7 Eylül 2014 Pazar

COMO


Sabah erkenden kalktık ve Comoya gitmek için Milano central tren istasyonuna gittik, ordan hızlı trenle 30 dakika süren yolculuk sonra Comoya indik, bilen bilir Como Gölü dünyaca meşhur bir göl olup, başta George Clooney olmak üzere Brad Pitt, Angelina Jolie, Madonna gibi yıldızların evlerinin olduğu dünya harikası bir yer, Como çok küçük ama küçüklüğüyle ters orantılı şekilde büyüleyici bir yer, o göl gerçekten muhteşem, bildiğimiz göllerden asla değil, iki vadi arasında ve inanılmaz büyüleyici bir manzara, Comoyu ve tabi gölünü kuş bakışı incelemek için fünikülerle yaklaşık 8 dakika süren bir tırmanış yapıyoruz, kişi başı 5 euro gibi cüzi bür ücretle dünyanın en güzel manzaralarından birine şahitlik ediyorsunuz, yaklaşık 1 km çıkıyorsunuz, çıktığınız yerin adı Brunatte, Comoya kuş bakışı bakan çok güzel bir köy, Brunateye çıktıktan sonra vücut o yüksekliğie alışmak için 3-4 dakika bocalıyor ama sonra bol oksijenli yüksek rakımlı ve muhteşem manzaralı brunateye alışıyorsunuz.

Fünikülerle çıkmadan önce biz bira aldık manzaraya karşı içmek için, kesinlikle tavsiye ederim çünkü çok büyük bir keyif, fünikülerden indikten sonra yaklaşık 10 dakika yürüyoruz çünkü sadece bir yer var o manzarayı keyifle izleyebileceğiniz, evler hep kapmış ve kapatmış manzarayı, 10 dakika kır yürüyüşü yaptıktan sonra o aşık olacağınız manzarayı tüm çıplaklığıyla göreceğiniz yere geliyorsunuz, bir bank var oraya oturup manzarayı ağzımız açık bir şekilde izlemeye başladık, karşımızda da üstünde ciddi bir şekilde kar olan alpler, bir göle bir alplere bakıyor, baktıkça büyüleniyorum, zaten Comonun karşısı Lugano İsviçre, Como İtalyanın sınırı ordan sonra İsviçre yürüyerek 30 dakika, çıktığımız yer o kadar yüksek ki bir ara üstümüzden kartal geçiyor evet kartal, bildiğimiz kartal, ilk defa bir kartal görmüş oluyorum böylelikle, tüm heybetiyle üstümüzde iki üç tur attıktan sonra uzaklara doğru yol alıyor, canlı canlı kartal fotoğraflamayı da başarıyoruz böylelikle, öyle büyük bir kartaldı ki gelip beni kaldırsa çok rahat kaldırıp götürebilirdi o yüzden açıkçası korkmadım da değil, çünkü istese gerçekten yapardı bunu, kartal gittikten sonra manzaranın büyüleyiciliğine elimizdeki biraları da açarak kapılıyoruz, yaklaşık bir buçuk saat manzara eşliğinde oturup bol bol fotoğraf çekiyoruz ve artık inip Comoyu keşfetme vaktimizin geldiğini anlayıp istemeyerek de olsa o harika manzaraya veda edip, fünikülerle aşağı inip, Como gölünü gezmeye başlıyoruz, fünikülerden sonra bu sefer de vapur turuyla Como gölünün tadını çıkaralım dedik ve 1 saatlik vapur turu için sıraya geçtik 9 euro karşılığında 1 saatlik Como gölü vapur turuna katıldık, öyle güzel bir turdu ki eğer Comoya giderseniz mutlaka bu turu alın derim ki almamak zaten çok saçma olur, o 1 saat hiç bitmesin istedim açıkçası çünkü o cennet gölün içinde vakit maalesef çok hızlı geçiyor her güzel şeyde olduğu gibi, vapur turuda bittikten sonra bu sefer Comonun içine keşfetmek için gezmeye başladık.

Como duomosuna gittik her ne kadar bir Milano ve Floransa duomosu olmasa da ufak ama güzel bir dumoydu Como duomosu da, baya bi gezdikten sonra dönüş vaktimizin de yaklaşmasıyla Comoda bir yemek yemeden dönmeyelim dedik ve duomonun tam karşısındaki restoranda makarnalarımızı yiyip biralarımızı içerek keyif yaptık, İtalyadaki en kötü yemeğimizi yedik diyebilirimi hem hizmet çok kötüydü hem de yemekleri beğenmedim açıkçası, he bi de İtalyan içkisi olan grappe içtim, içkiyi seven ve hemen hemen her içkiyi içmiş biri olarak söylemek gerekirse grappe cidden çok saçma bir içki, inanılmaz ağır bi kere keyif alamıyorsunuz içerken, ve tadı da berbattı, denedim evet ama bir daha içeceğimi sanmıyorum. yemeğimizi de yedikten sonra Como tren garına gidip trenimize binerek milanoya geri döndük, harika bir gün geçirdik Comoda, bi kez daha gelir miyim, evet kesinlikle gelirim üstelik bu sefer günübirlik değil gece konaklamalı gelirim Comoya.

MİLANO



1.gün:
Floransadan hızlı trenle Milanoya geçtik yaklaşık 1 saat 20 dakika süren yolculuktan sonra Milano centrale tren istasyonuna geldik, Milano Romaya göre çok daha büyük bir şehir ve Romada 2 tane metro hattı varken Milanoda tam 4 metro hattı var, metrosu çok geliştiği için de şehir büyük olmasına rağmen her yere metroyla gidebiliyorsunuz. 

Central istasyonunda indikten sonra otelimizin olduğu yere Ca Granda metro istasyonuna doğru yol aldık tabi önce Milanoda 2 gün boyunca kullanabileceğimiz metro kartı aldık, otelimizin olduğu yer merkeze uzak olsa da metroyla aktarmalarla çok rahat ve hızlı bir şekilde gittik, bizim Milanoya geldiğimiz gün İtalya liginin açılışı vardı ve Milan(benim Beşiktaştan sonra en sevdiğim takımdır)-Lazio maçı vardı, bu büyük şansı kaçırmak istemedik ve otele yerleşir yerleşmez Milan-Lazio maçını izlemek için tarihi San Siro stadına gittik. San Siroya da metro yapılıyor ve bitmek üzere, bitince ulaşım çok daha kolay olacak stada ama yine de biz çok rahat ulşatık, lotto metro istasyonunda indikten sonra 10 dakika yürüme mesafesinde San Siro, bir futbol tutkunu olarak en büyük hayallerimden biriydi o statda bir Milan maçı izlemek ve bunu gerçekleştirdiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum, bileti stad gişelerinden 50 euroya aldık, ve Milanın yeni sezon formasını da alarak stada girişimizi yaptık, stad gerçekten çok büyük ve tarihi bir stad yaklaşık 80 bin kişi alıyor, rakipte güçlü Lazio olunca stad tamamen dolu olmasada ilgi büyüktü maça, Milanın efsane taraftar grubu CurvaSud kale arkasında inanılmaz bir destek veriyor takımlarına, aynı bizim çarşı gibi, hiç susmadan 90 dakika takımı ateşliyorlar. kapıların açılması için dışarda beklerken gözlemlerim oldu, bizdeki ve avrupadaki taraftarlık anlayışıyla ilgili, onlar bu olaya kesinlikle kültürel bir aktivite olarak bakıyorlar, 70 yaşındaki amca eşini alıp geliyor, 6 yaşındaki çocuğunu kucaklayıp hamile karısıyla da maça geliyor insanlar, ne gürültü var stad dışında ne arbede ne de bir karışıklık, alkol de serbest bu arada, stada yakın cafelerde bira satılıyor, kapıların açılmasını beklerken biramızı da rahat rahat içtik. kapılar açıldı ve rahat rahat maça girdik, aramızda Lazio taraftarları da vardı bu arada, düşünsenize Galatasaray-Fenerbahçe maçında Galatasaray tribününde Fenerbahçe formalı birisinin olmasını, sanırım ordan sağ çıkamaz o kişi ama avrupada öyle değil, münferit olarak rakip takım formasıyla gelip maçını çok rahat izleyip takımına destek verebiliyorsun. maça girdik maç başladı, çok zevkli bir maç oldu bizim şansımıza, maçı 3-1 kazandı Milan, Lazio bir de penaltı kaçırdı, şu an için erken belki ama Milan sanki bu sene geçen seneki hayalkırıklığından sonra epey toparlanmış, en kötü ikinci olurlar diye düşünüyorum. maç bittikten sonra yaklaşık 60 bin kişi bir anda çıktı staddan, hiç beklemeden herkes yürüyerek rahat rahat çıktı, kimi motoruna kimi arabasına bindi çoğunluk da metroya yürüdü, ben de en büyük hayallerimden birini gerçekleştirmenin verdiği mutlulukla otele doğru yol aldım, otele gittik ve maçta yorulduğumuz için otel civarında takıldık, merkeze inmedik ilk gün, ikinci gün erken kalkıp Milanoyu keşfe çıkacağımız için erkenden uyuduk.

2.gün:

Sabah erkenden kalkarak Milano merkeze gitmek için metroya bindik, Milanonun merkezi Duomo yani Milano katedralinin olduğu yer, Floransadaki duomonun nerdeyse 3 katı büyüklükte muhteşem bir Duomosu var Milanonun, şehrin merkezinde tüm şatafatıyla duruyor, o yapıyı bir insan nasıl yapmış, gerçekten hayret ediyorsunuz görünce. başlangıcından bitişine tam 500 yıl sürmüş inşaatı duomonun, gerçekten inanılmaz bir yapı, bence kesinlikle dünyanın 7 harikasından biri olmalı, duomoyu gezdikten sonra dünyanın en eski avmsi olan Galleria Vittorio Emanueleye gittik hemen yanında duomonun orası da gerçekten çok tarihi bir yapı, içinde İtalyanın en lüks markaları var, sadece bakmakla kalıyorsunuz yani ordan sonra duomonun karşısında istiklal caddesi tarzında uzun sağlı sollu mağazaların olduğu bir cadde var aynı zamanda restoran ve kafelerde var, orada restoranların birinde oturup pizza yedik yanında da portakal suyu içelim dedik, hesap geldiğinde gerçekten gözlerimize inanamadık bir portakal suyu 12 euroydu yani 36 tl, sanırım Türkiyenin en pahalı en lüks restoranında bile 36 tl ye portakal suyu içemeyiz, Milano işte böyle pahalı bir şehir, ordan kalktıktan sonra tekrar Milanoyu gezmeye devam ettik, İtalyanın tüm lüks markalarını bulabileceğimiz 7 katlı La Rinascente adlı avmye girdik, girmez olaydık, ykm tarzı bir avm olan La Rinascentenin her katında İtalyanın en lüks markaları Prada, Dolce Gabbana, Armani vsvs tarzı markalar var ve fiyatları görünce dedim ki içimden dünyada ne zenginler varmış be, fiyatlar öyle uçuk fiyatlardı ki mesela bir çanta 20 bin euro eder mi? ediyormuş, bu sadece en basit bir örnek başka bir örnek vermek gerekirse 300 euroya su alabiliyorsunuz o avmden mesela, işte öyle bir avm, insanın siniri bozuluyor kısacası :) . 

Oradan çıktıktan sonra gece Milano alemlerine akmak için enerji depolamaya otele döndük, Milanoda aperativo diye bir kültür var sadece içnkini alıyorsun yemekler bedava oluyor, orda kaldığımız 3 gün boyunca çok denk geldik ama yapmadık nedense, oysa bence çok zevkli olabilirdi, içkini alıyorsun ve sınırsız yemek yiyorsun sadece içkiye para ödüyorsun sınırsız yemek dediysem de aperatifo adı üstünde aperatif şeyler oluyor o yemekler, ama karnın doyuyor sonuçta, bence çok keyifli bir kültür ama nedense yapmadık bunu 3 gün boyunca, otelde dinlendikten sonra Milanonun en güzel caddelerinden biri olan Corso Comoya gitmeye karar veriyoruz, Corso Como turistin az olduğu, gece kulüplerinin ve restoranların olduğu, oldukça kalabalık bir cadde, ve gece 2’ye kadar nerdeyse full oluyor ki biz hafta içi gittik ona rağmen doluydu, orda İtalyada yediğim en iyi makarnayı yedim bol parmesanlı spagetti gerçekten tadı damağımda kaldı, hafta içi olması nedeniyle gece kulüpleri o kadar dolu değildi ve bir kaçı da kapalıydı sabah da erkenden Comoya gideceğimiz için fazla kalmadık otele döndük. İtalyada son metro gece 00.00’da o saatten sonra eve ya da otele dönmek için tek araç taksi, taksiler 6 eurodan açılış yapıyor ve kırmızı ışıkda bile deli gibi atıyor, taksi cidden çok pahalı anlayacağınız, mecbur kalmadıkça binilmemesi gereken bir araç.

3.gün: COMO yazısında

4.gün:

Aslında Milanoda 3 gün kalacaktık öyle hedeflemiştik geziye başladığımızda ama son gün aklımıza buraya kadar gelmişken o ünlü İtalyan markalarının outleti olan Foxtown’a gitmemek olmaz dedik, Foxtown tüm ünlü İtalyan markaların %50-80 indirimle satıldığı bir outlet İsviçre sınırında Luganoda bulunuyor ve oraya sizi zani viaggi acentası 20 euroya getirip getiriyor, internetten zani viagginin sitesinden biletimizi aldık, sabah 12’de zani viagginin önünden kalkıyor otobüs, zani viaggi cairoli metro istasyonunda indikten sonra yürüme mesafesiyle 4 dakika uzaklıkta, otelden check outlarımızı yaptık, bavullarımızı bavul odasına bıraktık, kişi başı 15 euro şehir vergisini otele ödedik ve otelden çıktık, Milanoda ağustos hariç her ay kaldığın gün başına 5 euro şehir vergisi ödüyorsun, sadece ağustosta bu vergi 5’ten 3’e düşüyor, yani Milano diyor ki beni gezmeye geliyorsan bu vergiyi ödeyeceksin, Roma ve Floransada da ödedik ama Roma da 3 euro, Floransada da 2 euro ödemiştik, Milano her anlamda pahallı bir yer vergisi de pahallı maalesef, vergimizi ödeyip rahatladıktan sonra metroyla otobüsün kaltığı yere gittik, 12 de kalkan otobüs 1’de Foxtowna vardı, Foxtowna giderken Comonun üstünden de geçiyorsunuz ve o harika Como gölünü görme şansına ulaşıyorsunuz.

Foxtowna vardıktan sonra akşam 7’ye kadar vaktimiz vardı ve açıkçası oraya büyük umutlarla gitmiştik, %80’ varan indirimler sayesinde güzel şeyler alacağımızı düşünüyorduk ama öyle olmadı maalesef, evet baya sağlam indirimler vardı ama fiyatlar o kadar yüksek ki 20 bin eurodan 10 bin euroya iniyor ya da 5 bin eurodan 3 bin euroya yani öyle ucuza bi şeyler alalım diye Foxtown’a gitmek cidden tamamen vakit kaybı, bi de saat 1’den 7’ye kadar mağazaları gezip, arap ve uzak doğulu turistlerin ellerine sığmayan çantaları görerek iç geçirdik, 7’de otobüsümüze bindiğimizde herkesin elinde 4-5 çanta vardı, Prada’dan Salvatore Ferragamoya, Dolce Babbana’dan Tods’a araplar herşeyi almıştı maşallah, e para bol olunca insan nereye harcayacağını şaşırıyor tabi, Milanoya vardıktan sonra otele gidip bavullarımızı aldık ve Malpensa havaalanında dönüş için yola koyulduk, Milano centralden 10 euroya Malpensa havaalanına otobüs var, yaklaşık her 20 dakikada bir kalkıyor ama son otobüs 23’te, 23’ten gece 4’ kadar otobüs yok, 4’te tekrar başlıyor otobüs seferleri, Milano hava alanı şehre baya uzak, hiç trafik olmadan non stop basarak 1 saatte gittik havaalanına, havaalanında 2 terminal var biri iç hat diğeri diş hat terminali, iki terminal arasında da 15 dakikalık mesafe var eğer yanlışlıkla diğerinde indiyseniz taksiye binmek zorundasınız, havalanına vardığımızda her yer kapalıydı, sanki terk edilmiş bir havaalanı gibi, ilk uçak sabah 6.20’de olduğundan sanırım ne kontuarlar açıktı ne de herhangi bi restoran, kafe, ve heryerde insanlar uyuyordu, türkiyede böyle bir sahneyle karşılaşmadığımız için biraz şaşırdım açıkçası, her yer kapalıydı ama termianlin her yerinden free wifi vardı ve fiş, benim de istediğim oydu zaten, telefonu sarja takıp sabah 5’e kadar nette dolaştım, sabah 5 gibi her yer yavaş yavaş açıldı ve 6.45’te Türk hava yollarının tk1878 seferiyle istanbula döndük.

Roma, Floransa, Milano ve Como’dan oluşan İtalya tatilimiz çok iyi geçti, çok gezdik, yedik, içtik ve eğlendik ama İtalyada daha gezilmesi gereken çok yer var ve bunların başında da Portofino geliyor, sanırım ben mayıs gibi uçağa atlar 3 gece kalmak için İstanbul’dan Genova’ya geçer ve Portofino başta olmak üzere, Cinque Terre yapıp içinde kalan Portofino hasretini gideririm.

FLORANSA


Romada geçirdiğimiz 3 gün sonrasında Roma terminiden hızlı trenle Floransaya geçtik, hızlı trenle 1 saat 30 dakikada Floransaya varıyorsunuz. S.Maria Novella tren istasyonunda indikten sonra taksiyle otelimize geçtik, otele yerleştikten sonra hemen hazırlanıp Floransayı gezmeye başladık, zaten 1 gün kalacağımız Floransada vakit nakittir mantığıyla hemen başladık gezmeye, Floransa çok küçük ama küçük olduğu kadar da büyüleyici bir yer, hayran kalmamak elde değil, otelimiz Dumoya çok yakındı Duomoyla Galleria Della Accademia arasındaydı, önce David heykelinin olduğu akademiye gittik ordan Duomoya geçtik, Floransa küçük Duomo da tam tersi çok büyük bir yapı o yüzden Floransanın her yerinden görülebiliyor, Duomoyu gezdikten sonra San Lorenzo şapeline gittik ordan da tren istasyonunun yanındaki Di Santa Maria Novellayı görmeye gittik, ardından Palazzo Strozziye geçip orayı gezdik oradan Floransanın en büyük meydanı olan Piaza Della Repubblicaya geçtik.

Gilli cafede tiramisu yedik ki kesinikle tavsiye ederim İtalya tatili boyunca yediğim en güzel tiramisuydu, Repubblica meydanı Floransanın en güzel yerlerinden biri kare şeklinde cafe ve restoranlarla çevrili ortasında atlı karınca var ve en önemlisi Gilli cafenin solunda Hard Rock Firenze var, Gilli de tiramisumuzu yedikten sonra ünlü Uffizi müzesine geçtik, orada da inanılmaz sıra vardı ve eğer girecekseniz internetten bilet almanız gerekir aynı Vatikan gibi, ama biz zaten bir gün kalacağımız için içine girmedik önünden geçip Palazzio Vecchioya gittik, Vecchio sarayının hemen yanında Piazza Della Signora var, o meydanı da gördükten sonra Floransanın en önemli simgelerinden biri olan Ponte Vecchio yani Vecchio köprüsüne gittik, Arno nehrini şehre bağlayan 5 köprüden en önemlisi olan tarihi Vecchio köprüsü gerçekten çok güzel bir yapı, Floransaya gidip kesin görmelisiniz demicem çünkü zaten göreceksiniz. Ponte Vecchiodan geçip Santo Spirito kilisesini görmeye gittik, gittiğimizde düğün vardı içeride, düğüne de şahit olmuş olduk, ordan sonra Palazzio Pittiye gittik, gerçekten devasa bir saraydı Palazzio Pitti, Pitti sarayını gördükten sonra Hard Rock cafeye gidip demlenerek güneşin batma anını bekledik, çünkü Floransada güneşin batışını izlemek için mutlaka ama mutlaka Michelangelo meydanına gitmeniz gerekiyor, biz de birer bira içip dinlendikten sonra Michelangelo meydanına gitmek için yola koyulduk, ciddi şekilde yokuş ve merdiven çıkarak gidiliyor Michelangelo meydanına o yüzden taksiyle gitmekte fayda var açıkçası yani bilseydim o kadar tepede olduğunu kesin taksi tutarak giderdim ama çıktıktan sonra o yorgunluk bir anda bitiyor, tüm Floransa ayaklarınızın altında kalıyor, enfes bir manzara, o manzaraya karşı bir bira alarak oturduk ve güneşin batışını izledik, gerçekten o an belki de İtalya tatilimizin en keyifli anıydı, tüm Floransayı ayaklarınızın altına alarak güneşin batışını izlemek gerçekten çok güzeldi.

O güzel manzarada güneşi de batırdıktan sonra Piazza Della Repubblicaya tekrar gittik ve şu çok övülen meşhur Floransa steak yemek için Gillinin tam karşısındaki restorana oturduk, açık söylemek gerekirse o çok övülen Floransa steaki beğenmedim ben, yani güzeldi ama o kadar çok övülmüştü ki belki de çok büyük beklentiyle gittiğim için biraz hayal kırıklığına uğramıştım, steakleri yiyip karnımızı da doyurduktan sonra tekrar hard rock cafeye gidip içkilerimizi içerek yoğun ve yorucu Floransa gezisini sonlandırdık ve ardından otele geçerek sabah Milanoya gitmek için uyuduk ve sabah tren istasyonundan hızlı trene binerek Milanoya geçtik. Floransaya bir gün yeter mi sorusuna gelirsek bir gün gezmek için yeter ama hızlı ve yorucu bir gezi olur o gezi ayrıca Uffizi ve Akademi galerilerini de gezemezsiniz, o yüzden Floransa için 2 gün gerekiyor hem doya doya gezmek hem de tadını çıkarmak için Floransada mutlaka 2 gün kalmak gerekiyor.

ROMA


Çok uzun zamandır gitmek istiyordum İtalya’ya dünyada en çok görmek istediğim yerlerden biriydi, geçen sene niyetlenmiş gidecekken bir kaç problem çıkmış gidememiştim, bu seneye gitmekmiş kısmet, 8 gece 9 gün kaldım İtalya’da, 3 gün Roma, 1 gün Floransa, 4 gün de Milano’da kaldım, Milano’da 4 gün kaldım ama 1 gün Como’da 1 gün de İsviçre sınırında outlette geçti, 1 gün de Milan maçına gidince aslında Milano 1 gün diyebiliriz.

İnanılmaz keyifli bir geziydi ama italya daha bitmedi gezilecek çok yeri var mesela ilk fırsatta Genova’ya gidip ordan Portofino’ya geçicem, bi ara Sicilya’yı mutlaka göreceğim ve tabi ki Napoli, Venedik, Bologna da görülmesi gereken diğer yerler. italya benim için çok farklı ve o farklı ülkenin gezilmesi gereken çok yeri var, bi yerden başlamak lazım gerisi gelir derler ya biz bi yerinden başladık, bakalım gerisi de elbet gelir ilerde.

ROMA:

Roma’da 3 gün kaldık, aslında hakkı 4 gün ama 3 günde de eğer insan dışı bir şekilde gezerseniz gezebiliyorsunuz tüm Romayı

1.gün:

THY’nin sabah 08.15 TK1861 seferiyle Romaya gittik, yaklaşık 2 saat 30 dakika süren uçuştan sonra Romanın Fiumicino havaalanına vardık, havaalanında 5 euro vererek otobüsle Romanın tüm trafik hattının birleştiği termini tren istasyonuna gittik, termini hem çok kalabalık hem de çok yoğun olduğundan hırsızlık olaylarının çok fazla yaşanabileceği bir yer ama dikkatli olursanız bir şey olacağını sanmıyorum, otelimiz manzoni metro istasyonuna çok yakın olan hotel Mintondu, baştan söylemek gerekirse eğer otelden çok memnun kaldık, Romaya bir daha gidersem yine orda kalırım, kahvaltısı süperdi, metorya çok yakındı, çalışanları çok samimiydi, resepsiyonistleri çok yardımcı oldu. 

Romada iki metro hattı var kırmızı ve mavi hat, ikisi termini de birleşiyor, bizim otelin hattı ana hat olan kırmızı hattı, terminiden 2 durak sonra manzoniden inince direk karşınıza hotel minton çıkıyor, yer olarak da elit bir yer manzoni. terminide indikten sonra ilk işimiz Roma pass almak oldu, 2 çeşit roma pass var 48 ve 72 saatlik, biz 48 saatliğinden aldık, 48 saatliğinde tüm metro, otobüslere sınırsız biniş ve 1 müze bileti bedava oluyor, 72 saatlikte artı olarak bir yerine iki müze bileti bedava, 72 saat çok gereksiz boşuna 8 euro fazla vermeye gerek yok bence o yüzden 48 saat ideal. 

Roma passimizi aldıktan sonra metroyla manzoniye geçip otelimize yerleştik, resepsiyonist Roma turistik haritası çıkarıp kaç gün kalacağımızı sordu ve 3 günde gitmemiz gereken yerleri işaretledi, ben de Romaya gelmeden önce gitmemiz gereken yerleri yazmıştım, resepsiyonistte benim yazdıklarımın aynısını işaretledi. otele yerleşir yerleşmez zaten 3 günümüz olduğundan hemen gezmeye başladık, ilk durağımız İspanyol Merdivenleriydi, oraya gitmek için spagna metro durağında inmeniz gerek, metrodan indikten sonra zaten karşınıza çıkıyor Trinita Dei Monti(ispanyol merdivenleri) hemen hemen her milletten insan görebileceğiniz adeta ufak birleşmiş milletler ispanyol merdivenleri ve çok keyifli orda oturmak, oturup biranızı açıp etrafı izlemek, sohbet etmek, dinlenmek için ispanyol merdivenleri gerçekten harika bir yer, Romaya çok farklı bir hava katıyor bence, ispanyol merdivenlerinden 5 dakika yürüme mesafesinde Fontana Di Trevi(aşıklar çeşmesi) var, burası da Romanın simgelerinden biri ama maalesef biz gittiğimizde tadilat vardı, ona rağmen görmek için inanılmaz bir kuyruk vardı aşıklar çeşmesinde, tadilat olduğu için arkamızı dönüp para atıp dilek dileyemedik bu da Roma tatilimizin en talihsiz anı oldu, eğer direk metroyla gitmek isterseniz barberini metro istasyonunda inip önce Fontana Del Tritoneyi görüp 3 dakika yürümeniz aşağıya yürüdüğünüz taktirde Fontana Di Treviyi görürsünüz. orayı da gezdikten sonra romanın en büyük meydanı olan Piazza Del Popoloya gittik, Piazza Del Popolaya gitmek için flaminio metro durağında inmeniz gerekiyor, metrodan yukarı çıktığınızda karşınıza kocaman bir meydan çıkıyor işte o meydan Piazza Del Popolo meydanı, biz ilk gün gittiğimizde Lazio taraftarları toplanmış bağırıp çağırıyorlardı, tezahüratlar ve bayraklarla takımlarını destekliyorlardı, baya kalabalık bir kitle vardı, meydanın tam ortasında 3 tarafından su akan bir heykel var, zaten romanın her yerinde etrafından su akan heykelleri görmek mümkün üstelik o suların hepsi de içiliyor, Piazza del popoloda yürümeye başlayınca çok uzun bir çarşısı var, o çarşıda hemen hemen aradığınız tüm markaları görmeniz mümkün, o meşhur İtalyan markaları Prada, Armani, Dolce Gabbana gibi, çok eğlenceli bir cadde ama biz yarısına kadar gezip geri döndük diğer gezmemiz gereken yerleri görmek için 3.gün vaktimiz kalırsa tekrar dönmek üzere, Piazza del popolodan sonra Piazza della repubblica meydanını görmek için repubblica metro durağına gittik, Piazza del popolo kadar olmasa da burası da gayet güzel bir meydandı burayı da gezdikten sonra ilk günün son durağı olan San giovanni lateranoyu görmek için san giovanni metrosunda indik orayı da gördükten sonra tam metroya giderken coin diye bir avm’ye girdik, tamamen şans eseri olarak girdiğimiz yerde büyük indirim vardı ve biraz alışveriş yaptık, alışverişten sonra bitmiş olarak otele geri döndük, o kadar yorulmuştuk ki yakınlarda bir yemek yiyip uyumak ve 2.güne dinç bir şekilde kalkmak gerekiyordu, otele çok yakın bir restoranda yemeklerimizi yedik, italyanların o meşhur bruşettasını yedik, açıkçası neden bu kadar meşhur oldugunu da anlamadım, 4 tane ekmek dilimi üzerine, salça, domates, salatalık ve peynir konulmuş olarak servis edilen son derece basit bir apetarif ama her İtalyanın masasında görmek münkün, nerdeyse gittiğimiz her restoranda İtalyanlar başlangıç olarak bruşetta yiyorlar ama biz beğenmedik açıkçası, ilk gün lazanya yedim, çok lezzetliydi, İtalyan mutfağının en sevdiğim yemeklerinden birini hiç bu kadar lezzetli yememiştim. yemeklerimizi yedikten sonra otele çıkıp dinlendik ve 2.gün için enerji topladık.

2.gün:

2.gün ilk hedefimiz Kolezyumdu, Romanın en büyük simgelerinden biri olan Kolezyumu görmek için metroyla colosseo durağında indik, colosseo durağı mavi hatta o yüzden terminiden aktarma yapmak zorunda kaldık, durakta inince yukarı çıktığınızda sizi dev Kolezyum karşılıyor, kolezyum o kadar ihtişamlı, o kadar muhteşem bir yapı ki, insanın gerçekten aklı başından gidiyor, dünyanın 7 yeni harikasından biri olan Kolezyum zamanında gladyatör dövüşlerinin yapıldığı dev bir arena, depremler sayesinde çok yıpranmış olsa da hala inanılmaz bir yapı, Kolezyumu tam anlamıyla gezmek 2 saatini alıyor insanın bir de bilet kuyruğu yaklaşık 1 kilometre var ama roma passiniz varsa kuyruk beklemeden direk geçiyorsunuz, sırf bu yüzden bile roma pass alınır, o bilet kuyruğuna girerseniz eğer en az 3 saat sıra beklemeniz gerekiyor üstelik o sıcakta ve kuyruğun %90’ı da uzak doğulu, yani roma pass kesinlikle alınması gereken bir şey onu tekrar söyleyeyim. kolezyumu dışardan, içerden keyfini çıkararak, hakkını vererek 2 saatte geziyoruz ve büyülenmiş olarak içinden çıkıyoruz.

Kolezyumdan çıkar çıkmaz hemen yanındaki Roma foruma geçiyoruz, roma forumunu gezdikten sonra o da yaklaşık 1 saatimizi alıyor ve içinde arco di constantino, palatino ve son olarak circo massimo var, bir sonraki hedefimiz olan Pantheona geçiyoruz, 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra Pantehona geliyoruz, Patheon da beni etkileyen yapılardan biri, meydanı geniş ve 3 tane büyük heykel var etrafından sular akan, Pantheondan sonra pizza navona ve hemen altındaki campo de floriyi gezip 2.günde görmemiz gereken son iki yeri görmek için metroyla cavour istasyonuna gidiyoruz, s. pietro in vincoli ve santa maria maggiore yapılarını da görüp sabah 9 da başladığımız gezimizi akşam 7 itibariyle sonlandırıyoruz.

2.günde baya bir gezip nerdeyse Romanın altını üstüne getirmeyi başarıyoruz, bu kadar çok yer görmemizin en önemli sebebi hem yürümeyi sevmemiz hem de Romada turistlerin göreceği yerlerin birbirlerine çok yakın olmaları bütün turistik yerler nerdeyse bir çember içinde gibi uzak olanlara da metroyla gidilebiliyor, o konuda Roma gerçekten çok başarılı bir şehir, ulaşım sıkıntısı kesinlikle yok. gezimizi tamamlayıp otele geçiyoruz, biraz dinlenip akşam yemeğini yemek için romanın en güzel yerlerinden biri gece hayatı ve şık restoranların olduğu Trastevere bölgesine gidiyoruz.

Trastevere de mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri, Fiume Tevere nehriyle romadan ayrılan trastevere, Romanın eğlence bölgesi diyebiliriz, şık restoranlar ve barların olduğu bölge cidden çok renkli bir yer, bizim resepsiyonistin de tavsiyesiyle gidiyoruz Trastevereye, ben pizza arkadaşım makarna yiyor ve resmi olarak İtalyan mutfağıyla tanışmış oluyoruz, pizzalar ortalama 10 euro keza makarnalarda, aslında İtalyaya göre ucuz ama bizim paramız değersiz olduğundan 30 tl gibi bir şey vermiş oluyorsunuz makarna ve pizzaya, burda yediğimizin iki katı yani, yemeğimizi yedikten sonra caddede yürüyüp meydanında oturuyoruz, barların oldugu caddeden geçiyoruz, Romada bar kültürü bizimkine göre çok farklı, barlar çok küçük sadece içki almaya giriryorsunuz, barın sokağında eğleniyor herkes, yani sokaklarda dans edip sohbet ediyorsunuz, bar sadece içki almak için girilen mekan oluyor. 2.günü de böylece bitirmiş oluyoruz, 3.günde de hedefimiz Vatikan olduğu için otele dönüp uyuyoruz ve Vatikan için enerji topluyoruz.

3.gün:

3.gün yani Romadaki son günümüzde ilk hedefimiz Vatikandı, zaten 2 günde Romadaki her yeri gezmiştik evet biraz yorulmuştuk(iki günde ortalama 14.5km yürüdük) ama değmişti son güne sadece Vatikanı bırakmaktı hedefimiz ve bu hedefi tutturmuştuk, uyandık kahvaltımızı yaptıktan sonra(otelin kahvaltısı çok güzeldi, otel de çok güzeldi, Romaya gidecekseniz eğer kesinlikle hotel Minton Roma’yı tavsiye ediyorum) otelin hemen önünden manzoni metro istasyonundan metroya binip Vatikanın olduğu ottaviano metro istasyonuna gittik, metrodan indikten yaklaşık 5 dakika yürüdükten sonra karşınıza Vatikan çıkıyor, Romanın Kolezyumdan sonra en kalabalık yeri kuşkusuz Vatikandı hatta belkide Kolezyumdan da kalabalıktı, eğer Vatikana gelmeden önce internetten bilet almazsanız, yaklaşık 1 km uzunluğundaki kuyruğa girip sıra beklersiniz ve o kuyruk bitip siz Vatikana girdiğinizde o gün de bitmiş olur, yani kesinlikle internetten Vatikan biletinizi alıp da gidin Vatikanı gezmeye, 20 euro verip biletinizi alıp bastırıyorsunuz ve hiç sıra beklemeden sıra bekleyen yaklaşık 1 km civarı kalabalığın yanından gülerek geçerek Vatikana giriyorsunuz, yani Romaya gitmeden önce şunu bilmelisiniz ki roma pass alıp Kolezyuma, Vatikan bileti alıp Vatikana sıra beklemeden girersiniz, ben 20 euro verdiğimde bu ne ya çok pahalı demiştim ama o sırayı görünce 50 euro da olsa verirdim dedim.

Gelelim Vatikana, Vatikan malum katoliklerin başı papanın yaşadığı Romanın içinde olmasına rağmen ülke sayılan ve kendi kanunları olan bir yer olup nüfusu yaklaşık 900 kişidir, dünyanın en küçük ülkesi olan Vatikanı 100 kişilik İsviçre vatandaşı olması mecbur olan askerler korur. Vatikan gerçekten gerek müzesi gerek de o devasa San Pietro katedraliyle mutlaka her turistin görmesi gereken bir yer, papanın halka seslendiği San Pietro bazilikası da bu zamana kadar gördüğüm en güzel yapılardan biriydi, Vatikan ve San Pietro bazilikasını yaklaşık 3 saatte geziyoruz ki biz hızlı bir şekilde gezdik eğer gerçekten tam anlamıyla gezmek istesen 6 saatini alır o alanı gezmek, Vatikanı da gezdikten sonra roma gezimizde gezilmesi, görülmesi gereken her yer 3.günün ortalarında bitmiş oluyor, hedeflerimize ulaşmanın verdiği keyifle o saatten sonra görüp keyfini çıkaramadığımız yerlere gidip keyifle gezmek üzere ilk durağımız olan Romanın en büyük meydanı Piazza del popoloya gidiyoruz, ilk gün yarım bıraktığımız yürüyüşü tamamlamak ve bi mekanda oturup bira keyfi yapmak için del popoloda yürüyoruz, popoloda yürüdükten sonra o meydan bizi otomatikman İspanyol Merdivenlerine çıkarıyor bunu da keşfetmiş oluyoruz, ama önce Aşıklar Çeşmesine tekrar gidip orda da biraz keyif oturuşu yapıyoruz ordan İspanyol Merdivenlerine geçiyoruz ve orda da biraz keyif oturuşu yaptıktan sonra romanın en lüks caddesine geçiyoruz, lüks İtalyan markalarının olduğu caddede yürürken mağaza camlarından 10 bin 20 bin euro fiyatlı çanta, elbise ve takımlara bakarak sinirimizi bozuyoruz ve tekrar İspanyol Merdivenlerine dönerek oturup küçük birleşmiş milletler olan merdivenlerde dinleniyoruz, ordan spagna metrosuna binip otele dönüyoruz ve biraz dinlenip son gece yemeğimizi yemek üzere tekrar trastevereye gidiyoruz. Romada kaldığımız 3 günde bol dondurma, pizza ve makarna yiyerek geçirdik çok gezdik, ayaklarımızı nerdeyse 2 senelik yıprattık ama bu yorgunluğa değdi açıkçası, yazının başında da dediğim gibi Romaya 3 gün yeter ama gerçekten çok yoruluyorsunuz, Romayı rahat rahat gezmek için 4 gün lazım, Roma planlamasını 4 güne göre yapmak çok daha mantıklı.

24 Ağustos 2014 Pazar

2014'E DAMGASINI VURACAK FİLMLER


Her sene bu zamanlarda yaptığım gibi bu sene de yıla damgasını vuracak filmleri kısaca yazmak istiyorum, malum sinema sezonu her sene Eylül’de açılır, en baba filmler, oscar adayları Eylül’den sonra teker teker vizyona girerler, bu sene de birbirinden güzel ve kaliteli yapımlar Eylül ayını beklediler vizyon için, şimdi 2014’e damgasını vuracak filmleri kısaca yazalım.

Birdman:

Amores Rerros, 21 Grams ve Babel üçlemesiyle kendini Hollywood’a kabul ettiren Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez İnarritu’nun yönettiği film bir zamanlar ikonik bir süper kahramanı canlandırmış bir aktörün hayatını anlatan bir kara komedi tarzında. Daha önceki filmlerinde göre çok farklı bir türde karşımzıa çıkıyor bu sefer İnarritu, filmin kadrosuda gayet başarılı, başta Edward Norton olmak üzere Zach Galifianakis, Michael Keaton, Emma Stone, Naomi Watts oynuyor, film şu an için çok erken olsa da oscar tahminlerinde ilk sırada yer alıyor.

Foxcatcher:

Capote ve Moneyball gibi gerçek hikayeleri sinemaya uyarlayan ve bu konuda gayet başarılı olan Bennett Miller bu sefer Foxcatcher ile karşımıza çıkıyor. güreşte hem dünya hem de olimpiyat şampiyonu olan kardeşler Mark ve Dave Schultz kardeşlerin hayatını anlatan bu film, kardeşlerin hayatının bir anda nasıl değiştiğini gözler önüne seriyor, Schultz kardeşleri Channing Tatum ve Mark Ruffalo canlandırıyor ayrıca Steve Carell, Sienna Miller, Vanessa Redgrave de onlara eşlik ediyor. 

Unbroken:

In the Land of Blood and Honey filmiyle ilk yönetmenliğine imza atan ve bence ilk film için gayet başarılı olan Angelina Jolie’nin ikinci yönetmenlik deneyimi. Abd olimpiyat takımında da yarışan ve gayet başaırılı olan Louis Zamperini’nin hayat hikayesinin anlatıldığı filmde Zamperini'nin koşuculuktan 2.dünya savaşında tutsaklığa kadar giden hayatını acı bir şekilde izleyeceksiniz. 

Boyhood:

Before Sunrise, Before Sunset ve Before Midnight üçlemeleriyle sinema dünyasına harika 3 film kazandıran Richard Linklater 2014’e de Boyhood filmiyle damgasını vuracak gibi gözüküyor, annesi ve babası boşanmış bir çocuğun 6 yaşından 18 yaşına kadar süren hayatını beyazperdeye yansıtan Linkater, bu süreçte yaşananları filmde bizlere çok iyi anlatıyor, filmi 12 seneye yayarak çeken Linklater favori oyuncusu Ethan Hawke’ı bu filminde de baba olarak başrole koyuyor, anne rolünde ise Patricia Arquette’i izliyoruz.

Big Eyes:

En son 2012’de film çekip 2013’ü pas geçerek hayranlarını üzen Tim Burton 2014’te bomba gibi bir filmle tekrar hayranlarının karşısına çıkıyor, kendine has sinemasıyla çok farklı bir hayran kitlesine sahip olan burton’un son filmi Big Eyes’ta Amerikalı ressam Margaret ve Walter Keane’in gerçek hikayeleri anlatılıyor. Amy Adams, Christoph Waltz, Jason Schwartzman’ın oynadığı film bu senenin merakla beklenen filmlerinden biri.

Selma:

Martin Luther King ve Lyndon Baines Johnson’un Amerika’yı değiştiren sivil haklar yürüyüşlerini konu alan film, her sene en az 2-3 tane çekilen özgürlük temalı filmlerin 2014 versiyonu, kadrosunda Tim Roth, Giovanni Ribisi ve Cuba Gooding Jr’ın oynadığı film özgürlük mottosuyla bu sene oscarlarda bir şekilde adaylar arasına girecektir diye düşünüyorum.

Fury:

2014’ün en iyi savaş filmi olacağını düşündüğüm fury, 2.dünya savaşının son günlerini konu alan, 5 kişilik küçük bir asker grubunun zırhlı tanklarıyla nazi kuşatmasına direnmesini anlatıyor. filmin başrolünde Brad Pitt yer alıyor, Pitt’e Shia Lebouf ve Logan Lerman eşlik ediyor, uzun zamandır kaliteli bir savaş filmi izlemediğimizi düşündüğüm için Fury’nin 2014’ün en iyi filmlerinden biri olacağını düşünüyorum.

Interstellar:

2014’ün en çok merak ettiğim filmi şüphesiz ki Interstellar çünkü yönetmeni benim için şu ana kadar çektiği filmlerin bir tanesini bile çekseydi zaten efsane olacak olan Christopher Nolan. bu zamana kadar çektiği Memento, Batman serisi(Begins, The Dark Knight, The Dark Knight Rises) Insomnia, The Prestige ve Inception ile bırakın kötü filmi iyi film çekmem çok iyi film çekerim diyen Nolan bakalım yeni filmi Interstellar’da bizleri nasıl şaşırtacak, yine nasıl bir damga vuracak sinemaya. Geçen senenin oscarlı aktörü Matthew Mcconaughey ve  bir önceki senenin oscarlı aktrisi Anne Hathaway’in başrollerini paylaştığı filmde bu ikiliye Casey Affleck, Jessica Chastain, Topher Grace ve efsane oyuncu Michael Caine eşlik ediyor. 7 kasımda vizyona girmesi gereken Interstellar’ı merakla hatta çok büyük bir merakla bekliyor tüm sinemaseverler.

Gone Girl:

Se7en, Fight Club başta olmak üzere bir sürü başyapıtı bulunan David Fincher 3 sene ara verdiği yönetmenlik koltuğuna 2014’te tekrar otuyuror ve bizleri polisiye gerilimin içine sokuyor. Evliliklerinin 5.yılını kutlayacakları gün eşinin ortadan kaybolması ve sonrasında eşinin ortadan kaybolmasıyla ilgili suçlanan adamın hikayesini anlatan filmde, Fincher seyirciyi hem geriyor hem de bolca şaşırtıyor. Kadrosunda Ben Affleck, Rosamund Pike, Neil Patrick Harris ve modellikten beyaz perdeye geçen Emily Ratajkowski’nin olduğu gone girl, bu senenin en dikkat çeken filmlerinden biri olarak göze çarpıyor.

Inherent Vice:

Boogie Nights, Magnolia, There will be Blood ve The Master gibi kült filmlere imza atan Paul Thomas Anderson’un yeni neslin önemli yönetmenlerinden biri olarak her zaman filmlerine ayrı önem verdiğim yönetmenlerden biridir. Yeni filminde Anderson 1980’lere götürüyor bizi ve Los Angeles’ta geçen hikayede bir özel dedektifin eski sevgilisinin kayıplara karışması üzerine onu bulmak için davaya atanmasını anlatıyor. Kadrosuna baktığımızda son derece önemli oyuncuların olduğu filmde Josh Brolin, Reese Witherspoon, Benicio Del Toro, Owen Wilson ve Joaquin Phoenix en az yönetmen Anderson kadar bizi heyecanlandırıyor.

The Imitation Game:

Ünlü matematik dehası Alan Turling’in hayatının anlatıldığı filmde Turling’i Sherlock dizisiyle bir anda tüm kızların hayran olduğu ingiliz oyuncu Benedict Cumberbatch canlandırıyor. 2.dünya savaşında nazilerin şifreli haberleşmelerini çözen Turling’in bu büyük başarısının anlatıldığı filmde Cumberbatch’e Keira Knightley eşlik ediyor.

Into the Woods:

2014’ün kadrosu en zengin, en eğlenceli ve en fantastik filmi olmaya aday filmi Into the Woods’un yönetmeni 2002’de oscar kazanan Chicago filminin de yönetmeni olan Rob Marshall, kırmızı başlıklı kız, sindrella, rapunzel gibi masal kahramanlarının hepsinin bir filmde olduğunu düşünün, işte bu film o film. Kadrosuna gelirsek Johnny Depp, Anna Kendrick, Emily Blunt, Chris Pine, ve Meryl Streep’in oynadığı film şüphesiz bu senenin en eğlenceli filmlerinden olacaktır.

The Theory of Everything:

Film, modern bilim ve tekonolıji tarihini değiştiren ingiliz fizikçi Stephen Hawking’in hayatının bir kesitini ele alıyor. biografi ve dram türünde olan bu filmde Stephen Hawking’i Eddie Redmayne eşi Jane’i Felicity Jones canlandırıyor, usta oyuncu Emily Watson’un da olduğu film, izleyenleri aşırı derece duygulandıracak hatta yeri geldiğinde ağlatacak bir dram.

American Sniper:

Önce Steven Spielberg’in yöneteceği açıklanan ama sonra Clint Eastwood’un yönettiği film, 1999-2009 arası sniperıyla 150 kişiyi öldüren amerikan deniz komandosu Chris Kyle’nin hayatını anlatıyor. Kyle’yi ünlü oyuncu Bradley Cooper canlandırırken, Sienna Miller ona eşlik ediyor. 

Rosewater:

The Daily Show’la tanıdığımız ünlü showman Jon Stewart’ın yönetmenlik koltuğuna ilk oturuşu ve İran asıllı gazeteci Maziar Bahari’nin 2009’daki iran seçimlerinden sonra tutuklanıp 118 gün hapis yatmasını anlattığı bir film. Filmde Bahari’yi Gael Garcia Bernal canlandırıyor ona İran’lı aktrisler Shohreh Aghdashioo ve Golshifteh Farahani eşlik ediyor.

Men, Women&Children:

Ünlü yönetmen Jason Reitman bu filminde lise çağında porno ve interneti keşfeden yeni neslin ebeveynleriyle olan ilişkilerini konu alıyor. Jennifer Garner, Adam Sandler, Rosemarie Dewitt ve Ansel Elgort’un oynadığı film Reitman’ın diğer filmleri Juno ve Thank you for Smoking gibi eğlenceli bir film olarak karşımıza çıkacak.

Wild:

Geçen sene Dallas Buyers Club ile son derece başarılı bir film çeken Jean-Marc Vallee’nin yönettiği filmde bir felaket sonrası hayatta kalabilmek için 1100 km yolu tek başına yürüyen Cheryl Strayed’in hikayesi anlatılıyor. Strayed’i oscarlı oyuncu Reese Witherspoon canlandırıyor ona Gaby Hoffman ve Laura Dern eşlik ediyor.

True Story: 

Son zamanların en başarılı aktörlerinden Jonah Hill ve James Franco’nun başrollerinde oynadığı filmde Christian Longo adında bir katilin kendini New York Times yazarı Michael Finkel olarak tanıtması ve hapse girdiğinde tek konuştuğu yazarın Finkel olması ve birbirinden garip ilişkilerin ortaya çıkmasıyla gayet eğlenceli bir film bizi bekliyor. Filmde Hill ve Francoya Felicity Jones ve Gretchen Mol eşlik ediyor.

Exodus: Gods and Kings:

Ünlü yönetmen Ridley Scott’un yönettiği Christian Bale, Sigourney Weaver, Joel Edgerton ve Ben Kingsley’in oynadığı film Hz. Musa’nın hayatının önemli dönüm notkalarını anlatıyor. Bu senenin en yüksek bütçeli filmlerinden biri olan Exodus, gerek yönetmeni gerek oyuncularıyla bu senenin en önemli filmlerinden biri olarak dikkati çekiyor.

St Vincent:

Başrollerinde Naomi Watts ve Bill Murray’in olduğu filmde, yaşlı huysuz bir ihtiyarla 12 yaşındaki bir çocuğun sıradışı arkadaşlıkları eğlenceli bir şekilde anlatılıyor, son yılların en komik oyuncularından Melissa Mccarthy’nin de bu ikiliye eşlik ettiği filmde yönetmen bir çocukla bir ihtiyarın nasıl arkadaş olabildiklerini anlatatıyor.

The Drop:

Yer altı dünyasının kasvetli ortamını gözler önüne seren filmde Bob ve Marv’ın kayıp para peşine düşmeleri anlatılıyor, efsane oyuncu James Gandolfininin de ölmeden önce çekilen son filmi olması nedeniyle de merakla beklenen film, 2014’ün önemli filmlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Filmde rahmetli James Gandolfini’ye Tom Hardy ve Noomi Rapace eşlik ediyor.

The Judge:

Bir avukatın annesinin ölümü nedeniyle doğup büyüdüğü şehre gitmesi ve annesinin bir cinayete kurban gittiğini öğrenmesi sonucu gelişen olayları konu alan filmde avukat rolünde Robert Downey jr karşımıza çıkıyor, ona Robert Duvall, Vera Farmiga, Billy Bob Thornton ve Legihton Meester eşlik ediyor.

Kill the Messenger:

San Jose Mercury gazetesi muhabiri Gary Webb’in gerçek hayat öyküsünden yola çıkan öyküde, gazeteci Webb’in Cia’yle kurduğu sıkı ilişki sayesinde uyuşturucu trafiğini ifşa etmesi anlatılıyor. Gazeteci Webb’i Jeremy Renner’ın canlandırdığı filmde ona Michael Sheen, Ray Liotta, Andy Garcia ve Paz Vega eşlik ediyor.


Magic in the Moonlight:

Her sene olduğu gibi bu sene de Woody allen film çekti, e Allen film çeker de biz onu merakla beklemezmiyiz, geçen seneki Blue Jasmine filmiyle Cate Blanchett’e en iyi kadın oscarını kazandıran Allen'ın bu filminde oscarlı aktör Colin Firth’ü başrolde görüyoruz, Firth’e Emma Stone, Marcia Gay Harden eşlik ediyor. Her allen filminde olduğu gibi bu filmde romantizm ve komedinin ön plana çıktığı bu filmde 1920 güney Fransasındaki caz çağına götürüyor bizi Allen.

Dumb and Dumber To:

Bundan tam 20 sene önce 1994’de Jim Carrey ve Jeff Daniels’ın efsane oyunculuğuyla izleyen herkesi gülme komasına sokan Dumb&Dumber’ın devamı nihayet çekildi. Benim en çok güldüğüm top 3 film arasına her zaman giren Dumb&Dumber efsanesi 20 yıl sonra tekrar sinemayla buluşuyor, bu senenin Interstellar’dan sonra en çok beklediğim filmi Dumb&Dumber To’da Carey ve Daniels bu sefer bir çocuğu aramak için yollara düşüyorlar.




3 Mart 2014 Pazartesi

OSCARLARIN ARDINDAN



Bir oscar töreni daha geldi geçti, dün gece gayet güzel bir oscar daha izlettirdi akademi bizlere, nerdeyse hiçbir sürprizin yaşanmadığı bir tören oldu diyebilirim, ben geçen seneki gibi yine 21 dalda 19 tutturdum, o 2 bilemediğim dalda aslında favorileri yazsam bileceğim ama benim favorilerden çok gerçekten almasını istediğim 2 adayı yazdığım için yani sürpriz beklediğim için tutmayan dallar oldu.

Kazananları az sonra yazacağım ama kısaca töreni değerlendirmek gerekirse eğer, kırmızı halı geçen seneye göre daha sönüktü sanki, bu sene daha koyu ton elbiseler gördük ve dekoltelerde biraz sınırlamaya gitmişti yıldızlarımız, oscara kadar her törene gayet cüretkar katılan Amy Adams bile törene son derece usturuplu bir elbiseyle geldi, gecenin en şık 3 kadını Sandra Bullock, Charlize Theron ve Amy Adams oldu, en rüküşler ise Angelina Jolie, Anne Hathaway ve Lupita Nyong'o oldu.

Törene gelirsek bu sene Ellen Degeneres sundu töreni, geçen sene Seth Macfarlene'in akademiyi kızdıracak derecede esprileri yüzünden zor anlar yaşanmıştı törende ama açıkçası ben Macfarlene'i tercih ederim çünkü Degeneres bir an bile güldürmeyi başaramadı izleyenleri, sadece o selfie olayı çok güzeldi, o da olmasaydı eğer son yılların en sıkıcı sunumu olacaktı, alahtan selfie olayıyla durumu biraz kurtarmış oldular.

Ödül konuşmalarında Jared Leto ve Lupita Nyong'o'nun konuşmaları güzeldi özellikle Lupita kazanınca oscarı herkes gibi ben de çok sevindim, çoğu ödül tahmin ediliyordu zaten ama acaba en iyi erkek oscarı bu sefer Leo'ya gider mi diye heyecan yapmadık da değil, Matthew hak ediyordu ama Leo da The Wolf of Wall Street'de inanılmaz oynamıştı, törenin en kalp çarptıran anıydı Jennifer Lawrence'in en iyi erkek oscarını açıkladığı an ama sürpriz yaşanmadı ve Mcconaughey Dallas Buyers Club'taki efsane performansıyla oscarı kazandı.

Gravity çoğu teknik dallarda olmak üzere 7 Oscar kazandı, American Hustle 10 dalda aday olduğu törende sıfır çekerek hayal kırıklığı yarattı, 12 Years a Slave en iyi film dahil 3 Oscar kazandı, Dallas Buyers Club 3, Great Gatsby ve Frozen 2 Oscar aldılar, en çok sevindiğim ödül HER'ün özgün senaryo ve Lupita'nın en iyi yardımcı kadın oscarını kazanması oldu.

Bir oscar töreni de böyle geldi, geçti, 1 sene sonra bu törenden akıllarda ne kalacak denilirse twitter'da yaklaşık 2 milyon 600 bin kişi tarafından RT edilen dünyanın en pahalı selfie'si derim, öyle ki o selfie sayesinde twitter 5 dakikalığına çöktü, öyle bir selfie'ydi, o malum selfie'yi merak edenler de yazının kapak fotoğrafına baksınlar :)

Bir oscar gecesi daha böyle bitti bakalım seneye hangi filmler ve hangi yıldızlar ön plana çıkacak 1 sene sonra görüşmek üzere.

En iyi film: 12 Years a Slave
En iyi yönetmen: Alfonso Cuaron-Gravity
En iyi erkek oyuncu: Matthew Mcconaughey-Dallas Buyers Club
En iyi kadın oyuncu: Cate Blanchett-Blue Jasmine
En iyi yardımcı erkek oyuncu: Jared Leto-Dallas Buyers Club
En iyi yardımcı kadın oyuncu: Lupita Nyong'o
En iyi özgün senaryo: HER
En iyi uyarlama senaryo: 12 Years a Slave
En iyi yabancı film: La Grande Bellezza-İtalya
En iyi animasyon: Frozen
En iyi belgesel: 20 Feet from Stardom
En iyi film şarkısı: Let it Go-Frozen
En iyi film müziği: Gravity
En iyi kurgu: Gravity
En iyi sinematografi: Gravity
En iyi ses kurgusu: Gravity
En iyi ses miksajı: Gravity
En iyi görsel efekt: Gravity
En iyi makyaj: Dallas Buyers Club
En iyi prodüksiyon: The Great Gatsby
En iyi kostüm: The Great Gatsby
En iyi kısa film: Helium
En iyi kısa belgesel: The Lady in Number 6
En iyi kısa animasyon: Mr Hublot



1 Mart 2014 Cumartesi

86.AKADEMİ ÖDÜLLERİ TAHMİNLERİM



86.oscar töreni tahminlerim:

Yarın 2 Mart 2014 bir çok sinemaseverin bir yıl boyunca en çok beklediği gün, çünkü yarın sinema sektörünün en prestijli ödülü olan Oscar ödül töreni gerçekleştirilecek, 9 film en iyi film ödülünü almak için yarışırken toplam 20 oyuncu Oscar heykelciğini kazanmak için kıyasıya bir mücadeleye girecek, 5 yönetmen en iyi yönetmen ödülü için yarışırken, toplamda 24 oscar heykelciği dağıtılacak.
Törenin öncesinde saat 1’de başlayacak kırmızı halıda Hollywood yıldızları en şık kıyafet ve mücevherleriyle gövde gösterisi yapacaklar ve daha sonrasında saat 3’te 86.oscar töreni başlayacak.
kısa film, belgesel ve animasyon dalları hariç kalan 21 dalda kim neden kazanır tahminlerimi ve yorumlarımı sizlerle paylaşayım.

Teknik ödüllerle başlayalım tahminlerimize

En iyi Sinematografi:
Gravity bu dalda ödülü rakiplerine bırakmayacak kadar ağır basıyor, Alfonso Cuaron yarın gece teknik dalların çoğunu süpürecek ve buna sinematografi dalıyla başlayacak.

En iyi kurgu:
Bu dalda yine Gravity ağır favori rakibi ise American Hustle ama ben Gravity’nin kurgu oscarını da alacağını American Hustle’a kaptırmayacağını düşünüyorum.

En iyi prodüksiyon:
Bu dalda The Great Gatsby ile American Hustle yarışacak ve ikisi de bence eşit şansa sahip ama ben akademi üyesi olsam oyumu The Great Gatsby’den yana kullanırım ki bence akademide benimle aynı fikirde olacaktır bu dalda.

En iyi kostüm:
Bu dalın ağır favorisi The Great Gatsby ve rakibi yine American Hustle, akademi bu ödülü American Hustle’a verirse kimse neden verdin demez ama açıkça söylemek gerekirse The Great Gatsby’deki kostümler çok daha ihtişamlı ve güzeldi o yüzden The Great Gatsby almalı en iyi kostüm ödülünü.

En iyi makyaj ve saç tasarımı:
Bu dalda 3 film aday: Dallas Buyers Club, Jackass ve The Lone Ranger, açıkçası sadece makyaja bakarsak kesinlikle The Lone Ranger almalı ama gişede çok başarısız olduğundan dolayı akademinin bu ödülü The Lone Ranger yerine Dallas Buyers Club’a vereceğini düşünüyorum yani bu dalda oscarı Dallas Buyers Club alır.

En iyi film müziği:
Bu dalda yine Gravity ağır favori ve onu zorlayacak tek film Her olabilir ama Her’ün bu ödülü alması büyük sürpriz olur yani Gravity bu dalda da oscarı kucaklar.

En iyi şarkı:
Bu dalda ağır favori olmasına rağmen Golden Globes’da ödülü alamamıştı Frozen animasyonundaki Let it Go şarkısı, Frozen yine ağır favori ama rakipleri de çok sağlam, mesela The Despicable Me 2’deki Happy şarkısıyla Pharrell Williams ve Mandela filmindeki Ordinary Love şarkısıyla Bono Frozen’ın en büyük rakipleri ama ben bu iki sağlam rakibe rağmen en iyi şarkı oscarını Let it Go şarkısıyla Frozen’ın alacağını düşünüyorum.

En iyi ses miksajı ve en iyi ses kurgusu:
Bu iki ödülde bu sene Gravity’ye gidecektir.

En iyi görsel efekt:
Sanırım bu seneki oscarın en garanti dalı bu dal diyebiliriz, Gravity o inanılmaz görsel efektleriyle bu ödülü kimseye kaptırmaz.

En iyi animasyon:
Akademi geçen sene bu dalda büyük bir haksızlık yaparak Wreck-it Ralph’in hakkını yiyerek Brave’e vermişti oscarı bu sene Wreck-it Ralph’in yapımcısı Disney çok daha güçlü bir animasyon yaptı ve resmen sıkıysa bu sene de vermeyin oscarı dedi, Frozen bu sene bu dalda oscarı çok rahat alır.

En iyi belgesel:
En büyük çekişme bence bu dalda gerçekleşecek çünkü birbirinden iyi 3 belgesel var ama sadece bir tanesi kazanacak oscarı. Mısır devrimini anlatan Al Midan, izlediğiniz zaman kanınızı donduracak gerçeklikte bir belgesel olan The Act of Killing ve 20 Feet from Stardom, bu üç belgeselden biri kazanacak, benim favorim Tahrir’i anlatan Al Midan ama dediğim gibi diğer iki belgesel de çok iyi yapımlar ve o yüzden en iyi belgesel dalı bu senenin tahmini en zor dalı.

En iyi yabancı film:
En iyi belgesel dalı kadar tahmini zor diğer bir dal da en iyi yabancı film dalı, 3 tane harika film bu sene en iyi yabancı film oscarı için yarışacak öncelikle geçen sene Cannes’da gösterilen ve Mads Mikkelsen’e en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandıran Danimarka yapımı Jagten gerçekten çok iyi bir film olarak oscarı hak ediyor, İtalyan yönetmen Sorrentino’nun son harikası La Grande Bellezza’da Fellini’ye saygı duruşunda bulunarak ve Roma’yı bir şiir gibi anlatarak yine oscarı hak ediyor, Belçika yapımı olan The Broken Circle Breakdown ise gerek müzikleri gerek çarpıcı hikayesiyle yabancı film oscarını hak ediyor hak ediyor. Bu 3 filmden hangisi alırsa alsın diğerlerine haksızlık olacak maalesef, Golden Globe, Bafta ve Avrupa film ödüllerini kazanan La Grande Bellezza favori olsa da akademi yabancı film oscarında süprizi sever, benim gönlümden geçen The Broken Circle Breakdown’un kazanması, umarım öyle olur ve Belçika yapımı, insanı izlerken dağıtan bu harika film oscarı kazanır.

En iyi uyarlama senaryo:
Bu dalın en büyük favorisi 12 Years a Slave filmi ama ben olsam Before Midnight’a verirdim bu dalda oscarı ama maalesef 12 Years a Slave kazanacaktır.

En iyi özgün senaryo:
Bu dalın en büyük favorisi kuşkusuz harika senaryosuyla Her filmi, bu sene bu dalda yarışan filmlerden Her dışında Blue Jasmine ve Nebraska da harika senaryolara sahip filmler, American Hustle kazanırsa gerçekten akademi büyük eyyam yapmış olur çünkü Her bu ödülü kazanması gereken tek film.

En iyi yönetmen:
Akademi tarihinde genelde yönetmen ödülünü kazanan filmler en iyi filmi de alırlar ama bu sene öyle olmayacak ve en iyi yönetmen ödülünü kazanan film en iyi film ödülünü alamayacak, teknik dallarda Oscarların çoğunu süpürecek olan Gravity’nin yönetmeni Alfonso Cuaron bu sene en iyi yönetmen ödülünü kazanacaktır, Avatar’dan sonra yapılmış en iyi 3D film olan ve adeta bir görsel şölen olan Gravity’yi tam 5 senede çeken Cuaron bu senelik emeğinin karşılığını en iyi yönetmen oscarını kazanarak alacaktır, olmaz ama hani akademi bir sürpriz yaparsa eğer o sürpriz de 12 Years a Slave filmiyle Steve Mcqueen olur.

En iyi yardımcı kadın oyuncu:
Bu dalda bu sene  2 favori var biri American Hustle filmindeki nevrotik ve salak rolüyle Jennifer Lawrence diğeri 12 Years a Slave filmindeki köle rolüyle Lupita Nyong’O, Jennifer Lawrence geçen sene Silver Linigs Playbook filmiyle en iyi kadın oscarını kazanmıştı ve eğer yarın gece de kazanırsa üst üste 2 sene Oscar kazanan ender oyunculardan biri olacak ve tarihe geçecek ama bence bu sene bu dalda Oscar Lupita’nın hakkı, Jennifer Lawrence Globe ve Bafta’yı, Lupita Sag ve Critics Choice’i kazandı yani şu an skor 2-2 bakalım bu eşitliği hangisi bozacak ve büyük ödülü kucaklayacak, benim gönlüm Jennifer Lawrence’i ne kadar sevsem de Lupita Nyong’O’dan yana, umarım o kazanır.

En iyi yardımcı erkek oyuncu:
Bu dalın bu sene tek favorisi kesinlikle Dallas Buyers Club’daki efsane trans rolüyle Jared Leto, uzun süre ara verdiği sinemaya harika bir dönüş yapan Leto, döner dönmez oscarı kucaklayacak gibi gözüküyor, Leto’nun kazanma ihtimali dışında başka bir ihtimal düşünemiyorum bile ama akademi bu diyip eğer Leto kazanamazsa Captain Phillips filminde azılı bir korsanı canlandıran Barkhad Abdi alır diyorum ama dediğim gibi bu ödül kesinlikle Leto’nun hakkı.

En iyi kadın oyuncu:
Bu dal oyunculuk dalları arasında tartışmaya kapalı tek dal diyebilirim, Blue jasmine filmindeki efsane rolüyle Cate Blanchett The Aviator’de kazandığı en iyi yardımcı kadın oscarından sonra bu sefer en iyi kadın oscarını kazanarak koleksiyonu tamamlayacaktır.

En iyi erkek oyuncu:
Sezonun başlangıcında bu dalın favorisi 12 Years a Slave filmiyle Chiwetel Ejiofor’du daha sonra Dallas Buyers Club vizyona girdi ve Matthew Mcconbaguhey aynı aynı filmdeki arkadaşı Jared Leto gibi efsaneleşti ve bu dalın favorisi konumuna geçti daha sonra The Wolf of Wall Street vizyona girdi ve bu sefer Leonardo Dicaprio yarışa büyük bir ivmeyle ortak oldu yani bu sene bu 3 oyuncudan biri en iyi erkek oyuncu oscarını kazanabilir ama eğer akademinin hakkaniyeti varsa kesinlikle Dallas Buyers Club 2 oyuncu oscarıyla evine döner yarın gece, yani Matthew Mcconaughey bu sene en iyi erkek oyuncu oscarını kazanmalı ama eğer bir sürpriz olursa o da Leonardo Dicaprio olur, yıllardır aday olup bu ödülü bir türlü kazanamayan Dicaprio bakalım o büyük süprizi gerçekleştirip ödülü Mcconaughey’in elinden kapabilecek mi? Çok zor ama izleyip göreceğiz yarın.

En iyi film oscarı:

En iyi film oscarında tek favori var o da 12 Years a Slave, kölelik hakkında çok çarpıcı bir film olan 12 Years a Slave bu sene en iyi film oscarını kazanacaktır ama ben akademi jürisi olsam kesinlikle 12 Years a Slave’e vermem oscarı, ona gelene kadar öncelikle The Wolf of Wall Street ve Her filmleri oscarı kazanmalı ama Oscar konjonktürü gereği maalesef en iyi film oscarını kazanacak filmler değiller o yüzden bu sene bu ödül kölelik vurgusuyla 12 Years a Slave’e gidecektir.