21 Aralık 2012 Cuma

2012'NİN EN İYİ 10 FİLMİ

Her sene Aralık ayında sinema yazarları senenin en iyi on filmini seçer, 2012 sinema açısından gayet güzel bir sene oldu, ben doydum diyebilirim, bu sene Oscar yarışı da çok çetrefilli geçecek, genelde bu aylarda bir film ya da 2 film öne çıkardı aslında ama bu sene 5 film var hangisi kazanır belli değil, bu bile senenin nasıl kaliteli filmler verdiğinin göstergesi aslında.


Geçen hafta AFI 2012’nin en iyi 10 filmini açıklamıştı ve bende burada o filmleri yorumlamıştım, şimdi sıra bende, 10 film arasında sıralama yapmadan yazacağım, ilk yazdığım en iyi diye bir şey yok yani.

LINCOLN:


Söz konusu Spielberg ise zaten o film sinemaya 1-0 önde başlar, bu senede harika bir film çekti ve bu dönem filmiyle Oscar yarışının da bir numaralı favorisi şu an, filmin bu kadar iyi olmasında en az Spielberg kadar 3.oscarını alacak olan Daniel Day Lewis’in de emeği var tabi ki, senenin en iyi 10 filmine herkesin listesinde rahatlıkla girecektir Lincoln.

ARGO:

90’larda Ben Affleck dendiğinde Jennifer Lopez’in tabir-i caizse süs köpeği gibi peşinde dolaşan ve oynadığı kötü filmlerle tanınan bir adam gelirdi akla ama o adam birden film çekmeye karar verdi ve 2007’de çektiği Gone Baby Gone filmiyle yönetmenlik koltuğuna oturdu, ilk film olarak hiç de fena bir film olmamıştı ve gayet olumlu eleştiriler aldı Affleck, daha sonra 2010’da çektiği soygun filmi olan The Town’da çıtayı biraz daha yükseltti ve artık herkes acaba 3.filmde neler yapacak demeye başladı Affleck için, ve Affleck 3.filmde o iki filmin başarısının tesadüf olmadığını kanıtlarcasına harika bir film çekti, film o kadar iyiydi ki Oscar’da en iyi yönetmen kategorisinin en ciddi adayı şu an Affleck, Argo siyasi gerilim filmlerinin en başarılı örneklerinden biri olarak tarihe çoktan adını yazdırdı, ben de Affleck’in 4.filmini şimdiden heyecanla beklemeye başladım.

LES MISERABLES:

Victor Hugo’nun Sefiller adlı eseri 1935-1952-1978-1982-1995-1998 ve en son 2000 senesinde olmak üzere beyaz perdeye aktarılmıştır, ama sanırım Tom Hooper bu uyarlamaların hiçbirini beğenememiş olacak ki 2012’de tekrar çekmeye karar verdi bu eseri, ve iyi ki de çekti, bu zamana kadar ki en iyi uyarlama olduğunu söyleyebilirim, Anne Hathaway’de Fantine rolüyle bu sene en iyi yardımcı kadın Oscar’ını kazanacaktır. Müzikal sevmeyen Türk insanının bile seveceği bir film olmuş, senenin en iyi 10 filmine bir müzikal girmesine ayrıca sevindim ben.

SILVER LININGS PLAYBOOK:

Bu senenin en sürpriz filmlerinden biri oldu bu film, her sene bağımsız film kategorisinden bir film girer zaten listelere bu senenin bağımsız filmi de bu oldu, Jennifer Lawrence’i sinema sektörüne kazandıran film de diyebiliriz, siz şimdi onu tanımayan mı var diyebilirsiniz ama ben oyunculuk anlamında diyorum, çok iyi bir oyunculuk sergilemiş Lawrence ve sadece güzel olmadığını gayet yetenekli bir oyuncu olduğunu da göstermiş oldu bize bu filmle, öyle ki Oscar’da en iyi kadın oyuncu dalında favorilerden biri şu anda, kazanmasını tabi ki isterim ama işi rakipleri de gayet çetin ceviz, bakalım Lawrence bu performansıyla Oscar’ı alabilecek mi?



ZERO DARK THIRTY:

1 Mayıs 2011’de Usame Bin Ladin öldürülünce Hollywood hemen bunu sinemaya dönüştürmek ister, senaryolar yazılır ve sıra uygun yönetmeni bulmaya gelir, bu film için kapısı çalınan ilk yönetmen tabi ki Kathyrn Bigelow değildir ama The Hurt Locker gibi bir filme Oscar aldırmış ve Oscar tarihinin ilk Oscar kazanan kadın yönetmeni olduğunu da düşününce bu filmi Bigelow’a teslim etmekte tereddüt etmemiştir yapımcılar, kısa sürede çekilen filmin bu kadar başarılı olacağı hiç beklenmese de Bigelow Oscar’ı boşuna kazanmadığını kanıtlamıştır bu filmde, bu senenin en iyi filmlerinden biri mi tartışılır ama ilk 10’a girmesi gerektiğini düşünüyorum.



DJANGO UNCHAINED:

Hep derim Tarantino’nun film çekmediği sene sinema adına kayıp bir senedir diye, bu sene sinema adına güzel bir seneyse Tarantino’nun filminin payı da büyüktür, usta öyle bir yönetmen ki, onun çektiği filmin o senenin en iyi 10 filmine girmeme ihtimali yok, bu filminde western diyarlarına uğrayan Tarantino başta Leonardo Dicaprio olmak üzere bir çok kaliteli oyuncuyla harika bir film ortaya çıkarıyor, en az bundan bir önceki filmi Inglarious Basterds kadar eğlenceli ve güzel bir film olmuş hatta bence daha iyi olmuş

THE AVANGERS:

Iron Man, Captain America, Hulk, Thor bir araya gelecek üstelik bunlara bir de Black Widow rolünde Scarlett Johansson eşlik edecek de o film güzel olmayacak, tabi ki böyle bir ihtimal yok, bu senenin en fantastik filmi olan The Avengers 143 dakika boyunca inanılmaz bir sinema keyfi veriyor izleyenlere, gerek gişe gerek de eleştirmenler olarak film o kadar sevildi ki ikincisinin çekilmesine kadar verildi, 2012’nin en iyi filmler listesine girmeyi bırakın senenin en iyi 3 filminden biridir ayrıca bu film, hala izlemeyen varsa dvd’sini alsın ve izlesin derim.

THE DARK KNIGHT RISES:

Batman efsanesini daha önce bir çok kez beyazperdede izledik Tim Burton ve Joel Schumacher’in çektiği Batman’ler güzeldi ama sinemanın dahi çocuğu Christopher Nolan çıktı ve Batman efsanesini gerçek bir efsaneye dönüştürdü, ilk film Batman Begins çok iyiydi, ikinci film Dark Knight ise muhteşem kelimesinin bile yetersiz kalacağı kadar güzel bir filmdi, Nolan daha ilk filmi çekmeden üçleme yapacağını açıklamıştı dolayısıyla son filmi bekler olmuştu herkes, Dark Knight’tan sonra devam filmi çekmek de her yönetmenin altından kalkacağı bir iş değildi açıkçası ama Nolan bunun altından da kalkmasını bildi, tabi ki bir Dark Knight olmadı ama Dark Knight Rises da çok iyi bir film oldu, Nolan bundan sonra Batman serisi çekmeyeceği için üzülsek de Inception gibi bir filmi hatırlayıp Nolan’ın bize daha nice efsane filmler izlettireceğinden hiç kuşkum olmadığını söyleyebilirim, Dark Knight Rises 2012’nin en klas filmlerindendi ve en iyi 10’a girmeyi hak etti.

AMOUR:

Haneke sineması denilince önce derin bir nefes alırım sonra konuşmaya başlarım, Haneke’yle ilk tanışmam 2005’de en iyi yabancı Oscar’ına aday olan filmi Cache ile oldu, beni gerim gerim geren bir film olmuştu, filme bayılınca hemen diğer filmlerini de izledim Haneke’nin, The Piano Teacher, Benny’s Video, The Seveth Continent, Funny Games ve en son Das Weisse Band, hepsi birbirinden enfes filmlerdi, bu filmlerin hepsini izlemeli bir sinemasever, bu saydığım filmlerin hepsi harika filmler ama Haneke, son filmi Amour’da sanırım altın vuruşunu yapıyor, filmde Haneke kadar iki usta oyuncu Emmanuelle Riva ve Jean Louis Trintignant’ın da katkısı büyük ama onları böyle oynatan da Haneke tabi ki, film Cannes’da altın palmiyeyi kazandı, Los Angeles film eleştirmenlerinin en iyi film ödülünü aldı, ve büyük ihtimalle en iyi yabancı Oscar’ını da kazanacak, Haneke 2012’nin en iyi filmlerinden birine imza atarak ne kadar büyük bir yönetmen olduğunu bir kez daha kanıtladı.


THE INTOUCHABLES:

Bu senenin en sürpriz filmi oldu bu harika film, Fransız sineması sevdiğim bir sinemadır ve her sene çok güzel filmler çıkarır, fakat bu sene öyle bir film yaptı ki Fransız sineması o film senenin en iyi 10 filmine girmekle beraber herkes tarafından çok sevildi, ben 2 kere izledim ve bir kere daha izleyeceğim 2013’ün başında, insanın hayata tutunmasını sağlayan, hayatın ne kadar özel ve güzel bir şey olduğunu harika bir şekilde gösteren bu film senenin en özel filmidir kanımca, eğer izlemeyeniniz kaldıysa mutlaka izlesin diyorum, izler izlemez en yakın arkadaşınızı ya da anne, babanızı arayıp bu filmi tavsiye edeceksiniz.

Not: bir komedi filmi olarak tabi ki senenin en iyi 10 filmine girmesi beklenemez ama bu sene beni en çok güldüren film olduğu için onu da yazmak istedim, Eğer izlediyseniz 2012’nin en sağlam komedisi dendiğinde hemen TED cevabını yapıştıracaksınız, bundan hiç şüphem yok, Ted gerçekten harika bir film olmuş, dediğim gibi en iyi olmasa da 2012’nin en komik filmi olarak onu da yazmak istedim, izleyin ve kahkahalar atarak gülün derim.

14 Aralık 2012 Cuma

Eleştirmen Ödülleri

2 gün önce Golden Globea adaylıkları açıklanmış ben de burda kimlerin ne kazanacağına dair yorumlarımı içeren yazımı yazmıştım, Golden Globes'dan önce Eleştirmenler de ödüllerini yavaş yavaş vermeye başladılar, Amerika'nın çeşitli eyaletlerindeki eleştirmenler ödülleri dağıttı, bunlardan Oscar yarışında sözü geçenlerin hangi film ve oyunculara ödül verdiklerini kısaca yazmak istedim.

İlk ödül dağıtan eleştirmenler, Boston Eleştirmenleri oldu.

Boston Eleştirmenlerinin ödülleri şöyle dağıtıldı;

En iyi film: Zero Dark Thirty

En iyi yönetmen: Kathryn Bigelow- Zero Dark Thirty

En iyi erkek oyuncu: Daniel Day Lewis-Lincoln

En iyi kadın oyuncu: Emanuella Riva-Amour

En iyi yardımcı erkek: Ezra Miller-The Perks of being a Wallflower

En iyi yardımcı kadın: Sally Field-Lincoln

En iyi animasyon: Frankenweenie

En iyi yabancı film: Amour

New York Online Film eleştirmenlerinin ödülleri;

En iyi film: Zero Dark Thirty

En iyi Yönetmen: Kathryn Bigelow- Zero Dark Thirty

En iyi erkek oyuncu: Daniel Day Lewis-Lincoln

En iyi kadın oyuncu: Emmanuella Riva-Amour

En iyi yardımcı erkek: Tommy Lee Jones-Lincoln

En iyi yardımcı kadın: Anne Hayhaway-Les Miserables

En iyi animasyon: Chico&Rita

En iyi yabancı film: Amour

Los Angeles Film eleştirmenleri ödülleri;

En iyi film: Amour

En iyi Yönetmen: Paul Thomas Anderson- The Master

En iyi erkek oyuncu: Joaquin Phoenix- The Master

En iyi kadın oyuncu: Jennifer Lawrence- Silver Linings Playbook

En iyi yardımcı erkek: Dwight Henry- Beasts of the Southern Wild

En iyi yardımcı kadın: Amy Adams- The Master

En iyi animasyon: Frankenweenie

En iyi yabancı film: Holy Motors

Washington Film eleştirmenleri ödülleri;

En iyi film: Zero Dark Thirty

En iyi yönetmen: Kathryn Bigelow- Zero Dark Thirty

En iyi erkek oyuncu: Daniel Day Lewis- Lincoln

En iyi kadın oyuncu: Jessica Chastin- Zero Dark Thrity

En iyi yardımcı erkek: Philip Seynour Hoffman-The Master

En iyi yardımcı kadın: Anne Hathaway-Les Miserables

En iyi animasyon: Paranorman

En iyi yabancı film: Amour

San Diego Film eleştirmenleri ödülleri;

En iyi film: Argo

En iyi Yönetmen: Ben Affleck-Argo

En iyi erkek oyuncu: Daniel Day Lewis-Lincoln

En iyi kadın oyuncu: Michelle Williams- Take This Waltz

En iyi yardımcı erkek: Christopher Waltz-Django Unchained

En iyi yardımcı kadın: Emma Waton- The Perks of being a Wallflower

En iyi animasyon: Paranorman

En iyi yabancı film: The Kid with a Bike

Las Vegas Film eleştirmenleri Ödülleri;

En iyi film: Life of Pi

En iyi yönetmen: Ang Lee-Life of Pi

En iyi erkek oyuncu: Daniel Day Lewis-Lincoln

En iyi kadın oyuncu: Jennifer Lawrence-Silver Linings Playbook

En iyi yardımcı erkek: Tommy Lee Jones-Lincoln

En iyi yardımcı kadın: Anne Hathaway-Les Miserables

En iyi animasyon: Paranorman

En iyi yabancı film: Amour

Detroit Film eleştirmenleri Ödülleri:

En iyi film: Silver Linings Playbook

En iyi Yönetmen: David O. Russell- Silver Linings Playbook

En iyi erkek oyuncu: Daniel Day Lewis- Lincoln

En iyi kadın oyuncu: Jennifer Lawrence-Silver Linings Playbook

En iyi yardımcı erkek: Robert De Niro-Silver Linings Playbook

En iyi yardımcı kadın: Anne Hathaway-Les Miserables

Gördüğünüz gibi şu ana kadar açıklanan 7 Eleştirmen ödüllerinde en iyi filmde: Zero Dark Thirty, en iyi erkek oyuncuda: Daniel Day Lewis ve en iyi yabancı filmde Amour'un ezici üstünlüğü var ama tabiki daha yolun başındayız, Oscar'a kadar daha çok su akar bu yollardan.

AFI YILIN EN İYİ 10 FİLMİNİ SEÇTİ



Her sene olduğu gibi bu sene de AFI(AMERICAN FILM INSTITUTE) senenin en iyi filmlerini açıkladı, büyük çoğunluğuna katılmakla birlikte bence senenin en iyi 10 filmine mutlaka girmesi gereken 2 filmi atladığı için teessüflerimi de bildirmek istiyorum burdan AFI'YE.

Ben de senenin en iyi 10 filmi listemi 2-3 güne yazacağım ama bakalım AFI hangi filmleri senenin en iyi 10 filmi yapmış.

ARGO: Kesinlikle senenin en iyilerinden olan Argo'yu listeye almakla doğru bir karar vermiş AFI, Ben Affleck'in oyunculuk kariyerinden yönetmenliğe sıçramasını ilk başta garipsemiş hatta dalga geçmiştim ama çektiği 3 filmin de sağlam filmler olması özellikle son filmi Argo'nun efsaneler arasına girmesiyle Affleck beni resmen mahçup etti, Argo bu senenin en iyilerinden, kesinlikle izleyin.

THE DARK KNIGHT RISES:2012'nin en çok beklenen filmi oldu Batman'in bu filmi, çünkü Nolan'ın Batman üçlemesinin sonuncusuydu artık bu film ve Nolan özellikle Dark Knight'da çıtayı öyle bir yükseltmişti ki, herkes son filmi merakla bekler olmuştu, senenin en iyi 10 filminde elbette olmalıydı, her ne kadar bi Dark Knight tadı vermesede Nolan seriyi bence harika kapadı.

DJANGO UNCHAINED: Eğer Tarantino film çekiyorsa, o senenin en iyi 10 filmi listesine o filmin girmeme ihtimali yoktur, bu senede öyle oldu, Tarantino'nun western'i Django senenin en iyi 10 filminden biri, Caprio, Waltz, Foxx ve Jackson'lu kadro harika bir film çıkarmışlar ortaya.

LIFE OF PI: İlk 10'a girer mi diye sorarsanız açıkçası listesine alana saygı duyarım ama çok daha iyi filmler olduğunuda belirterek, ben en iyi 10 film listeme sokmazdım, Ang Lee'nin yeni şaheseri olan bu film, izleyenleri gerçekten şaşırtıyor, çok da güzel ama en iyi 10 için bence yetersiz.

LINCOLN: Az önce Tarantino için söylediklerimi şimdi de Spielberg için söylesem sanırım itiraz eden çıkmaz, Spielberg'de eğer o sene film çektiyse kesinlikle en iyi 10 film listesine bir şekilde girer, bazen haketmeden girdi deriz ama bu sene gayet hakederek giriyor, Lincoln enfes bir dönem filmi olmuş, tabi filmin enfes olmasında Lincoln'u canlandıran Daniel Day Lewis'in de payı büyük, zaten bi aksilik olmazsa üçüncü oscarını da alacak bu rolle.

LES MISERABLES: Victor Hugo'nun Sefillerini bilmeyen yoktur ve belki 10-15 kere de beyaz perdeye uyarlanmıştır ama Tom Hooper bir başka çekmiş filmi, açık ara en iyi Sefiller uyarlaması olmuş, Hugh Jackman, Russell Crowe, Anne Hathaway, Amanda Seyfried gibi oyuncularla zaten kötü bir film olma olasılığı azdı, bu zamana kadar hiç Sefiller uyarlaması izlemediyseniz çok şanslısınız en iyisini izleyeceksiniz.

MOONRISE KINGDOM: Wes Anderson filmlerinin sağlam bir kitlesi vardır, ben alışamadım bir türlü Anderson'a kendimi çok zorlamama rağmen ve filmlerine saygı duysamda sevmem açıkçası ama bu seneki filmini ben bile sevdim, ben bile en iyi 10 film listeme soktum desem sanırım herşeyi açıklamış olurum, Moonrise Kingdom gerçekten çok farklı bir film olmuş, ilk izlediğinizde şaşırabilirsiniz eğer Anderson sinemasına aşina değilseniz ama ikinci izleyişinizde büyük keyif alacağınızın garantisini ben size burdan verebilirim.

SILVER LININGS PLAYBOOK: Yönetmen süper, kadro süper, hikaye süper, e daha ne olsun başka, film de süper tabi ki, senenin en iyi 10 filmine girmesine itiraz etmem açıkçacı ama kesinlikle herkesin en iyi 10 filminde olacak bir filmde değil, ama ben de sırf Jennifer Lawrence'in harika performansı için en iyi 10 filmime sokabilirim(belkide oscar kazanacak).

ZERO DARK THIRTY: Kathryn Bigelow denince akla hemen The Hurt Locker filmiyle hem de Avatar efsanesinin olduğu sene hem en iyi film hem de en iyi yönetmen oscarını alması gelir, hal böyle olunca yapımcılar Usame Bin Laden'in öldükten hemen sonra filmini çekmek için Bigelow'un kapısını çaldılar, Bigelow da bu türde ne kadar usta olduğunu kısa sürere harika bir film çekerek gösterdi, şu an için Oscar'ın da en büyük favorisi olarak gösterilen film senenin en iyi 10 filmine kesinlikle girmeliydi, girmemesi çok komik olurdu.

BEASTS OF THE SOUTHERN WILD: Bu senenin en overrated filmi de maalesef bu film, ne buldu Amerika'lılar bu filmde anlamak mümkün değil, bu film gibi yüzlerce film bulabilirim ama nedense bu sene böyle bir kült yaratmaya çalıştılar, değil en iyi 10, en iyi 20'ye bile sokmam ben bu filmi, AFI'YE saygı duysam da maalesef bu film tartışmasız girmemeliydi listeye.

13 Aralık 2012 Perşembe

GOLDEN GLOBES 2012



Sonunda geldik yine bir ödül mevisimine golden globes’lar bugün açıklandı, oscar’ın habercisi deseler de değil, globes’lar çok farklı bir ödül töreni ama yine de oscar’dan sonra en çok önem verilen ödül töreni olduğu aşikar.


Önce adayları yazalım ve sonra kim kazanır yorumlayalım.

En iyi film(drama):

Argo : Bu senenin en iyilerinden, hiç düşmeyen gerilimi ve o gerilimi size yaşatmasıyla bile harika bir film olduğunu gösteriyor, bu ödül için favorilerden biri ama en büyük favori değil, alırsa sevinirim.

Django Unchained: Tarantino yine yapmış yapacağını, harika bir western çekmiş ama diğer adaylar arasında şansı yok denecek kadar az.

Life of Pi: Ang Lee zaten çok büyük bir sinemacı ve bu filmi de bu senenin farklı yapımlarından biri, adaylığı hak ediyor ama kazanması büyük sürpriz olur.

Lincoln: Bu dalın en büyük favorilerinden biri, Spielberg çok iyi bir dönem filmi çekmiş, kazanma şansı çok yüksek ama rakipleri de çok sağlam.

Zero Dark Thirty: Ladin’in ölümüyle çekimlerine hemen başlandı ve kısa sürede çok iyi bir film yapıldı, bu dalın en büyük favorisi ama rakipleri Argo ve Lincoln’ü göz ardı etmememek lazım.

En iyi film(komedi/müzikal):

The Best Exotic Marigold Hotel: Bu dalın en zayıf halkası, Hollywood’un yaşlı emektarlarını buluşturan eğlencelik bir film, fazlası olmaz.

Les Miserables: Bu tiyatro uyarlaması çok defa sinemaya aktarıldı ama bu sefer bir başka, hem sağlam kadrosu hem de iyi bir yönetmenle en iyi uyarlama oldu şimdiden, bu dalın en büyük 2 favorisinden biri.

Moonrise Kingdom: Wes Anderson’un tarzını açıkçası fazla sevmem ama bu film bir başka, ben bile bayıldıysam eğer gerçekten iyi bir film yapmış demektir Anderson, bu dalda şansı maalesef fazla değil ama açıkçası isterim sürpriz yapmasını.

Salmon Fishing in the Yemen: bu film izlemediğim tek film, hatta ne yalan atayım ödüller açıklandığında duydum ismini, o yüzden yorum yapamayacağım.

Silver Linings Playbook: Bu dalın diğer bir favorisi, oyuncular çok iyi, film gayet keyifli, Les Miserables’e göre bir adım önde.

En iyi Aktör(drama):

Daniel Day Lewis-Lincoln: Lincoln mezarından çıkıp gelse, yok artık derdi, işte öyle oynamış Lewis filmde, bu dalın tartışmasız favorisi.

Richard Gere-Arbitrage: Gere’i uzun zamandır görmüyorduk ödül adaylıklarında, çok iyi oynamış ama maalesef Lewis varken sadece alkışlamaya gelecektir.

John Hawkes-The Sessions: bütün eleştirmenler ısrarla adaylıklar veriyor Hawkes’e ama ben beğenmedim açıkçası.

Joaquin Phoenix-The Master: Eğer Lincoln bu sene çekilmeseydi, Phoenix kasıp kavuracaktı bu filmdeki performansıyla ortalığı ama o da Lewiszede olarak kalacak ama yine de bu dalda sürpriz yaparsa Phoenix yapar.

Denzel Washington-Flight: Usta oyuncu yine kalitesini ortaya koymuş ve bir alkoliği çok iyi canlandırmış, adaylık hakkı ama daha fazlası değil.



En iyi aktris(drama):

Jessica Chastain- Zero Dark Thirty: Chastain yıldızı yükselen aktrislerden biri, 2011’deki çıkışını sürdürüyor, bu dalda da sürpriz yapabilir, şaşırmam.

Marion Cotillard-Rust&Bone: Cotillard bu dramı çok iyi oynamış, seyirciyi derinden sarsan bir drama oynamak her oyuncunun harcı değil ama Cotillard bunu başarmış, ödül onun hakkı.

Helen Mirren-Hitchcock: Yılların eskitemediği oyuncu Mirren usta yönetmen Hitchcock’un karısını oynadı filmde, çok da iyiydi oyunculuğu ve adaylık getirdi ama daha fazlası zor.

Naomi Watts-The Impossible: Watts’da sevdiğim oyunculardandır ve o da uzun zamandır ortalıkta yoktu, bu filmde gayet iyi ama kazanma şansı yok denecek kadar az.

Rachel Weisz-The Deep Blue Sea: Çok iyi bir film olmasada Weisz’ın oyunculuğu filmi yükseltiyor, hatta Weisz olmasa o film izlenmez diyebilirim, kesinlikle hak edilen bir adaylık, sürpriz yapma şansı maalesef yok.

En iyi aktör(komedi/müzikal):

Jack Black-Bernie: Black her zamanki gibi usta olduğu dalda yine kırıp geçiriyor performansıyla ama bu dalda ağır abiler varken onun şansı maalesef yok.

Bradley Cooper-Silver Linings Playbook: Cooper hep yakışıklı oyuncu diye anıldı Hollywood’da ama bu sefer yetenekli oyuncu olarak değiştirdi kendisine yaklaşımı, çok iyi bir performans ve globe’a çok yakın cooper.

Hugh Jackman-Les Miserables: Bu dalın en büyük favorisi, onu zorlayacak tek kişi Cooper.
.
Ewan Mcgregor-Salmon Fishing in the Yemen: Filmi izledikten sonra yorumumu yapacağım ama Mcgregor’u severim.

Bill Murray-Hyde Park on Hudson: Murray bildiğimiz murray, usta oyuncu hep formda, adaylık hakkı ama kazanır mı? Çok zor.

En iyi aktris(komedi/müzikal):

Emily Blunt-Salmon Fishing in the Yemen: Filmi izledikten sonra yorum yapacağım.

Judi Dench-The Best Exotic Marigold Hotel: Dench yaşlanmasına rağmen hala eski enerjik Dench, filme enerjisini de katmış, gayet keyifli bir film olmuş, ama kazanma şansı maalesef yok.

Jennifer Lawrence-Silver Linings Playbook: Bu dalın tek favorisi, alacaktır.

Maggie Smith-Quartet: Smith’de Dench gibi eski toprak, 2 oscarı var zaten ama bu sefer globe alma şansı yok.

Meryl Streep-Hope Springs: Streep filmde kocasının ilgi göstermediği kadın rolünü harika canlandırıyor ama artık o da bıkmıştır ödül almaktan, evde yerde kalmamıştır zaten.

En iyi yardımcı aktör:

Alan Arkin-Argo: Arkin Argo’da az ama öz rol alıyor, adaylık için yeterli ama kazanmak için yetersiz kalıyor.

Leonardo Dicaprio-Django Unchained: Caprio bi türlü alamadı oscarı, o artık Oscar için film çeviriyor, globe onu kesmez, zaten kazanma şansı da yok bu sene.

Philip Seymour Hoffman-The Master: Oyuncu nasıl olurun sözlükteki tanımı Hoffman’dır bence, her rolü bu kadar iyi oynayan oyuncu bu zamanda çok zor bulunuyor, bu dalın favorilerinden.

Tommy Lee Jones-Lincoln: Bu dalın diğer bir favorisi de Jones, alma ihtimali Hoffman’a göre biraz daha fazla.

Christopher Waltz-Django Unchained: Caprio’dan sonra Waltz’da aday oldu Tarantino’nun enfes filmiyle ama o da sadece adaylıkla yetineceklerden olacak.

En iyi yardımcı aktris:

Amy Adams-The Master: Adams’ı severim, iyi oyuncudur bu ödülü kazanması da şaşırtmaz beni ama rakipleri maalesef çok güçlü.

Sally Field-Lincoln: Field’ın iki oscarı var ve uzun zamandır ortalıklarda gözükmüyordu, onun oyunculuğunu izlemek büyük keyif, favorilerden biri o, keşke kazansa.

Anne Hathaway-Les Miserables: Bu dalın en büyük favorisi, kazanacaktır da.

Helen Hunt-The Sessions: Hawkes gibi Hunt’da sırf adaylık dolsun diye listeye eklenmiş, gidip Hathaway’i alkışlasın orda.

Nicole Kidman-The Paperboy: Açıkçası şaşırdım kidman’a çıkan adaylığı, sanırım kontenjanı doldursun diye aday yaptılar, adayların en zayıfı.

En iyi yönetmen:

Ben Affleck-Argo: Affleck kendini en çok geliştiren kişi ödülünü çoktan aldı, bir zamanların Bennifer’ı inanılmaz filmlere imza attı yönetmenlik koltuğuna oturduktan sonra, son filminde ise artık usta yönetmenlerin yanına doğru yol alma zamanı geldiğini gösterdi, kesinlikle o almalı.

Kathryn Bigelow-Zero Dark Thirty: Kısa sürede böyle sağlam film çekmek her babayiğidin harcı değil, ama Bigelow bunun da üstesinden geldi, favorilerden birisi de o, ama almasın, Affleck almalı.

Ang Lee-Life of Pi: Sıradışı filmlerin ismi Lee yine sıradışı bir filme imza attı, film çok keyifli, ama Lee bu filmle bu ödülü maalesef kazanamaz.

Steven Spielberg-Lincoln: Usta yönetmen çok iyi bir dönem filmine imza attı, kazanma şansı çok yüksek ama dediğim gibi Affleck’in almasını istiyorum ben, Spielberg zaten almış alacağı kadar.

Quentin Tarantino-Django Unchained: En sevdiğim yönetmenlerden biri, canı ne istiyorsa onu çekiyor, kazanma şansı düşük ama sürprizi sever Tarantino.

En iyi animasyon:

Brave: Pixar bu sene maalesef eski performansında değil, Brave iyi olsa da bi Up ya da Wall-e değil, kazanma şansı var ama daha iyileri var.

Frankenweenie: Bu senenin en iyisi kazanmalı.

Hotel Transylvania: Eğlenceli ama o kadar, ödül alacak kapasitede değil.

Rise of the Guardians: İzlemedim.

Wreck-it Ralph: En büyük favori sanırım o kazanacak.

En iyi yabancı film:

Amour-İsviçre: Senenin en iyilerinden biri, Haneke ustalığını göstermiş yine, oyunculuklar da fevkalade, kesinlikle kazanmalı ve kazanacaktırda.

Kon-tiki-Norveç: İzlemediğim.

Intouchables-Fransa: Bu senenin en iyi filmlerinden bir diğeri yine bu kategoride, insana umut yükleyen, yaşama sevinci katan harika film, keşke Amour’la beraber kazansa.

The Royal Affairs-Danimarka: Bol entrika dolu bir kraliyet filmi, sağlam bir film ama diğer iki başyapıt karşısında şansı yok.

Rust&Bone-Belçika: Cotillard’ın harika oyunculuğuyla beraber güzel bir film oluyor, izlemekte fayda vari güzel dram.


30 Eylül 2012 Pazar

3+1: DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY BEŞİKTAŞIN KUPA KAZANMASIDIR


Geçen sezonu 3 kupayla kapatan bir takım için ne düşünürsünüz? Kadroyu koruyup, birkaç iyi takviyeyle daha iyi bir takım oluşturup Euroleague’de başarılı olmasını ama tam tersi oldu Beşiktaş’ta, Türkiye ligi, Türkiye kupası ve Eurochallange şampiyonluğunu kazanan takım sponsor bulamadı, evet normalde bu 3 kupayı başka bir ülkede bir takım kazansa sponsorluk teklifleriyle kapısına dayanır şirketler ama Türkiye’de tam tersi oldu ve Beşiktaş var olan sponsorunu da kaybetti ve ardından yaprak dökümü başladı, önce gemiyi en son terk etmesi gereken kişi yani hoca terk etti, Ergin Ataman Beşiktaş’ı 2.kez yarı yolda bırakarak Galatasaray’a geçti, üstelik Galatasaray bu sene Euroleague’de bile yokken, ardından hep yaptığını yaparak takımın en iyisi ve kaptanı Hawkins’i Galatarasay’a aldı, Hawkins’le de kalmayıp Erwin Dudley’i de Beşiktaş’tan kopardı, ardından Carlos Arroyo takımdan ayrıldı ve sonra da taraftarın sevgilisi olan Pops Mensah Bonsu ve Zoran Erceg gitti, 3 kupa kazanan bir takımın bir anda tüm kadrosu sanki başarısız olmuş gibi dağıldı.


Yönetim her ne kadar bu takıma sponsor bulamayarak ne kadar beceriksiz olduğunu gösterse de, çok akıllı bir kararla Cholet’i şampiyon yapan Erman Kunter’i getirdi takımın başına, Erman Kunter Fransa’da uzun süre kalmanın deneyimiyle kendi takımını kurmaya başladı, Cholet’den oyuncusu Christopher’ı aldı, Jerrels geldi guard olarak, pivota Fenerbahçe’nin gönderdiği Vidmar alındı, Galatasaray’ın yolladığı Cevher Özer ve Tutku Açık ile beraber eski oyuncumuz Muratcan Güler katıldı takıma, son olarak da Dasic, Markota ve Falker geldi, yerli oyuncuların hiçbiri terk etmemişti gemiyi ve alınan bu yerli oyuncularla yerli rotasyonu şampiyon takımınkinden çok daha iyi oldu ama yabancıları kıyaslarsak maalesef kalite farkı büyüktü, bir yanda Arroyo, Hawkins, Erceg, Bonsu diğer yanda Jerrels, Christopher, Vidmar, Dasic ve Markota.

Beşiktaş kadro olarak zayıflamıştı rakipler ise tam tersine geçen seneye göre çok daha güçlüydü Galatasaray: Domercant, Ndong, Macvan ve Hawkins, Efes: Farmar, Vujacic, Gordon, Barac, Savanovic, Fenerbahçe ise Mcclebb, Sato, Bojan, Andersen ve Batiste ile inanılmaz kadrolar kurmuşlardı.

Beşiktaş sezonun ilk önemli sınavını bugün Efes’e karşı verdi, Cumhurbaşkanlığı kupasında 3 kupa kazanan Beşiktaş, lig ikincisi Efes’le karşılaştı, Erman Kunter’in öğrencileri inanılmaz bir karakter sergilediler ve adeta şu mesajı verdiler, oyuncular da değişse, hoca da değişse, değişmeyen tek şey BEŞİKTAŞIN KUPA KAZANMASI olacak. Alınan bu kupa diğer 3 kupadan belki de daha önemliydi çünkü Beşiktaş ismiyle alındı ve bu takım bu sene de şampiyonluğun bir numaralı adayıdır mesajı verdi. Başta Erman Kunter olmak üzere , gemiyi terk etmeyen Can Akın, Serhat Çetin, Barış Hersek ve tüm takıma HELAL OLSUN.

SANKT PETERSBURG

2 günlük Moskova macerasından sonra 25 Ağustos’ta Petersburg’a geçmek için Sheremetyevo havaalanından, Aeroflot ile diken üstünde bir saatlik uçuştan sonra akşam 21.30 sularında Pulkovo havaalanına indik, o kadar gergin bir uçuştu ki Petersburg’a indikten sonra tüm uçak avuçları patlarcasına pilotu alkışladı.


Macera dolu bir uçuştan sonra indiğimiz Petersburg’da dolmuşla metroya kadar gidip, metrodan 15 dakikalık bir yolculuk sonrası merkeze yani Nevsky Prospect’e geldik, otelimiz şehrin tam merkezinde olduğu için metrodan indikten sonra 5 dakikalık bir yürüyüş sonrası otele yerleştik, Cumartesi günü Petersburg’da evde bağlasan kimse durmaz lafını gitmeden önce duymuştum ve metroya biner binmez bunun gerçek olduğunu anladım, hava 15 derece olmasına rağmen tüm kızlar mini etek yada kısa elbiselerle metroda Nevksy’ye akın ediyordu, Petersburg Nevsky nehri çevresinde konumlandığı için metro nehrin altına kurulmuş olduğundan baya derinlere yapılmış, yaklaşık 5 dakikalık uzun bir yürüyen merdiven seyahatinden sonra metroya iniyorsun, hani olacağını sanmam ama elektrik kesilse metrodan yukarı çıkmak gerçekten imkansız, Moskova metrosu gibi komplike bir metro olmasa da yine de Türkiye’deki metrolara göre çok daha gelişmiş bir metro Petersburg metrosu da.


Otele yerleştiğimizde saat 22.30 olmuştu ve günün yorgunluğu üstüne aksiyon dolu uçak macerası eklenince o gece aleme akma planımız soru işaretlerine bırakmıştı yerini, ne kadar yorgun olsak da açlığımız yorgunluğumuzdan ağır geldi ve bavulları bırakır bırakmaz yemek yemek için kendimizi dışarı attık, az önce de belirttiğim gibi Cumartesi günü Petersburg’da evde duranı vurdukları için sokaklar resmen bir karnaval gibiydi, özellikle kız nüfusunun erkek nüfusundan en az 4 kat daha fazla olduğu sokakta gezen 100 kişiden 80’inin kız olmasından anlaşılıyordu, o soğukta o kadar ince giyinmek ise tek bir şekilde açıklanırdı sanırım, ateşli olmak.


Uzun bir yürüyüşten sonra bir pizzacıya girdik, arkadaş pizza ben salata istedim, salatayı Türkiye’deki gibi beklediğim için, tabakta tabağın dörtte biri doluluğunda salata gelince büyük bir şok yaşadım ama çaktırmadan yedim, arkadaşın durumu daha vahimdi bir dilim pizzaya 20 tl vermek zorunda kalması Petersburg’un da Moskova kadar pahalı bir memleket olduğunu daha ilk gün suratımıza acı bir şekilde çarptı.


Yemeğimizi yedikten sonra otele döndük, planımız yanımızda getirdiğimiz Jagermeister’den 4-5 shot yapıp hafif çakırkeyif olduktan sonra aleme akmaktı ama maalesef düşündüğümüz gibi olmadı, daha 3.shotta arkadaş sızdı kaldı, ben de ona kıyamadığım için uyandırmadım ve o gece(daha sonra anladık ki ölümcül bir hata yapmışız, Cumartesi gecesini otelde geçirmek hele ki turistsen ve bir daha Cumartesi gecesi Petersburg’da olmayacaksan ölümcül bir hataymış) otel odasında bitti.


Petersburg’a gelmeden planımızda Pazar günü Hermitage’a gitmek vardı(benim Petersburg’a gitme olayım zaten Hermitage’ı görmekti) sabah uyandık, kahvaltımızı yaptık ve Hermitage’a gitmek için yola çıktık, otelimizi booking.com’dan alacağımız zaman ilk dikkat ettiğim şey Hermitage’a yakın olmasıydı ve otelden 5 dakika yürüyerek Hermitage’a vardık, Hermitage dünyanın en büyük müzesi, öyle ki içindeki eserlerin her birine 30 saniye bakarsan 6 ayda ancak gezebileceğin inanılmaz bir kültür deposu, tek kapalı olduğu gün Pazartesi, haftanın 6 günü 10’dan 18’e kadar açık, bileti internetten almak mantıklı çünkü bilet kuyruğu bazen 2 km’yi bile aşıyor, o yüzden işimizi şansa bırakmayıp internetten aldık bileti, Hermitage’ a 2 gün ayırmıştık Pazar ve Salı, o yüzden 2 günlük bilet aldık, Pazar günü sabah 10.30’da girdiğimiz Hermitage’dan akşamüstü 18’de çıktığımızda anca ilk iki katı gezebilmiştik, ikinci katın da yarısına gelebilmiştik ve inanılmaz yorulmuştuk ama ne olursa olsun o yorgunluğa değecek bir gün geçirmiştik, Allahtan otel yakındı ve otele gider gitmez sıcak bir duş alarak yorgunluğu azda olsa üzerimizden atıp vakit kaybetmeden yemek yiyecek bir yer bulmak için kendimizi dışarı atmıştık, arkadaşın İtalyan restoranı diye tutturması nedeniyle Petersburg’da İtalyan restoranı arayıp 1 saatlik bir geziden sonra sonunda çok klas bir İtalyan restoranı bulmuştuk, dünyanın sadece 5 yerinde olan ve önünde en kötü arabanın Ferrari olduğu bir restorandı, yemeğimizi yedikten sonra otele gidip orada inşaat mühendisi olarak çalışan arkadaşımızla buluşup kendimizi Petersburg gecelerine atmaktı hedefimiz, arkadaşla otelin kapısında denk geldik ve odaya çıkıp az sohbet edip mekana attık kendimizi, Petersburg Avrupa’nın en hareketli gece hayatlarından birine sahip bir yer, hem kültürel hem de eğlence hayatı olarak kesinlikle görülmesi gereken bir yer olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, gerçi en başta da söylediğim gibi Cumartesi gecesi kesinlikle Petersburg’un en hareketli ve en güzel gecesi, eğer bir gün giderseniz bizim yaptığımız hatayı yapmayın ve ne kadar yorgun olursanız olun mutlaka kendinizi dışarı atın, Pazar günü olmasına rağmen bar gayet doluydu, Fidel adında üniversite gençlerinin gittiği salaş ama güzel müziklerin çaldığı bir mekana gittik, bira da gayet ucuzdu açıkçası, Pazar gecesi her ne kadar Cumartesi gecesi gibi olmasa da Petersburg’da eğlenecek mekan bulmak zor değil.


Pazartesi günü sabah geç yatmamıza rağmen 9’da kalktık ve kahvaltımızı yapıp, Hermitage’ın kapalı olduğu günde kendimizi Kazan katedraline atarak başladık gezmeye, Kazan katedrali Nevsky caddesinin ortasında bulunan dev bir yapı ve girdiğimiz yerlerde ücretsiz olan tek yapı, Moskova yazımda da belirtmiştim, kadınlar mini eteklerle giriyorlar ibadet etmeye, açıkçası sadece kafaları kapalı da diyebiliriz, başlarına eşarp takıyorlar ama mini etek ve kolsuz bodylerle katedrallerde ibadet etmeleri açıkçası beni şaşırttı, Kazan katedralinden sonra Dökülen Kan katedraline gittik, orası da Kazan katedralinden yürüyerek 10 dakika mesafedeydi, orası da aynı Kazan katedrali gibi ama ücret karşılığı girilen bir katedraldi ve Kazan’dan daha çok turist vardı, sanırım ücretli olunca daha çok turist gidiyor, Dökülen Kan katedralini de gezdikten sonra Pazartesi günkü 3.hedefimiz olan Peter ve Paul kalesine gittik, yakın gözüktüğü için yürüyerek gittik oysa ki hiçte yakın olmadığını yaklaşık 45 dakikalık bir yürüyüşten sonra vardığımızda anladık, Peter ve Paul kalesi de Petersburg’da muhakkak görülmesi gereken yerlerden, her ne kadar çoğu yerine giriş için ekstra para ödemek zorunda olsak da, o yorgunluğa değdi, iyi ki gitmişiz dedik, orayı da gezdikten sonra akşam 18 olmuştu saat ve Pazartesi günkü 4.hedefimiz olan St. İsac katedralini ertelemek zorunda kalarak, giderken yaptığımız hatayı tekrarlamadan metroyla Nevksy’ye geri döndük, giderken de metroyla gitseydik, hem yorulmazdık hem de 4.hedefimizi de gezerdik ama olsun en azından Petersburg’un o meşhur köprülerinden birinin üstünde yürüyerek farkında olmadan yapılması gereken bir şeyi daha yapmış olduk, neva nehri sebebiyle Petersburg şehri köprülerle birbirine bağlanan bir şehir ve köprüler geceleri yük gemilerinin geçmesi için sırayla açılıyorlar, işte bu manzara Petersburg’un en güzel manzaralarından biri oluyor ve kesinlikle köprü açılış kapanışlarını izlemek gerekiyor.


Pazartesi günü de gezdiğimiz 3 yerle bitmiş oldu, otele gidip dinlenip duşumuzu aldıktan sonra arkadaşın ısrarıyla İtalyan restoranına gittik yine, o makarna yedi ben ilk gün Ahtapot yemiştim ve gayet güzeldi ikinci gün yemek yemek istemedi canım bende madem İtalyan restoranı, İtalyanların meşhur tatlısı tiramisu deneyeyim dedim ve iyi ki de denemişim, Türkiye’de yapılan tiramisuyla uzaktan yakından alakası yoktu, inanılmaz bir lezzetti her ne kadar 50 tl olsa da o aldığım lezzete değerdi. Yemeklerimizi yedikten sonra otele geçtik giyinip tekrardan Petersburg gece hayatına doğru yol aldık, bu sefer Petersburg’un en meşhur gece mekanlarından biri olan Rossi’ye gittik, giriş paralı ve içki dahil değildi, Pazar günü gittiğimiz fidele göre çok daha büyük ve klas ama Fidel’deki o sıcaklık yoktu, hem karaoke hem de normal bar tarzında olan Rossi’de şunu anladım ki Ruslar karaoke’de gerçekten çok eğleniyorlar, bar Pazartesi gecesine rağmen gayet doluydu ama gecenin ilerleyen saatlerinde ayakta duran insan sayısı parmakla sayacağımız kadar azalmıştı, Ruslar gerçekten inanılmaz içiyorlar sadece erkekleri değil kızları da deli içiyor, benim diyen Türk erkeği o içkileri içse sanırım otel yolunu bulmayı bırak kendi adını unutur, erkekler içtikten sonra ya sızıyor ya da kavga çıkarıyor kızlar ise içtikçe daha fazla oynuyor içtikçe oyun şekilleri değişiyor, Rossi’de bunu gözlemledim. Az öncede yazdığım gibi fidele göre çok daha klas olmasına rağmen ben Fidel’de daha fazla eğlenmiştim, Rossi belki de çok daha büyük olduğu için beni sarmadı.


Pazartesi gününü de öyle sonlandırdıktan sonra sabah 3 gibi otele döndük ve sabah 9 gibi uyandık, kahvaltımızı yapıp Hermitage’ın kalanını gezmek için tekrar Hermitage’a gittik, saat 10’dan 2’ye kadar Hermitage’ın kalan yarısını da gezdikten sonra ki en önemli eserler (Picasso, Van Gogh, Da Vinci, Rembrant) 3.kattaydı onları muhakkak görmelisiniz, yazlık saray Peterhoff’u görmek için Hermitage’ın arka kapısının önünden kalkan vapura bindik, Peterhoff kralın yazlık saray olarak kullandığı son derece görkemli bir yer, vapurla yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Peterhoff’a vardık, kral öyle bir saray yapmış ki resmen sefa pezevenkliği yapmış, öyle dev fıskiyeler kurmuş ki saray girişine, o akan sularla İzmir’in bir senelik su ihtiyacı giderilir, sadece fıskiyeler de değil o yeşillik alan ve inanılmaz saray kesinlikle görülmesi gerekiyor. Peterhoff’da geçirdiğimiz 4 saatten sonra vapura binerek tekrar şehre döndük ve Pazartesi gidemediğimiz St. İsac katedraline doğru yol aldık, gittiğimizde içerisi kapanmıştı içini gezemedik ama o devasa yapıyı dışardan bile görmek için gitmeye değerdi, St. İsac katedrali Rusya’nın merkez katedraliymiş ve tüm katedraller oraya bağlıymış, St. İsac katedralini de gördükten sonra Salı gününü de bitirip otele doğru yol aldık, az dinlenip yine arkadaşın o bayıldığı İtalyan restoranına gittik ve yine üst üste üçüncü kez makarna yedi arkadaş, bildiğimiz her annenin yaptığı domatesli makarna yedi 3 gün boyunca, ben bu sefer isyan ettim ve hiçbir şey yemedim, Petersburg’un dünyaca meşhur yemeği olan strogonoff yemek istiyordum ve son gecemizde onu yemeden o şehirden ayrılmayacaktım, Petersburg’da çalışan arkadaşım Hakan’a rica ettim sağ olsun o da beni kırmadı ve arkadaşın makarnası bitince sadece strogonoff yapılan Petersburg’un en iyi restoranlarından biri olan Strogonoff House’a gittik, normalde de Türkiye’de bayılarak yediğim strogonoff’u bide yerinde yemek lazımdı, ve en iyi yapılan yerinde yemek gerçekten inanılmazdı, evet Türkiye’de de gayet güzel yapan restoranlar var ama eğer bir gün yolunuz Petersburg’a düşerse kesinlikle strogonoff yemelisiniz, ben sırf strogonoff yemek için bile yine gidebilirim, yok böyle bir lezzet, inanılmaz bir keyif aldım o yemekten, Petersburg’daki son gecemiz strogonoff sayesinde en güzel gece oldu.


Salı gecesini de öyle sonlandırdıktan sonra Çarşamba günü sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra son olarak yine Petersburg’da muhakkak yapılması gereken bir şey olan nehir gezisi turuna çıktık, Neva nehrini 1 saat boyunca Cheppa denilen nehre özel yapılmış tekneyle gezdik, şehri nehirden izlemek gerçekten çok keyifli ve güzeldi, nehir turu da bittikten sonra otele gidip bavullarımızı alıp havaalanına gitmek için metroya bindik, Plukovo havaalanından 18.50 TK 0402 seferiyle İstanbul’a döndük, Petersburg-İstanbul arası 3 saat 20 dakika sürüyor, ne olursa olsun 10 saat de sürse Petersburg’a gitmek için değer, Moskova da fena değildi ama Petersburg gerçekten inanılmaz bir yer, gerek tarihi, gerek kültürü, gerek inanılmaz binaları ve Hermitage müzesi gerekse gece hayatıyla Petersburg muhakkak gezilmesi, görülmesi gereken bir yer. Son olarak belki gereksiz bir ayrıntı ama bunu yazmadan yazıyı bitirmek istemedim, hem Moskova hem Petersburg’da ara sıra ayakkabımın bağcıkları açıldı ve ne zaman bağcığım açılsa sokaktan yanımdan geçen birileri hep beni uyarıp bağcığımın açıldığını ve bağlamam gerektiğini söylediler, Türkiye’de hem İstanbul hem İzmir’de belki de yüzlerce kez bağcığım açılmıştır ama bir kez bile bir kişi uyarmadı beni, bunu da Rusların soğuk olduğunu söyleyenler için yazmak istedim, emin olun ki Ruslar biz Türklerden hem daha sıcak hem de daha yardımsever.

16 Eylül 2012 Pazar

MOSKOVA

23 Ağustos’ta Türk Hava Yolları’nın TK 0417 seferiyle gittik Moskova’ya uçak İstanbul’dan saat 11.05’de kalktı ve Moskova saatiyle 14.55’te Moskova’ya inmiş olduk(Rusya Türkiye’den 1 saat ileri olduğu için aslında 13.55’te indik, yani uçuş 2 saat 50 dakika sürdü), uçağa binmeden free shoptan içki alalım dedik ama arkadaş salla Vnukovo havaalanında daha ucuzdur oradan alırız deyince almadık içki, fakat uçağa bindiğimizde her Rus’un elinde en az 3 free shop poşetini görünce anladık ki İstanbul free shopu Moskova free shopundan daha ucuzmuş, uçuş gayet keyifliydi özellikle Türk Hava Yolları’nın o leziz yemekleri uçuşu keyifli yapan faktörlerin başında geldi, 5 yıldızlı otel restoranı lezzetinde yemekler sunuyor Thy uçuşlarında, Vnukovo havaalanına indikten sonra ilk şoku free shop olmadığını görünce yaşadık, hani Ruslar neden İstanbul’dan 3’er poşet içki almışlar gayet iyi anlamış olduk, sonra pasaport kontrolüne girdik, Rus halkı cidden tam bir robot hayatı yaşıyor 4 ayrı pasaport kontrol noktası var ikisi bomboşken diğer ikisi full ve hiçbiri boş olana geçmeyi akıl edemedi en son hitler Almanya’sındaki polislere benzeyen bir polis abla geldi ve bağırarak o kuyruğun yarısını boş olan yerlere geçirdi.


Pasaport kontrolünde polis bize göçmen kağıdı verdi, o kağıt çok önemli seyahat boyunca pasaportla beraber yanımızdan ayırmamamız gerekiyor, bitiş tarihi ise 30 aralıktı yani 4 aylık vize verdiler de diyebiliriz, pasaporttan sonra bavullarımızı almaya geçtik, ilk şoku free shop olmadığını anladığımızda yaşadık ama asıl şok az sonra gelecekti, bavullarımızı almak için banta geçtiğimizde arkadaşın bavulu çıktı ama benimki yoktu, bant döndü herkes bavulunu aldı gitti, benim bavul çıkmadı, işte asıl şoku o an yaşamış oldum ben, hemen kayıp eşya departmanına geçtik, Allahtan görevli İngilizce biliyordu formlarımızı doldurduk, görevli çok sempatikti ve bize bavulumuzun bulunması durumunda otele yollanacağını söyledi, gereken işlemleri yaptık ve ben daha tatilin ilk anlarında yaşadığım bir şokla Moskova’ya girmiş oldum.

Havaalanından şehir merkezine aeroexpress denen trenlerle geçiş yapılıyordu, her saat başı kalkan trenler merkeze yaklaşık 45 dakikada gidiyorlar, tren sizi bir metro istasyonunda indiriyor ve metro aktarması yapıp merkeze geçiyorsun, Moskova metrosu için az sonra düşüncelerimi belirteceğim ama kısaca şunu söylemek gerekirse adamlar resmen efsane bir metro hattı yapmışlar, koskoca Moskova’yı o metroyla gezebiliyorsun hiç taksi ve otobüse ihtiyaç duymadan, otelimiz metrodan indikten sonra yürüyerek 3 dakikalık bir mesafedeydi, metrodan indikten sonra yukarı çıktığımızda gördüğümüz en kötü araba Porsche’ydi, Ferrariler gırla, Range Roverlar gayet sıradandı o caddede, sanırım biz farkında olmadan Moskova’nın en lüks otelini ayarlamıştık booking.com’dan, otelimizin hemen yanında Vogue cafe vardı, cafenin önünde 2 tane çam yarması, onlara sorduk oteli ve gayet kibar bir şekilde tarif ettiler bize, otele gittik, otelin tam karşısında Rusya’nın merkez bankası vardı yani istesem de kaybolamazdım orada sanırım.

Otele yerleştikten sonra dışarı çıkıp gezelim dedik, her ne kadar kapanmış olsa da kremlin sarayının oraya gidip gece manzarasını izleyelim dedik, metroya binip bir durak sonra indik ve kremlinin hemen önüne çıktık, kızıl meydan ve kremlin gerçekten efsane, yıllarca filmlerde gördüğüm yerlerin havasını solumak çok güzel bir duyguydu, kızıl meydan boyunca yavaş yavaş oranın tadını çıkararak gezdik, kızıl meydanın sonuna doğru St Vasili kilisesi var ki o da Moskova’nın kesinlikle gezilmesi gereken yerlerinden biri, ilk gece hem yol yorgunluğu hem de bavulun kaybolmasının moral bozukluğundan otele gidip uyuduk, sabah erken kalkıp kremlin sarayını gezmeye gidecektik, 10 da açılıyordu akşam 5’e kadar açıktı, tabi sadece kremlin değil, gezilecek çok yer vardı, o yüzden uyuyup, dinlendik.

Sabah olduğunda kahvaltımızı yapar yapmaz çıktık bu sefer yürüyerek gidelim dedik hem otelin hemen yanındaki Bolşoy tiyatrosunu da görmek gerekiyordu, Bolşoy’un önünde fotoğraf çektirip, 15 dakika o harika yapıyı ağzımız açık izledik, Dünyaca ünlü bolşoy tiyatrosu, gerçekten harikaydı, bolşoy’u gezdikten sonra kremline gittik, bilet kuyruğu fenaydı yaklaşık yarım saat bekledik, kremlin ve silah müzesinin biletleri ayrı satılıyordu kremlini aldık ama silah müzesinin biletleri bitmişti alamadık, her gün sınırlı sayıda kişi gezebiliyordu ve onun biletleri için erken gelmek gerekiyordu, kremline girdik ve kremlini yaklaşık 3 saatte gezebildik, Topkapı’yla karşılaştırmak gerekirse, Topkapı’nın tek artısı manzarası, yani deniz olmasa bence kremlin daha iyi bir yapı Topkapı sarayından, kremlinin içindeki katedraller ve çarın topuyla, çanı gerçekten görülmesi gereken yapılar.

Kremlinde 3 saat geçirdikten sonra ayaklarımız bitmiş bir halde saraydan çıktık ve Kızılmeydan’dan St Vasili katedraline doğru yürümeye başladık, St Vasili’i gezikten sonra Kızılmeydan boyunca uzanan Avm’ye girip bir gezelim dedik meğer o avm bizim gidilecekler listesinde olan GUM’muş, enine olarak nerdeyse tüm kızıl meydanı kaplayan Gum tarihi bir binaya inşa edilen 3 katlı son derece modern avm, tamamen kapalı ama üstü tamamen camla kapandığı için gün ışığını alıyor, içerisi de gayet sıcak sanırım kışın -30ları düşünerek yapmışlar, arkadaş madem bavulun kayıp bir pantolon alalım da en azından 6 gün boyunca eşofmanla gezme dedi ve biz Levis’e girdik Türkiye’de 150-200 arası olan 501 e bakayım dedim bakmaz olaydım en ucuz 501 350 tl’den başlıyordu, Moskova’nın pahalı bir memleket olduğunu biliyordum ama ilk tokat o an suratıma çarptı, tabi ki almadan çıktım ve GUM’u gezip bir cafeye oturduk.

Cafe’de havyar ve Baileys istedim, toplam 60 tl gayet normal fiyat derken, baileys’in bir bardağın 10’da 1’i kadar geldiğini görünce gözlerime inanamadım, Türkiye’de bardağı sonuna kadar doldururlar ve ortalama 15-25 tl arasıdır bir baileys ama Moskova’da o bardağın 10’da 1’i ve havyarın 15 tl olduğunu düşünürsek 45 tl verdik, yani o bardak tamamen dolu olsa 200 tl olacaktı fiyat, Levis olayından sonra baileys olayıyla Moskova’nın pahalılık konusunda aşmış olduğunu, cafeden kalkıp avm’deki markete girdik(bizim Migros tarzı) meyveler kiloyla değil bardakla satılıyordu ve bizim 1 kg’den çok daha pahalıydı, sadece şunu söylesem Moskova’nın nasıl pahalı bir yer olduğunu anlarsınız, Burger king’de double whopper’ı 60 tl’ye yedim, Türkiye’de 16 tl olan şeyi, Türkiye’de 50 kuruş olan 0.5 lt sular orda 3.5 tl’ydi, Moskova dünyanın 3. Avrupa’nın ise en pahalı şehri.

İkinci günümüzde son olarak Moskova etnografya müzesini gezdik ve saat 19’da orası da kapanınca ayaklarımıza kara sular inmiş bir şekilde otele gittik, otele gittik ama hala gezeceğimiz yerler bitmemişti ve ertesi gün Saint Petersburg’a geçme zamanıydı, otele geldiğimizde bavul geldi mi diye umutsuzca sorduğumda resepsiyona, resepsiyonistin evet demesiyle hayatımda yaşadığım en büyük sevinçlerden birini yaşadım, bavuluma 2 gün gecikmeli de olsa kavuşmuştum ve tatil o an başladı benim için, o gece Moskova’nın gece hayatını gördük, Rus kızlarının mutluluğu neden dışarda aradığını da anlamış olduk, Rus erkekleri kesinlikle ayık gezmiyorlar, bir gecede tam 14 tane sızmış ve ayakta zor duran adam gördüm, gece bindiğimiz metro resmen votka kokuyordu, metroyu geçtim, sokaklar bile votka kokuyordu, metroda sızanlara zaten herkes normal gözle bakarken, sarhoş olmayan bir tane bile erkek görmedim desem yalan olmaz, meşhur arbat caddesine gittik, gittiğimizde pek canlı değildi aslında belki de yanlış zamanda gitmiştik ama bizim istiklalden daha kötü bir yer olduğu kesin.

Moskova’daki son günümüzde planımız kremlindeki silah müzesini gezmek ardından Lenin mozolesini ziyaret edip Nazım Hikmet’in mezarını görmek için Novodevichy manastırına gitmekti, sabah 9.30’da bilet gişesi açılmadan gittik, yine de kuyruk vardı, 10.00’da gişe açılınca biletimi alıp silah müzesini gezdim, ardından Lenin mozolesine gittik ama yaklaşık 1 km kuyruk vardı ve bunların çoğu da Japon’du, bizde üzülerek es geçmek zorunda kaldık mozoleyi ve metroya binip Novodevichy manastırına gittim, başta Nazım Hikmet olmak üzere, ünlü Rus devlet adamlarının mezarlarının olduğu Novodevichy’de yaklaşık 2 saat kaldım, manastırın bahçesinde mezarlar var manastırda ise gelip ibadetlerini yapıyorlar, dikkatimi çeken şey mini etekli bir sürü kızın başlarını kapayıp manastıra girmesi ve çoğunun ağlayarak dua etmesi oldu, yani kıyafet önemli değil onlar için ibadette, ibadetlerini inanarak ve kalpten yaptıkları çok belli oluyordu.

Novodevichy gezimi de tamamladıktan sonra metroyla otele geri döndüm ve bavullarımızı alıp St Petersburg’a gitmek üzere Rusya’nın ana havaalanı Sheremetyevo’ya doğru yola çıktık( İstanbul’dan gelirken indiğimiz Vnukovo Sabiha Gökçen, Petersburg’a giderken gittiğimiz Sheremetyevo ise Atatürk havaalanı gibi) metroya binip aeroexpreslerin kalktığı istasyona gittik, bu arada lafı gelmişken Moskova metrosu gerçekten inanılmaz bir yer, adamlar öyle dizayn etmişler ki 4-5 hat var ve metroda bile gezerken yoruluyorsun o kadar büyük, biz 2 gün sonunda anca çözmüştük metroyu, bizim metrolar gibi tek bir hat yok, tren tek bir rayda gitmiyor, üstelik metro istasyonları da resmen tarihi eser, mutlaka görülmesi gereken istasyonlar var, metro çok sık geçiyor birini kaçırınca 1 dakika sonra diğeri geliyor, ve Rus halkı soğuk falan değil, gayet yardımsever her ne kadar yardım istediğimiz 10 Moskovalıdan 9’u İngilizce bilmese de işaretlerle yardım etmeye çalıştılar.

Sheremetyevo havaalanına gidip Rusların meşhur havayolu Aeroflot ile Petersburg’a uçtuk, Aeroflot hakkında söylemek istediklerim ise hostesleri her Türk erkeğinin hayalindeki hostes tipi, gayet güzeller ve kırmızı bir üniforma giyerek ne kadar iddialı olduklarını da gösteriyorlar, ama hostesleri ne kadar iyiyse pilotları o kadar kötüydü, Petersburg’a öyle bir indik ki içimden Allah’ım sana geliyorum dedim, hayatımda o kadar sert bir iniş görmedim ben, hani dedikleri gibi varmış Aeroflotun, Petersburg’a inince uçakta bir alkış tufanı koptu. Moskova özet olarak çok pahalı ve çok kalabalık bir şehir bir daha gidermişin deseler hayır derim, ama kesinlikle gidilip görülmesi gereken bir yer olduğunu da söyleyeyim.