muhtemelen şok olabilirsiniz ve genellikle burjuvaları yerden yere vurup onları hep aptal yerine koyduğunu görebilirsiniz işte bu ögeler tipik bir Bunuel sineması örnekleridir. En sevdiği yönetmen Alfred Hitchcocktur ve 48 senesinde Meksika vatandaşı olup Meksika da film çekmeye başlamıştır ve kendisi İspanyol olmasına rağmen ispanya adına 2 filmle aday olduğu yabancı oscarını Le Charme Discret de la Bourgeoisie adlı filmiyle kazanmıştır ama bu film Fransa adına yarışmıştır.
Bunuelin mutlaka izlenmesi gereken filmleri ise Viridiana, El Angel Exterminador, Los Olvidados(En Sevdiğm), Ensayo de un Crimen, Le Charme Discret de la Bourgeoisie, Un Chien Andolou, Simon del Desierto, Nazarin, Cet Obscur Objet du Desir, Belle de Jour, Tristana, El ve La Fantome de la Libertedir.

Akira Kurosawa: Kurosawa uzak doğudan da başarılı filmler çıkabileceğine bizi inandıran dünyanın uzakdoğu sinemasını tanımasını sağlayan bir yönetmendir çektiği bir çok filmde hep ahlak anlayışını sorgulayan hatta Sheakespeare oyunlarını feodal Japonyaya uyarlayıp filmlerini öyle çeken ve filmlerinde daha sonra Star Wars ile sinema dünyasında çok meşhur bir teknik olarak uygulanmaya başlanacak olan aniden bir sahneden diğer sahneye geçme tekniğini kullanan usta bir yönemendir Kurosawa, Kurosawayı Türkiye ise bulmacalardan tanır genelde bir Kurosawa filmi diye yazan film Randır üç kelimelik bu film hemen hemen her bulmacada vardır desem yalan olmaz.
Kurosawanın filmleri o kadar başarılı olmuştur ki çoğunun Hollywood da yeniden çekimleri yapılmıştır ama tabi ki büyük ustanın filmleri kadar başarılı olamamışlardır o filmler.
Kurosawanın en beğendiği yönetmen ise usta yönetmen John Ford dur.
Kurosawanın kesinlikle izlenmesi gereken filmleri: Shichinin no Samurai( The Seven Samurai), Rashomon(En Sevdiğim), Ran, Yojimbo, Ikiru, Dersu Uzala, Tengoku to Jikogu(High and Low), Kumonosu Jo(Throne of Blood), Kagemushadır. Dersu Uzala Rusya adına en iyi yabancı film oscarını almıştır.

Frank Capra: Capra sinemasının en önemli unsuru sıradan bir adamın haksızlıkla ve çürümüş düzenle savaşmasıdır genelde kahramanları bu tür kişiler oluşturur onun sinemasında ve gazete başlıkları filmlerinin seyrini belirler. Capra diğer yönetmenlere göre akademiyle barışık bir yönetmendir daha doğrusu hak ettiğini almış haksızlığa uğramamıştır 6 kere aday olduğu bu dalda 3 tane en iyi yönetmen oscarı vardır Capranın ve bu filmler gerçekten harika filmlerdir( It Happened one Night, Mr.Deeds Goes to Town ve You Cant Take it With You)
Capra filmleri insana huzur verir ve genelde bozuk düzene karşı savaşan sıradan insanlar olduğu için kahramanlar film izlendikten sonra insana kendini iyi hissettirir ve dünyaya sıkı sıkıya sarılmasını sağlar bu filmler.
Capranın kesinlikle izlenmesi gereken filmleri ise Meet John Doe, Lost Horizon, You Cant Take it With You, Mr Deeds Goes to Town, Arsenic and old Lace, It Happened one Night, Mr Smith Goes to Washington, It is a Wonderful Life(En Sevdiğim).


Martin Scorsese: Onun hakkında hiçbir şey yazmayıp sadece filmlerinin adlarını bile yazsam yeterli olur sanırım ama yinede büyük usta hakkında birkaç şey yazmak gerekir. Robert de Niro olmasa Scorsese olmaz ve Scorsese olmasa de Niro olmazdı desem sanırım abartmış olmam çünkü tam 7 başyapıtta beraber oldu bu iki efsane film demiyorum başyapıt diyorum çünkü o filmler 3-4-5 bir çok defa izlenir yine de insanın bir kez daha izleyesi gelir o kadar harika filmlerdir (Goodfellas, Taxi Driver, Raging Bull, The King of Comedy, Casino, Mean Streets, Cape Fear). De Niro ile olan ortaklığı şuan Leonardo Di Caprio ile devam etmektedir onla da 4 film çekmiştir büyük usta. Scorsesenin filmlerinde film başlangıcının aslında filmin sonu yada ortası olarak başladığını çok görürüz ayrıca başrol oyuncuları genelde piskopat yada halk tarafından uzak durulan asosyal tiplerdir ayrıca Rolling Stones müziklerini de filmlerinde kullanmayı çok sever Scorsese. Scorsesenin o kadar başarılı filmleri olmasına rağmen bir türlü en iyi yönetmen oscarını alamaması ve bunun artık başlı başına bir olay olması ve sonunda The Departed ile alması herkesi inanılmaz sevindirmiştir çünkü daha ilk adaylığıyla bile alması gerekirdi. Scorsesenin diğer yönetmenlerden ayrılan bir yönü de belgesel çekmesi çok fazla belgeseli olan Scorsese bu alanda da çok başarılı bir yönetmendir
İzlenmese çok şey kaçırılıcak Scorsese filmleri ise: Goodfellas(En Sevdğim), Taxi Driver, The Departed, Raging Bull, Shutter Island, Casino, After Hours, The King of Comedy, Gangs of New Yorks, Age of Innocense, The Colour of Money, Boxcar Bertha.

Steven Spielberg: Yapımcı, yazar, aktör ve yönetmen yönleriyle Spielberg Hollywood un en önemli kişiliklerinden biridir dersek yanlış söylemiş olmayız sanırım. Filmlerinde bir çok farklı konuyu ele alsa da Spielbergi hep bilimkurgu çekme sevdası ile hatırlayacağız( E.t, Artificial Intelligence , War of the Worlds, Minority Report, Close Encounters of the Third Kinds, Jurassic Park) bilimkurgu dışında da çok beğenilen ve kült olmuş filmleri vardır tabi ki Spielberg in ve ayrıca başta yazdığım gibi o sadece yönetmen değildir başarılı bir yapımcı ve senaristtir hatta bazı filmlerinde kendisi de oynamıştır. Spielberg de akademinin sevdiği yönetmenlerdendir tam 8 kez aday gösterildiği en iyi yönetmen kategorisinde 2 kez mutlu sona ulaşmıştır ayrıca bir tane de en iyi film oscarı vardır. Filmlerinin en heyecanlı anlarında piyano kullanmayı tercih eder, Tom Hanks ve Tom Cruise ile bir çok filmde çalışmıştır Drew Barrymore ve Gwyneth Paltrow un vaftiz babalarıdır. Filmleri gişe olarak da bir çok kez rekor kırmıştır.
Mutlaka izlenmesi gereken filmleri: Schindlers Lists(En Sevdiğim), Indiana Jones serisi, Jaws, E.t, Munich, Duel, The Color Purple, Catch Me if you Can, Saving Private Ryan ve Empire of the Sun.

David Lean: Lean de aynı Kubrick gibi çok az film çekmiştir ve onun da filmleri aynı Kubrickinkiler gibi her biri birbirinden efsane olmuş harika filmler olarak tarihe geçmiştir. O kadar büyük bir yönetmendir ki çektiği 17 filmin 7 siyle oscara aday olmuştur ve ikisini kazanmayı başarmıştır. Alec Guiness ve Omar Shariff onun başoyuncularıdır genelde onlarda çalışmıştır. Çektiği filmler genelde epik filmler olup süreleri 4 saate yakın olmasına rağmen hepsi o kadar akıcıdır ki sıkılmak bir yana zamanın nasıl aktığını anlayamazsınız.trenler onun filminde önemli roller oynar (Brief Encounter, Doctor Zhivago, The Bridge on the River Kwai, Summertime). İngilterenin Hitchcock dan sonra en başarılı yönetmeni olan Lean de bu başarılarından dolayı sir ünvani almıştır.
En iyi filmleri: Lawrence of Arabia, The Bridge on the River Kwai, Brief Encounter(En Sevdiğim), Great Expectations, Doctor Zhivago, Oliver Twist, Hobsons Choice, Summertime, Ryans Daugther, A Passage to India, The Passionate Friends, In Which We Serve.

2 Mart 2010 Salı

En Sevdiğim 10 Aktör

Edward Norton: Daha ilk filmiyle oscara aday olan bir aktör için ne düşünürsünüz Norton işte öyle bir yetenek o genelde çift kişilikli karakterleri canlandırmayı seven bir aktör ve zaten ilk filminde de Primal Fear da böyle bir rolle oscara aday olmuştu alamadı ama o bu tür rollerde oynamaya devam etti Fight Club gibi efsane filmde de çifte karakterli oyunculuğu eleştirmenler tarafından çok büyük övgü aldı daha sonra yine bir çift kişilik filminde The Score da usta oyuncu Marlon Brandoyla oynadı yine bir çifte karakterli rol ise The Silence of the Lambs in üçüncü filmi olan Red Dragonda yine norton tarafından ustalıkla canlandırıldı.
Bu kadar çifte karakterli rolün dışında Rounders da poker ustasını Everyone Says i Love You da müzikal yeteneğini gösterdi, The Italian Job da kötü adamı ustalıkla canlandırdı ama ben onu en çok American History X ile sevdim o filmde canlandırdığı karakter gerçekten harikaydı ve tabi ki 25th Hour da Nortonun en iyi filmlerinden biridir. Hollywoodun mütevazi oyuncularından biridir ve oscarı çoktan hak etmesine rağmen henüz o heykelciği evine götürememiştir ama en kısa zamanda bu eksiğini de gidereceğinden hiç şüphem yok.

Leonardo Di Caprio: Çocuk yaşta başladı kariyeri onunda This Boys Life The Basketball Diaries ve Romeo Juliet filmleriyle kariyeri yükselişe geçmeye başladı ve kariyerinin zirvesine Titanic ile çıktı o film ona büyük şöhret kazandırdı ama oyunculuğunda geliştirmesi gereken şeyler vardı The Beach ile oyunculuğu hakkında olumlu eleştiriler aldı ve Gangs of New York ile artık usta oyunculuk seviyesine ulaşmıştı bu film onun Martin Scorsese ile ortaklığının başladığı ilk film olmasından da önemliydi bu filmden hemen sonra Catch Me if You Can ile gerçek bir hayat öyküsünü çok başarılı bir oyunculukla ortaya koydu ve daha sonra The Aviator ve The Departed ile yine Scorsese filmlerinde oynadı ama tüm bu başarılı filmlerin yanında bence en iyi filmi Blood Diamond dı bu film Leo nun olgunlaştığının kanıtıydı hemen ardından samimi arkadaşı Kate Winslet ile harikalar yarattığı Revolutionary Road Caprionun için Oscar zamanının geldiğini gösteren filmdi.

Jack Nicholson: Bu efsane adam için ne diyebilirim ki ben bu adam için efsane desek az kalır o dünyanın gördüğü göreceği en ama en iyi oyuncu hem de açık ara bunun kanıtı da aldığı 3 oscarda görülüyor zaten sayısız efsane filmi var ben buradan sadece izlemeniz gerekenleri yazayım Broadcast News, Easy Rider, About Schmidt, The Last Detail, Five Easy Pieces, The Bucket List, Batman(jokeri harika oynamıştı), The Passanger, As Good As it Gets, The Departed, Chinatown ve ona adeta taptığım the Shining ve One Flew Over the Cuckoos Nest.

Al Pacino: Daha dördüncü filmi The Godfather olan bir aktörün diğer filmlerinin hangileri olacağı pek önemli değildir zaten o daha 4.filminde kariyerinin en üst noktasına ulaşmıştır önemli olan kariyerini o seviyede devam ettirmesidir Al Pacino ise kariyerini o seviyede devam ettiremedi daha da yükseğe çıkardı 4.filmle zirvede olan kariyerini efsane noktasına getirdi diğer filmleriyle bu filmler sırf Al Pacino için bile izlenmeli bence Serpico,
Godfather 2, Dog Day Afternoon, Scarface, Glengarry Glen Ross, Scent of a Woman, Carlitos Way, Heat, The Devils Advocate, Two for the Money evet Pacino bu filmlerle efsane noktasına ulaşmıştır ama bence en iyisi zaten Oscar da aldığı film olan Scent of a Woman dır bu film için körler okulunda tam 40 gün kalarak kör rolünü nasıl yapabileceğini gözlemlemiştir çünkü o bir metod oyuncusu rolünü adeta yaşayan ve yaşatan bir oyuncu ve Al Pacino gerçekten çok üst düzey bir oyuncu.

Robert De Niro: Az önce Al Pacino için ne dediysek aynısını De Niro içinde söyleyeceğiz çünkü o da aynı Pacino gibi İtalyan bir aileden gelen ve aynı onun gibi efsane noktasına erişen bir üstad dır. De Niro kariyerini Scorsese ile geliştirmiş ve adeta De Nirosuz Scorsese filmi olmamıştır 80 lerde ve bu iki muhteşem adamın işbirliğiyle birbirinden güzel filmler çıkmıştır ortaya usta yönetmen ve harika bir oyuncu ile seyrine doyum olmayan filmler: Mean Streets, Taxi Driver, Raging Bull, The King of Comedy, Cape Fear, Casino ve Goodfellastır. Tabi ki bu filmler bile bir oyuncunu zirveye taşımaya yeter ama bunun dışında The Godfather part 2, The Deer Hunter, Once Upon Time in America, Angel Heart, Heat, Wag the Dog ve Jackie Brown gibi filmlerde de De Niro muhteşem oynamıştır De Niro bu filmlerden godfather part 2 ve The Raging Bull ile ikide Oscar almıştır.

Christian Bale: Kariyerine çocuk yaşta başlayan Bale daha 13 yaşında kariyeri için çok önemli bir filmde oynamıştı Spielbergin Empire of the Sun filminde bu çocuktan olacak dedirten Bale iki sene sonra bu sefer şimdiye kadarki en iyi Henry uyarlaması olan Henry V de de harika oynamış ve küçük yaşta başlayan kariyerinde önemli iki köşetaşını başarıyla atlatarak kariyerine devam etmiştir ve zaten gözler onun üzerindeyken asıl dikkati 2000 senesinde American Psycho ile çekmiştir bu filmde eleştirmenler tarafından göklere çıkarılan Bale 2004 de Makinist filmi için tam 30 kilo vermiş ve güvendiği bir senaryo için nasıl fedakarlıklar yapacağını herkese göstermiştir daha sonra Batman Begins ile batman olan ve diğer batman filmine kadar Rescue Dawn, The Prestige ve 3.10 to Yuma adlı başarılı filmlerde oynamış ve The Dark Knight da en başarılı batman rollerinden birini oynayarak artık oyunculuğunun tartışılmaz olduğunu kanıtlamıştır. Henüz oscarı bulunmayan bale gelecek senelerde Oscar için en büyük adaylarımdan biridir.

Sean Penn: Sean Penn sadece oyunculuğuyla değil evlilikleri ve sosyal sorumluluklarıyla da gündeme gelen bir oyuncudur kendisi daha oyunculuğuyla tanınmazken 85 senesinde Madonna ile yaptığı evlilik ile adını duyurdu Hollywood da, bu evlilik tam 4 sene sürdü ve boşanmaları da evlilikleri gibi büyük bir sükse yarattı Penn bu olaylı evlilikten sonra Carlitos Way ile ilk başarılı oyunculuğunu sergiledi hemen ardından Dead Mans Walking ile ilk Oscar adaylığını alan ve çoğu kişiye o sene kazanması gereken Penn Oscar için tam sekiz sene bekledi ve 2004 te Mystic River ile ilk oscarını kucakladı bu arada savaş karşıtı propagandaları ile Amerika hükümetini de kıyasıya eleştirmesiyle tüm dünyada sempati topluyordu I am Sam de oynadığı özürlü rolüyle yine oscara aday olan Penn yine hak etmesine rağmen ikinci kez hakkı yenerek Oscar kazanamıyordu fakat 2009 senesinde Milk filminde canlandırdığı gaylerin direniş lideri Harvey Milk kompozisyonuyla oscarı genç yaşına rağmen ikinci kez kazanarak ne kadar yetenekli bir oyuncu olduğunu kanıtlıyordu Penn ayrıca 2007 de çektiği harika bir film olan Into the Wild ile oyunculuğu kadar yönetmenliğinin de çok başarılı olduğunu kanıtlamıştır ve son olarak kendisi gibi oyuncu olan eşi Robin Wright Penn den başka bir kadın için ayrılan Penn özel hayatıyla yeniden gündeme gelmiştir.

Daniel Day Lewis: Bir oyuncu düşünün ki kariyerinde başlangıç yılları dahil ki çoğu oyuncu başlangıç yıllarında saçma sapan kalitesiz filmlerde oynamıştır hiçbir kalitesi yapımda oynamamıştır bütün senaryoları ince eleyip her zaman en kaliteli filmlerde başrolü oynamıştır işte bu oyuncu Daniel Day Lewistir her zaman en iyiyi isteyen ve bunun için her zaman harika performanslar sergileyen Lewis filmlerinde adeta rollerini yaşayarak o rollere ruh katarak harikalar yaratmıştır My Beatiful Laundretta,A Room with a View, The Unbearable Lightness of Being, The Last Mohicans, The Age of Innosence, In The Name of the Father, Gangs of New York, Nine Lewisin birbirinden kaliteli filmleri olarak öne çıkarken iki Oscar aldığı filmleri olan My Feft Foot ve There Will be Blood filmlerindeki inanılmaz performansları Lewisin ingilterenin açık ara en büyük oyuncusu olmasına yetiyor.

John Travolta: Travolta yı herkes Saturday Night Fever filmiyle tanıdı hemen sonrasında gelen Grease müzikalinde çok büyük bir hayran kitlesine ulaştı ve bu kitlesini her filminde daha da çoğalttı Travolta. Travolta yaşlandıkça daha da karizmatik oldu ama daha sonra oynadığı başarısız filmlere kariyeri inişe geçti ta ki Tarantinonun Pulp Fiction filmiyle yeniden eski Travolta geri döndü bu kült filmde canlandırdığı kiralık katil rolüyle gönüllere kazınan Travolta bu filmden sonra aksiyon filmlerinde oynamaya ağırlık verdi Face/Off, The Thin Red Line, Swodrfish, The Punisher gibi kaliteli aksiyonlarda oynadı bu sırada Hairspray adlı müzikalde kadın rolüyle yine muhteşem bir oyunculuk çıkardı. Travolta açıkçası iyi bir oyuncu değil ama onun o karizması bile bir çok filmde başrol almasına yetiyor.

Jim Carrey: Jim Carrey denince herkesin suratında kuşkusuz bir tebessüm oluşuyor çünkü Carrey sinemanın en komik en güldüren en en en neşeli adamıdır mimikleriyle adeta insanı kahkahalara boğan Carrey gülmekten yerlere yatıran bir sürü komedi filminde rol almıştır ve herkes onu komedi filmleriyle tanır Ace Venture(acemi dedektif) serisiyle güldürmeye başlayan Carrey Dumb&Dumber filmiyle kariyerinin belki de en komik oyunculuğunu sergilemiştir bu film kesinlikle Carey in en komik filmidir ama bu film dışında The Mask, Liar Liar, The Cable Guy, Me Myself Irene, Bruce Almighty, Yes Man hatta Batman filminde Ridler karakteriyle yine güldürmüştür Carrey ama Carrey sadece komedi filmlerinden ibaret de değildir The Truman Showda muhteşem bir drama oynamış Eternal Sunshine of the Spotless Mind da harika bir aşık olmuş The Number 23 de ise seyirciyi germeyi başarmıştır Carrey, bu da onun ne kadar iyi bir oyuncu olduğunun kanıtıdır sanırım sadece komedi değil korku,gerilim,romantik, ve dram rollerinde de başarılı olacağını göstermiştir Carrey.

1 Mart 2010 Pazartesi

En Sevdiğim 10 Aktris

Scarlett Johansson:
84 doğumlu Scarlett oyunculuk kariyerine çok genç yaşta başladı henüz 10 yaşındayken filmlerde oynamaya başladı güzelliği Danimarka ve Polonya karışımı olan Johansson ilk çıkışını The Horse Whisperer filmiyle yaptı daha sonra Hollywood da genç kız rollerinde sıkça yer aldı ve Lost in Transition ile sınıf atladı golden globe adaylığı kazandı ve çok olumlu eleştiriler aldı bu filmle, şuan hollywoodun en güzel en seksi kadınları dendimi scarlett en başta akla gelenlerden biridir. Woody Allen la çektiği filmler(Match Point,Scoop,Vicky Cristina Barcelona) onun kendini sinemasal diyalog alanında geliştirmesi açısından önemliydi en son Iron man 2 filminde sinemaseverlerin karşısına çıkacak olan Scarlett kendisi gibi oyuncu olan Ryan Reynolds ile evlidir.
En sevdiğim filmleri:The Girl With Pearl Earring, Lost in Transition ve Match Pointtir.

Drew Barrymore:
Oyuncu bir aileden gelmesinden dolayı oyunculuk kariyerine 2 yaşındayken başlayan Barrymore için kundaktayken oyunculuk yapıyordu desek yanlış olmaz aslında e.t ile daha 7 yaşındayken ismini duyuran Barrymore genç yaşta kazandığı şöhreti iyi kullanamayıp uyuşturucu problemiyle karşılaştı ama sonra toparlanarak şuanki çizgisine geldi fakat en büyük problemi hep romantik komedilerde oynaması ve gerçek oyunculuk potansiyelini yansıtamaması ama eminim ki manevi babası Spielbergin çekeceği sağlam bir dramayla oscarı kucaklayacaktır Barrymore. Barrymore için ilginç bir ayrıntı da bazı filmlerde başrol teklif edilmesine rağmen o yan roller hatta figüran roller de oynamak isteyip böyle daha mutlu oldum demiştir bu da hiçbir kompleksi olmadığını gösterir bu filmler Donnie Darko, Freddy Got Fingered ve Scream dir ayrıca yönetmenlik koltuğuna da oturmuştur Barrymore ve ilk çektiği film olan Whip it le gayet olumlu eleştiriler almıştır.
En sevdiğim filmleri: Wedding Singer,50 First Dates.

Monica Bellucci: Aslen İtalyan olan Bellucciyi daha çok Fransız filmlerinde görmüşüzdür kariyerine model olarak başlayıp ordan beyazperdeye geçen Bellucci bir bakanın tekrar baktığı inanılmaz güzelliğiyle dikkatleri çekmiştir ve filmlerde oynadığı fazlasıyla cesur sahnelerle kuralları olmadığını da sanat için her şeyi yapacağını da göstermiştir. Seksi ve sert bakışlarıyla sinemada da genelde o tür roller alan Bellucci kendisi gibi oyuncu olan Vincent Cassell ile evlidir 91 senesinde Dracula filmiyle başlayan kariyerinde en önemli filmleri L’appertement, M alena ve onu tüm dünyanın tanımasını sağlayan Irreversible dır.
En sevdiğim filmleri:Irreversible, Ne te retourne pas, L’appartement.

Reese Witherspoon: Sinemanın aptal sarışını olarak değil de zeki sarışını olarak tanınan Witherspoon çektiği iki filmle bunu kanıtlamıştır Legally Blonde serilerinde sarışın ama çok zeki bir avukatı canlandıran Witherspoon o filmlerde yakaladığı başarısını Walk the Line filmiyle oscarla taçlandırmıştır kendisi gibi oyuncu olan kocası Ryan Phillipsten Oscar aldıktan sonra ayrılan Witherspoon iki sene yine oyuncu olan Jake Gyleenhaal ile çıkmış ama bu ilişkide geçtiğimiz aylarda bitmiştir daha çok romantik komedilerde rasladığımız oyuncu artık dramalarda oynamak istiyorum diyerek komedilerden sıkıldığını dile getirmiştir.
En sevdiğim filmleri:Legally blonde, Pleasantville, Election.

Nicole Kidman: Herkes onu Tom Cruise ile olan evliliğiyle tanıdı nasıl o evlilik Hollywood da büyük sansasyon yarattıysa boşanmalarıda aynı sansasyonu yaratmıştı kariyerinin ilk yıllarında kötü ama kendini gösterebileceği filmlere oynamasının yararını Tom Cruise ile tanıştığı Days of Thunder filmiyle fazlasıyla gören Kidman güzelliğiyle beraber Cruise un şöhretini de arkasına alarak kaliteli yapımlara geçmiştir ve Kubrickin son filmi olan Eyes Wide Shut ta Cruise ile yine tabuları yıkacak bir cesaret örneği göstererek cüretkar sahnelerde oynamıştır ve o filmden sonra Cruise dan boşanarak kariyerine kendi başına devam etmiştir ve Moulin Rouge müzikalinde oscarlık bir performans göstermiş ama o sene hakkı yenmiştir ve bir sene sonra adeta geçen senenin ahı olarak oscarı The Hours filmiyle almıştır.
En sevdiğim filmleri :Moulin Rouge, Dogville, Cold Mountain.

Gwyneth Paltrow: Paltowu ilk olarak Spielbergin Hook filmiyle tanıdık ve o filmden sonra kötü yapımlarda oynadı taa ki Se7en filmine kadar David Fincherin kült filmi se7en da Brad Pitt in karısı rolünde kendini gösteren Paltrow o filmden sonra kendisine gelen film tekliflerinden en kalitelilerini seçerek başarılı bir kariyere doğru yol aldı Sliding Doors, Great Expectations gibi kaliteli prodüksiyonların ardından kendisine Oscar getirecek Shakespeare in Love filminde gerçekten harikülade bir performans gösterdi ve oscarı kazandı ve 2003 senesinde Coldplayin solisti Chris Martin ile evlenerek başarılı kariyerinin mutlu bir evlilikle taçlandırdı.
En sevdiğim filmleri: Sliding doors, Se7en, Talented mr Ripley, Shallow Hall, The Royal Tenenbaums.

Kate Winslet: Winsleti 95 senesinde Sense and Sensibility de tanıdık henüz 20 yaşındaydı ve oscara aday olmuştu o performansıyla ve ondan sonra bu sefer kendisine büyük şöhreti getiren Cameronun Titanici ile yeniden oscara aday oldu ama Titanic ona sadece Oscar adaylığı değil Hollywood da saygınlık da getirdi ve 2002 de bu sefer Iris filmiyle 3.kez oscara aday olduğunda henüz 27 yaşındaydı Winslet ve yine alamamıştı oscarı ve bu onda artık takıntı haline gelmişti 2004 senesinde yine bir kült filmde karşımıza çıktı Winslet Eternal Sunshine of the Spotless Mind bu filmde gerçekten Jim Carreyle harika bir performans gösterdiler film inanılmaz başarılı oldu ve Winslet bir kez daha aday oldu oscara sanki bu sefer hak etmişti almayı ama yine alamadı almak için çok çaba gösterdi hatta kariyerine zarar verdi Oscar hırsı çok cüretkar sahnelerde oynadı filmlerde ve bir adaylık daha geldi o cüretkar filmlerden biri olan Little Children ile ama o sene The Queen ile gövde gösterisi yapan Helen Mirrenin karşısında hiç şansı yoktu ve geldi çattı 2009 Winslet birbirinden harika iki film çekti ve bu sene oscara iki filmimle de talibim dedi ve golden globe da bir ilki gerçekleştirerek hem en iyi kadın ödülünü hem drama hem komedi dallarında Revolutionary Road ve The Reader ile aldı bu oscarın habercisiydi sanki ve o tutku haline getirdiği heykeli Winslet yine gayet cüretkar sahneleri olan The Reader ile kucakları ve ilk söylediği cümle bundan sonra sinemada soyunmayacağım oldu. Yönetmen kocası Sam Mendes de oscarı olmasıyla rahatlamış oldu.
En sevdiğim filmleri: Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Finding Neverland, Sense and Sensibility.

Marion Cotillard: Onunki diğerlerinden çok daha farklı bir kariyer çünkü oscarı alana kadar onu kimse tanımıyordu ve geldi daha ilk adaylığında oscarı aldı kimileri o heykelcik için kendini paralarken daha ilk adaylığında hemde Julie Christie nin ellerinden aldı hak etti de ama kimse inanmıyordu alacağına ben hariç çünkü Christie gerçekten çok iyi oynamıştı ama Cotillard Edith Piaf ı canlandırdığı La Vie En Rose filminde muhteşemdi ve oscarı almalıydı o sene en iyi kadın oscarını alan açıklandığında herkes şok olmuştu Kodak Theatre ın içinde ama ben gecenin 6 sında çığlık atmıştım çünkü onun hakkıydı ve hak eden kazanmıştı ve o filme kadar kariyerinde genelde vasat filmler vardı ve çoğunda 2.rollerdeydi sadece Taxi filminde bile aslında dikkat çekerdi benim dikkatimi çekmişti ama en azından onun gibi güzel birini çok geç olmadan tüm dünya tanıdı e tabiî ki oscarı aldıktan sonra kaliteli yapımlarda oynamaya başladı Public Enemies ve Nine da rol aldı şimdi de inception da oynamaya hazırlanıyor ve bence bu yetenekli kadın evdeki heykelciğe ilerleyen senelerde bir arkadaş daha getirecek.
En sevdiğim filmleri: Jeux Denfants, La Vie En Rose, Nine.
Michelle Williams: O da küçük yaşta başladı kariyerine hatta Lassie filminde oynayan o küçük tatlı kızdı ve o kız büyüdü ilk önemli rolünü Prozac Nation da aldı daha sonra onu tüm dünyada üne kavuşturacak olan dizi Dawsons Creek de 5 sene oynadı ve dizi bittiğinde Williams amerikada çok meşhurdu ve bundan sonra diğerleri gibi kariyerini dizilerde değil beyazperde de devam ettirmeyi seçti çok da doğru yaptı bence sonrasında Ang Lee nin Brokeback Mountain filmiyle kariyerinde önemli bir sıçrama yaptı ve orda Heath Ledger la tanıştı daha sonra nişanlandılar ve çocukları oldu ama Heath Ledgerin trajik ölümü sonrası Williams bunalıma girdi ama sonra kendini çok sevdiği sinemaya adadı adeta ve Wendy and Lucy deki rolüyle kendinden çok söz ettirdi daha sonrasında Synecdoche New York ve Mammoth filmlerinde oynayan Williams son olarak scorsese nin Shutter Island filminde karşımıza çıktı.
En sevdiğim filmleri: Indenciary, Mammoth.

Zooey Deschnadel:Bu yetenekli ve güzel kızın Hollywood da bir türlü istediği rolleri alamayıp kaybolup gidicek oyunculardan biri olacağını düşünerek çok üzülmüştüm taa ki bu seneye damgasını vuran 500 Days of Summer filminde oynayana kadar zaten yetenekliydi ve güzeldi sadece şöhreti eksikti ve o da tamamlanmış oldu bu filmde. Onu ilk All the Real Girls filmiyle keşfettim bence filmde harika oynamıştı ve filmde çok güzeldi daha sonra Yes Man de Jim Carreyle harika bir ikili oldular ve en sonunda 500 Days of Summerla artık daha kaliteli roller almak istiyorum mesajı verdi Zooeyin en büyük özelliği iri gözleri ve katı katı duruşu ve bu özellikleriyle Hollywood da farklı bir kadın portresi çiziyor bu da onu farklı rollerde göreceğimizi gösteriyor.
En sevdiğim filmleri: All the Real Girls, 500 Days of Summer, Yes Man,