14 Aralık 2012 Cuma
AFI YILIN EN İYİ 10 FİLMİNİ SEÇTİ
Her sene olduğu gibi bu sene de AFI(AMERICAN FILM INSTITUTE) senenin en iyi filmlerini açıkladı, büyük çoğunluğuna katılmakla birlikte bence senenin en iyi 10 filmine mutlaka girmesi gereken 2 filmi atladığı için teessüflerimi de bildirmek istiyorum burdan AFI'YE.
Ben de senenin en iyi 10 filmi listemi 2-3 güne yazacağım ama bakalım AFI hangi filmleri senenin en iyi 10 filmi yapmış.
ARGO: Kesinlikle senenin en iyilerinden olan Argo'yu listeye almakla doğru bir karar vermiş AFI, Ben Affleck'in oyunculuk kariyerinden yönetmenliğe sıçramasını ilk başta garipsemiş hatta dalga geçmiştim ama çektiği 3 filmin de sağlam filmler olması özellikle son filmi Argo'nun efsaneler arasına girmesiyle Affleck beni resmen mahçup etti, Argo bu senenin en iyilerinden, kesinlikle izleyin.
THE DARK KNIGHT RISES:2012'nin en çok beklenen filmi oldu Batman'in bu filmi, çünkü Nolan'ın Batman üçlemesinin sonuncusuydu artık bu film ve Nolan özellikle Dark Knight'da çıtayı öyle bir yükseltmişti ki, herkes son filmi merakla bekler olmuştu, senenin en iyi 10 filminde elbette olmalıydı, her ne kadar bi Dark Knight tadı vermesede Nolan seriyi bence harika kapadı.
DJANGO UNCHAINED: Eğer Tarantino film çekiyorsa, o senenin en iyi 10 filmi listesine o filmin girmeme ihtimali yoktur, bu senede öyle oldu, Tarantino'nun western'i Django senenin en iyi 10 filminden biri, Caprio, Waltz, Foxx ve Jackson'lu kadro harika bir film çıkarmışlar ortaya.
LIFE OF PI: İlk 10'a girer mi diye sorarsanız açıkçası listesine alana saygı duyarım ama çok daha iyi filmler olduğunuda belirterek, ben en iyi 10 film listeme sokmazdım, Ang Lee'nin yeni şaheseri olan bu film, izleyenleri gerçekten şaşırtıyor, çok da güzel ama en iyi 10 için bence yetersiz.
LINCOLN: Az önce Tarantino için söylediklerimi şimdi de Spielberg için söylesem sanırım itiraz eden çıkmaz, Spielberg'de eğer o sene film çektiyse kesinlikle en iyi 10 film listesine bir şekilde girer, bazen haketmeden girdi deriz ama bu sene gayet hakederek giriyor, Lincoln enfes bir dönem filmi olmuş, tabi filmin enfes olmasında Lincoln'u canlandıran Daniel Day Lewis'in de payı büyük, zaten bi aksilik olmazsa üçüncü oscarını da alacak bu rolle.
LES MISERABLES: Victor Hugo'nun Sefillerini bilmeyen yoktur ve belki 10-15 kere de beyaz perdeye uyarlanmıştır ama Tom Hooper bir başka çekmiş filmi, açık ara en iyi Sefiller uyarlaması olmuş, Hugh Jackman, Russell Crowe, Anne Hathaway, Amanda Seyfried gibi oyuncularla zaten kötü bir film olma olasılığı azdı, bu zamana kadar hiç Sefiller uyarlaması izlemediyseniz çok şanslısınız en iyisini izleyeceksiniz.
MOONRISE KINGDOM: Wes Anderson filmlerinin sağlam bir kitlesi vardır, ben alışamadım bir türlü Anderson'a kendimi çok zorlamama rağmen ve filmlerine saygı duysamda sevmem açıkçası ama bu seneki filmini ben bile sevdim, ben bile en iyi 10 film listeme soktum desem sanırım herşeyi açıklamış olurum, Moonrise Kingdom gerçekten çok farklı bir film olmuş, ilk izlediğinizde şaşırabilirsiniz eğer Anderson sinemasına aşina değilseniz ama ikinci izleyişinizde büyük keyif alacağınızın garantisini ben size burdan verebilirim.
SILVER LININGS PLAYBOOK: Yönetmen süper, kadro süper, hikaye süper, e daha ne olsun başka, film de süper tabi ki, senenin en iyi 10 filmine girmesine itiraz etmem açıkçacı ama kesinlikle herkesin en iyi 10 filminde olacak bir filmde değil, ama ben de sırf Jennifer Lawrence'in harika performansı için en iyi 10 filmime sokabilirim(belkide oscar kazanacak).
ZERO DARK THIRTY: Kathryn Bigelow denince akla hemen The Hurt Locker filmiyle hem de Avatar efsanesinin olduğu sene hem en iyi film hem de en iyi yönetmen oscarını alması gelir, hal böyle olunca yapımcılar Usame Bin Laden'in öldükten hemen sonra filmini çekmek için Bigelow'un kapısını çaldılar, Bigelow da bu türde ne kadar usta olduğunu kısa sürere harika bir film çekerek gösterdi, şu an için Oscar'ın da en büyük favorisi olarak gösterilen film senenin en iyi 10 filmine kesinlikle girmeliydi, girmemesi çok komik olurdu.
BEASTS OF THE SOUTHERN WILD: Bu senenin en overrated filmi de maalesef bu film, ne buldu Amerika'lılar bu filmde anlamak mümkün değil, bu film gibi yüzlerce film bulabilirim ama nedense bu sene böyle bir kült yaratmaya çalıştılar, değil en iyi 10, en iyi 20'ye bile sokmam ben bu filmi, AFI'YE saygı duysam da maalesef bu film tartışmasız girmemeliydi listeye.
13 Aralık 2012 Perşembe
GOLDEN GLOBES 2012
Sonunda geldik yine bir ödül mevisimine golden globes’lar bugün açıklandı, oscar’ın habercisi deseler de değil, globes’lar çok farklı bir ödül töreni ama yine de oscar’dan sonra en çok önem verilen ödül töreni olduğu aşikar.
Önce adayları yazalım ve sonra kim kazanır yorumlayalım.
En iyi film(drama):
Argo : Bu senenin en iyilerinden, hiç düşmeyen gerilimi ve o gerilimi size yaşatmasıyla bile harika bir film olduğunu gösteriyor, bu ödül için favorilerden biri ama en büyük favori değil, alırsa sevinirim.
Django Unchained: Tarantino yine yapmış yapacağını, harika bir western çekmiş ama diğer adaylar arasında şansı yok denecek kadar az.
Life of Pi: Ang Lee zaten çok büyük bir sinemacı ve bu filmi de bu senenin farklı yapımlarından biri, adaylığı hak ediyor ama kazanması büyük sürpriz olur.
Lincoln: Bu dalın en büyük favorilerinden biri, Spielberg çok iyi bir dönem filmi çekmiş, kazanma şansı çok yüksek ama rakipleri de çok sağlam.
Zero Dark Thirty: Ladin’in ölümüyle çekimlerine hemen başlandı ve kısa sürede çok iyi bir film yapıldı, bu dalın en büyük favorisi ama rakipleri Argo ve Lincoln’ü göz ardı etmememek lazım.
En iyi film(komedi/müzikal):
The Best Exotic Marigold Hotel: Bu dalın en zayıf halkası, Hollywood’un yaşlı emektarlarını buluşturan eğlencelik bir film, fazlası olmaz.
Les Miserables: Bu tiyatro uyarlaması çok defa sinemaya aktarıldı ama bu sefer bir başka, hem sağlam kadrosu hem de iyi bir yönetmenle en iyi uyarlama oldu şimdiden, bu dalın en büyük 2 favorisinden biri.
Moonrise Kingdom: Wes Anderson’un tarzını açıkçası fazla sevmem ama bu film bir başka, ben bile bayıldıysam eğer gerçekten iyi bir film yapmış demektir Anderson, bu dalda şansı maalesef fazla değil ama açıkçası isterim sürpriz yapmasını.
Salmon Fishing in the Yemen: bu film izlemediğim tek film, hatta ne yalan atayım ödüller açıklandığında duydum ismini, o yüzden yorum yapamayacağım.
Silver Linings Playbook: Bu dalın diğer bir favorisi, oyuncular çok iyi, film gayet keyifli, Les Miserables’e göre bir adım önde.
En iyi Aktör(drama):
Daniel Day Lewis-Lincoln: Lincoln mezarından çıkıp gelse, yok artık derdi, işte öyle oynamış Lewis filmde, bu dalın tartışmasız favorisi.
Richard Gere-Arbitrage: Gere’i uzun zamandır görmüyorduk ödül adaylıklarında, çok iyi oynamış ama maalesef Lewis varken sadece alkışlamaya gelecektir.
John Hawkes-The Sessions: bütün eleştirmenler ısrarla adaylıklar veriyor Hawkes’e ama ben beğenmedim açıkçası.
Joaquin Phoenix-The Master: Eğer Lincoln bu sene çekilmeseydi, Phoenix kasıp kavuracaktı bu filmdeki performansıyla ortalığı ama o da Lewiszede olarak kalacak ama yine de bu dalda sürpriz yaparsa Phoenix yapar.
Denzel Washington-Flight: Usta oyuncu yine kalitesini ortaya koymuş ve bir alkoliği çok iyi canlandırmış, adaylık hakkı ama daha fazlası değil.
En iyi aktris(drama):
Jessica Chastain- Zero Dark Thirty: Chastain yıldızı yükselen aktrislerden biri, 2011’deki çıkışını sürdürüyor, bu dalda da sürpriz yapabilir, şaşırmam.
Marion Cotillard-Rust&Bone: Cotillard bu dramı çok iyi oynamış, seyirciyi derinden sarsan bir drama oynamak her oyuncunun harcı değil ama Cotillard bunu başarmış, ödül onun hakkı.
Helen Mirren-Hitchcock: Yılların eskitemediği oyuncu Mirren usta yönetmen Hitchcock’un karısını oynadı filmde, çok da iyiydi oyunculuğu ve adaylık getirdi ama daha fazlası zor.
Naomi Watts-The Impossible: Watts’da sevdiğim oyunculardandır ve o da uzun zamandır ortalıkta yoktu, bu filmde gayet iyi ama kazanma şansı yok denecek kadar az.
Rachel Weisz-The Deep Blue Sea: Çok iyi bir film olmasada Weisz’ın oyunculuğu filmi yükseltiyor, hatta Weisz olmasa o film izlenmez diyebilirim, kesinlikle hak edilen bir adaylık, sürpriz yapma şansı maalesef yok.
En iyi aktör(komedi/müzikal):
Jack Black-Bernie: Black her zamanki gibi usta olduğu dalda yine kırıp geçiriyor performansıyla ama bu dalda ağır abiler varken onun şansı maalesef yok.
Bradley Cooper-Silver Linings Playbook: Cooper hep yakışıklı oyuncu diye anıldı Hollywood’da ama bu sefer yetenekli oyuncu olarak değiştirdi kendisine yaklaşımı, çok iyi bir performans ve globe’a çok yakın cooper.
Hugh Jackman-Les Miserables: Bu dalın en büyük favorisi, onu zorlayacak tek kişi Cooper.
.
Ewan Mcgregor-Salmon Fishing in the Yemen: Filmi izledikten sonra yorumumu yapacağım ama Mcgregor’u severim.
Bill Murray-Hyde Park on Hudson: Murray bildiğimiz murray, usta oyuncu hep formda, adaylık hakkı ama kazanır mı? Çok zor.
En iyi aktris(komedi/müzikal):
Emily Blunt-Salmon Fishing in the Yemen: Filmi izledikten sonra yorum yapacağım.
Judi Dench-The Best Exotic Marigold Hotel: Dench yaşlanmasına rağmen hala eski enerjik Dench, filme enerjisini de katmış, gayet keyifli bir film olmuş, ama kazanma şansı maalesef yok.
Jennifer Lawrence-Silver Linings Playbook: Bu dalın tek favorisi, alacaktır.
Maggie Smith-Quartet: Smith’de Dench gibi eski toprak, 2 oscarı var zaten ama bu sefer globe alma şansı yok.
Meryl Streep-Hope Springs: Streep filmde kocasının ilgi göstermediği kadın rolünü harika canlandırıyor ama artık o da bıkmıştır ödül almaktan, evde yerde kalmamıştır zaten.
En iyi yardımcı aktör:
Alan Arkin-Argo: Arkin Argo’da az ama öz rol alıyor, adaylık için yeterli ama kazanmak için yetersiz kalıyor.
Leonardo Dicaprio-Django Unchained: Caprio bi türlü alamadı oscarı, o artık Oscar için film çeviriyor, globe onu kesmez, zaten kazanma şansı da yok bu sene.
Philip Seymour Hoffman-The Master: Oyuncu nasıl olurun sözlükteki tanımı Hoffman’dır bence, her rolü bu kadar iyi oynayan oyuncu bu zamanda çok zor bulunuyor, bu dalın favorilerinden.
Tommy Lee Jones-Lincoln: Bu dalın diğer bir favorisi de Jones, alma ihtimali Hoffman’a göre biraz daha fazla.
Christopher Waltz-Django Unchained: Caprio’dan sonra Waltz’da aday oldu Tarantino’nun enfes filmiyle ama o da sadece adaylıkla yetineceklerden olacak.
En iyi yardımcı aktris:
Amy Adams-The Master: Adams’ı severim, iyi oyuncudur bu ödülü kazanması da şaşırtmaz beni ama rakipleri maalesef çok güçlü.
Sally Field-Lincoln: Field’ın iki oscarı var ve uzun zamandır ortalıklarda gözükmüyordu, onun oyunculuğunu izlemek büyük keyif, favorilerden biri o, keşke kazansa.
Anne Hathaway-Les Miserables: Bu dalın en büyük favorisi, kazanacaktır da.
Helen Hunt-The Sessions: Hawkes gibi Hunt’da sırf adaylık dolsun diye listeye eklenmiş, gidip Hathaway’i alkışlasın orda.
Nicole Kidman-The Paperboy: Açıkçası şaşırdım kidman’a çıkan adaylığı, sanırım kontenjanı doldursun diye aday yaptılar, adayların en zayıfı.
En iyi yönetmen:
Ben Affleck-Argo: Affleck kendini en çok geliştiren kişi ödülünü çoktan aldı, bir zamanların Bennifer’ı inanılmaz filmlere imza attı yönetmenlik koltuğuna oturduktan sonra, son filminde ise artık usta yönetmenlerin yanına doğru yol alma zamanı geldiğini gösterdi, kesinlikle o almalı.
Kathryn Bigelow-Zero Dark Thirty: Kısa sürede böyle sağlam film çekmek her babayiğidin harcı değil, ama Bigelow bunun da üstesinden geldi, favorilerden birisi de o, ama almasın, Affleck almalı.
Ang Lee-Life of Pi: Sıradışı filmlerin ismi Lee yine sıradışı bir filme imza attı, film çok keyifli, ama Lee bu filmle bu ödülü maalesef kazanamaz.
Steven Spielberg-Lincoln: Usta yönetmen çok iyi bir dönem filmine imza attı, kazanma şansı çok yüksek ama dediğim gibi Affleck’in almasını istiyorum ben, Spielberg zaten almış alacağı kadar.
Quentin Tarantino-Django Unchained: En sevdiğim yönetmenlerden biri, canı ne istiyorsa onu çekiyor, kazanma şansı düşük ama sürprizi sever Tarantino.
En iyi animasyon:
Brave: Pixar bu sene maalesef eski performansında değil, Brave iyi olsa da bi Up ya da Wall-e değil, kazanma şansı var ama daha iyileri var.
Frankenweenie: Bu senenin en iyisi kazanmalı.
Hotel Transylvania: Eğlenceli ama o kadar, ödül alacak kapasitede değil.
Rise of the Guardians: İzlemedim.
Wreck-it Ralph: En büyük favori sanırım o kazanacak.
En iyi yabancı film:
Amour-İsviçre: Senenin en iyilerinden biri, Haneke ustalığını göstermiş yine, oyunculuklar da fevkalade, kesinlikle kazanmalı ve kazanacaktırda.
Kon-tiki-Norveç: İzlemediğim.
Intouchables-Fransa: Bu senenin en iyi filmlerinden bir diğeri yine bu kategoride, insana umut yükleyen, yaşama sevinci katan harika film, keşke Amour’la beraber kazansa.
The Royal Affairs-Danimarka: Bol entrika dolu bir kraliyet filmi, sağlam bir film ama diğer iki başyapıt karşısında şansı yok.
Rust&Bone-Belçika: Cotillard’ın harika oyunculuğuyla beraber güzel bir film oluyor, izlemekte fayda vari güzel dram.
30 Eylül 2012 Pazar
3+1: DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY BEŞİKTAŞIN KUPA KAZANMASIDIR
Geçen sezonu 3 kupayla kapatan bir takım için ne düşünürsünüz? Kadroyu koruyup, birkaç iyi takviyeyle daha iyi bir takım oluşturup Euroleague’de başarılı olmasını ama tam tersi oldu Beşiktaş’ta, Türkiye ligi, Türkiye kupası ve Eurochallange şampiyonluğunu kazanan takım sponsor bulamadı, evet normalde bu 3 kupayı başka bir ülkede bir takım kazansa sponsorluk teklifleriyle kapısına dayanır şirketler ama Türkiye’de tam tersi oldu ve Beşiktaş var olan sponsorunu da kaybetti ve ardından yaprak dökümü başladı, önce gemiyi en son terk etmesi gereken kişi yani hoca terk etti, Ergin Ataman Beşiktaş’ı 2.kez yarı yolda bırakarak Galatasaray’a geçti, üstelik Galatasaray bu sene Euroleague’de bile yokken, ardından hep yaptığını yaparak takımın en iyisi ve kaptanı Hawkins’i Galatarasay’a aldı, Hawkins’le de kalmayıp Erwin Dudley’i de Beşiktaş’tan kopardı, ardından Carlos Arroyo takımdan ayrıldı ve sonra da taraftarın sevgilisi olan Pops Mensah Bonsu ve Zoran Erceg gitti, 3 kupa kazanan bir takımın bir anda tüm kadrosu sanki başarısız olmuş gibi dağıldı.
Yönetim her ne kadar bu takıma sponsor bulamayarak ne kadar beceriksiz olduğunu gösterse de, çok akıllı bir kararla Cholet’i şampiyon yapan Erman Kunter’i getirdi takımın başına, Erman Kunter Fransa’da uzun süre kalmanın deneyimiyle kendi takımını kurmaya başladı, Cholet’den oyuncusu Christopher’ı aldı, Jerrels geldi guard olarak, pivota Fenerbahçe’nin gönderdiği Vidmar alındı, Galatasaray’ın yolladığı Cevher Özer ve Tutku Açık ile beraber eski oyuncumuz Muratcan Güler katıldı takıma, son olarak da Dasic, Markota ve Falker geldi, yerli oyuncuların hiçbiri terk etmemişti gemiyi ve alınan bu yerli oyuncularla yerli rotasyonu şampiyon takımınkinden çok daha iyi oldu ama yabancıları kıyaslarsak maalesef kalite farkı büyüktü, bir yanda Arroyo, Hawkins, Erceg, Bonsu diğer yanda Jerrels, Christopher, Vidmar, Dasic ve Markota.
Beşiktaş kadro olarak zayıflamıştı rakipler ise tam tersine geçen seneye göre çok daha güçlüydü Galatasaray: Domercant, Ndong, Macvan ve Hawkins, Efes: Farmar, Vujacic, Gordon, Barac, Savanovic, Fenerbahçe ise Mcclebb, Sato, Bojan, Andersen ve Batiste ile inanılmaz kadrolar kurmuşlardı.
Beşiktaş sezonun ilk önemli sınavını bugün Efes’e karşı verdi, Cumhurbaşkanlığı kupasında 3 kupa kazanan Beşiktaş, lig ikincisi Efes’le karşılaştı, Erman Kunter’in öğrencileri inanılmaz bir karakter sergilediler ve adeta şu mesajı verdiler, oyuncular da değişse, hoca da değişse, değişmeyen tek şey BEŞİKTAŞIN KUPA KAZANMASI olacak. Alınan bu kupa diğer 3 kupadan belki de daha önemliydi çünkü Beşiktaş ismiyle alındı ve bu takım bu sene de şampiyonluğun bir numaralı adayıdır mesajı verdi. Başta Erman Kunter olmak üzere , gemiyi terk etmeyen Can Akın, Serhat Çetin, Barış Hersek ve tüm takıma HELAL OLSUN.
SANKT PETERSBURG
2 günlük Moskova macerasından sonra 25 Ağustos’ta Petersburg’a geçmek için Sheremetyevo havaalanından, Aeroflot ile diken üstünde bir saatlik uçuştan sonra akşam 21.30 sularında Pulkovo havaalanına indik, o kadar gergin bir uçuştu ki Petersburg’a indikten sonra tüm uçak avuçları patlarcasına pilotu alkışladı.
Macera dolu bir uçuştan sonra indiğimiz Petersburg’da dolmuşla metroya kadar gidip, metrodan 15 dakikalık bir yolculuk sonrası merkeze yani Nevsky Prospect’e geldik, otelimiz şehrin tam merkezinde olduğu için metrodan indikten sonra 5 dakikalık bir yürüyüş sonrası otele yerleştik, Cumartesi günü Petersburg’da evde bağlasan kimse durmaz lafını gitmeden önce duymuştum ve metroya biner binmez bunun gerçek olduğunu anladım, hava 15 derece olmasına rağmen tüm kızlar mini etek yada kısa elbiselerle metroda Nevksy’ye akın ediyordu, Petersburg Nevsky nehri çevresinde konumlandığı için metro nehrin altına kurulmuş olduğundan baya derinlere yapılmış, yaklaşık 5 dakikalık uzun bir yürüyen merdiven seyahatinden sonra metroya iniyorsun, hani olacağını sanmam ama elektrik kesilse metrodan yukarı çıkmak gerçekten imkansız, Moskova metrosu gibi komplike bir metro olmasa da yine de Türkiye’deki metrolara göre çok daha gelişmiş bir metro Petersburg metrosu da.
Otele yerleştiğimizde saat 22.30 olmuştu ve günün yorgunluğu üstüne aksiyon dolu uçak macerası eklenince o gece aleme akma planımız soru işaretlerine bırakmıştı yerini, ne kadar yorgun olsak da açlığımız yorgunluğumuzdan ağır geldi ve bavulları bırakır bırakmaz yemek yemek için kendimizi dışarı attık, az önce de belirttiğim gibi Cumartesi günü Petersburg’da evde duranı vurdukları için sokaklar resmen bir karnaval gibiydi, özellikle kız nüfusunun erkek nüfusundan en az 4 kat daha fazla olduğu sokakta gezen 100 kişiden 80’inin kız olmasından anlaşılıyordu, o soğukta o kadar ince giyinmek ise tek bir şekilde açıklanırdı sanırım, ateşli olmak.
Uzun bir yürüyüşten sonra bir pizzacıya girdik, arkadaş pizza ben salata istedim, salatayı Türkiye’deki gibi beklediğim için, tabakta tabağın dörtte biri doluluğunda salata gelince büyük bir şok yaşadım ama çaktırmadan yedim, arkadaşın durumu daha vahimdi bir dilim pizzaya 20 tl vermek zorunda kalması Petersburg’un da Moskova kadar pahalı bir memleket olduğunu daha ilk gün suratımıza acı bir şekilde çarptı.
Yemeğimizi yedikten sonra otele döndük, planımız yanımızda getirdiğimiz Jagermeister’den 4-5 shot yapıp hafif çakırkeyif olduktan sonra aleme akmaktı ama maalesef düşündüğümüz gibi olmadı, daha 3.shotta arkadaş sızdı kaldı, ben de ona kıyamadığım için uyandırmadım ve o gece(daha sonra anladık ki ölümcül bir hata yapmışız, Cumartesi gecesini otelde geçirmek hele ki turistsen ve bir daha Cumartesi gecesi Petersburg’da olmayacaksan ölümcül bir hataymış) otel odasında bitti.
Petersburg’a gelmeden planımızda Pazar günü Hermitage’a gitmek vardı(benim Petersburg’a gitme olayım zaten Hermitage’ı görmekti) sabah uyandık, kahvaltımızı yaptık ve Hermitage’a gitmek için yola çıktık, otelimizi booking.com’dan alacağımız zaman ilk dikkat ettiğim şey Hermitage’a yakın olmasıydı ve otelden 5 dakika yürüyerek Hermitage’a vardık, Hermitage dünyanın en büyük müzesi, öyle ki içindeki eserlerin her birine 30 saniye bakarsan 6 ayda ancak gezebileceğin inanılmaz bir kültür deposu, tek kapalı olduğu gün Pazartesi, haftanın 6 günü 10’dan 18’e kadar açık, bileti internetten almak mantıklı çünkü bilet kuyruğu bazen 2 km’yi bile aşıyor, o yüzden işimizi şansa bırakmayıp internetten aldık bileti, Hermitage’ a 2 gün ayırmıştık Pazar ve Salı, o yüzden 2 günlük bilet aldık, Pazar günü sabah 10.30’da girdiğimiz Hermitage’dan akşamüstü 18’de çıktığımızda anca ilk iki katı gezebilmiştik, ikinci katın da yarısına gelebilmiştik ve inanılmaz yorulmuştuk ama ne olursa olsun o yorgunluğa değecek bir gün geçirmiştik, Allahtan otel yakındı ve otele gider gitmez sıcak bir duş alarak yorgunluğu azda olsa üzerimizden atıp vakit kaybetmeden yemek yiyecek bir yer bulmak için kendimizi dışarı atmıştık, arkadaşın İtalyan restoranı diye tutturması nedeniyle Petersburg’da İtalyan restoranı arayıp 1 saatlik bir geziden sonra sonunda çok klas bir İtalyan restoranı bulmuştuk, dünyanın sadece 5 yerinde olan ve önünde en kötü arabanın Ferrari olduğu bir restorandı, yemeğimizi yedikten sonra otele gidip orada inşaat mühendisi olarak çalışan arkadaşımızla buluşup kendimizi Petersburg gecelerine atmaktı hedefimiz, arkadaşla otelin kapısında denk geldik ve odaya çıkıp az sohbet edip mekana attık kendimizi, Petersburg Avrupa’nın en hareketli gece hayatlarından birine sahip bir yer, hem kültürel hem de eğlence hayatı olarak kesinlikle görülmesi gereken bir yer olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, gerçi en başta da söylediğim gibi Cumartesi gecesi kesinlikle Petersburg’un en hareketli ve en güzel gecesi, eğer bir gün giderseniz bizim yaptığımız hatayı yapmayın ve ne kadar yorgun olursanız olun mutlaka kendinizi dışarı atın, Pazar günü olmasına rağmen bar gayet doluydu, Fidel adında üniversite gençlerinin gittiği salaş ama güzel müziklerin çaldığı bir mekana gittik, bira da gayet ucuzdu açıkçası, Pazar gecesi her ne kadar Cumartesi gecesi gibi olmasa da Petersburg’da eğlenecek mekan bulmak zor değil.
Pazartesi günü sabah geç yatmamıza rağmen 9’da kalktık ve kahvaltımızı yapıp, Hermitage’ın kapalı olduğu günde kendimizi Kazan katedraline atarak başladık gezmeye, Kazan katedrali Nevsky caddesinin ortasında bulunan dev bir yapı ve girdiğimiz yerlerde ücretsiz olan tek yapı, Moskova yazımda da belirtmiştim, kadınlar mini eteklerle giriyorlar ibadet etmeye, açıkçası sadece kafaları kapalı da diyebiliriz, başlarına eşarp takıyorlar ama mini etek ve kolsuz bodylerle katedrallerde ibadet etmeleri açıkçası beni şaşırttı, Kazan katedralinden sonra Dökülen Kan katedraline gittik, orası da Kazan katedralinden yürüyerek 10 dakika mesafedeydi, orası da aynı Kazan katedrali gibi ama ücret karşılığı girilen bir katedraldi ve Kazan’dan daha çok turist vardı, sanırım ücretli olunca daha çok turist gidiyor, Dökülen Kan katedralini de gezdikten sonra Pazartesi günkü 3.hedefimiz olan Peter ve Paul kalesine gittik, yakın gözüktüğü için yürüyerek gittik oysa ki hiçte yakın olmadığını yaklaşık 45 dakikalık bir yürüyüşten sonra vardığımızda anladık, Peter ve Paul kalesi de Petersburg’da muhakkak görülmesi gereken yerlerden, her ne kadar çoğu yerine giriş için ekstra para ödemek zorunda olsak da, o yorgunluğa değdi, iyi ki gitmişiz dedik, orayı da gezdikten sonra akşam 18 olmuştu saat ve Pazartesi günkü 4.hedefimiz olan St. İsac katedralini ertelemek zorunda kalarak, giderken yaptığımız hatayı tekrarlamadan metroyla Nevksy’ye geri döndük, giderken de metroyla gitseydik, hem yorulmazdık hem de 4.hedefimizi de gezerdik ama olsun en azından Petersburg’un o meşhur köprülerinden birinin üstünde yürüyerek farkında olmadan yapılması gereken bir şeyi daha yapmış olduk, neva nehri sebebiyle Petersburg şehri köprülerle birbirine bağlanan bir şehir ve köprüler geceleri yük gemilerinin geçmesi için sırayla açılıyorlar, işte bu manzara Petersburg’un en güzel manzaralarından biri oluyor ve kesinlikle köprü açılış kapanışlarını izlemek gerekiyor.
Pazartesi günü de gezdiğimiz 3 yerle bitmiş oldu, otele gidip dinlenip duşumuzu aldıktan sonra arkadaşın ısrarıyla İtalyan restoranına gittik yine, o makarna yedi ben ilk gün Ahtapot yemiştim ve gayet güzeldi ikinci gün yemek yemek istemedi canım bende madem İtalyan restoranı, İtalyanların meşhur tatlısı tiramisu deneyeyim dedim ve iyi ki de denemişim, Türkiye’de yapılan tiramisuyla uzaktan yakından alakası yoktu, inanılmaz bir lezzetti her ne kadar 50 tl olsa da o aldığım lezzete değerdi. Yemeklerimizi yedikten sonra otele geçtik giyinip tekrardan Petersburg gece hayatına doğru yol aldık, bu sefer Petersburg’un en meşhur gece mekanlarından biri olan Rossi’ye gittik, giriş paralı ve içki dahil değildi, Pazar günü gittiğimiz fidele göre çok daha büyük ve klas ama Fidel’deki o sıcaklık yoktu, hem karaoke hem de normal bar tarzında olan Rossi’de şunu anladım ki Ruslar karaoke’de gerçekten çok eğleniyorlar, bar Pazartesi gecesine rağmen gayet doluydu ama gecenin ilerleyen saatlerinde ayakta duran insan sayısı parmakla sayacağımız kadar azalmıştı, Ruslar gerçekten inanılmaz içiyorlar sadece erkekleri değil kızları da deli içiyor, benim diyen Türk erkeği o içkileri içse sanırım otel yolunu bulmayı bırak kendi adını unutur, erkekler içtikten sonra ya sızıyor ya da kavga çıkarıyor kızlar ise içtikçe daha fazla oynuyor içtikçe oyun şekilleri değişiyor, Rossi’de bunu gözlemledim. Az öncede yazdığım gibi fidele göre çok daha klas olmasına rağmen ben Fidel’de daha fazla eğlenmiştim, Rossi belki de çok daha büyük olduğu için beni sarmadı.
Pazartesi gününü de öyle sonlandırdıktan sonra sabah 3 gibi otele döndük ve sabah 9 gibi uyandık, kahvaltımızı yapıp Hermitage’ın kalanını gezmek için tekrar Hermitage’a gittik, saat 10’dan 2’ye kadar Hermitage’ın kalan yarısını da gezdikten sonra ki en önemli eserler (Picasso, Van Gogh, Da Vinci, Rembrant) 3.kattaydı onları muhakkak görmelisiniz, yazlık saray Peterhoff’u görmek için Hermitage’ın arka kapısının önünden kalkan vapura bindik, Peterhoff kralın yazlık saray olarak kullandığı son derece görkemli bir yer, vapurla yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Peterhoff’a vardık, kral öyle bir saray yapmış ki resmen sefa pezevenkliği yapmış, öyle dev fıskiyeler kurmuş ki saray girişine, o akan sularla İzmir’in bir senelik su ihtiyacı giderilir, sadece fıskiyeler de değil o yeşillik alan ve inanılmaz saray kesinlikle görülmesi gerekiyor. Peterhoff’da geçirdiğimiz 4 saatten sonra vapura binerek tekrar şehre döndük ve Pazartesi gidemediğimiz St. İsac katedraline doğru yol aldık, gittiğimizde içerisi kapanmıştı içini gezemedik ama o devasa yapıyı dışardan bile görmek için gitmeye değerdi, St. İsac katedrali Rusya’nın merkez katedraliymiş ve tüm katedraller oraya bağlıymış, St. İsac katedralini de gördükten sonra Salı gününü de bitirip otele doğru yol aldık, az dinlenip yine arkadaşın o bayıldığı İtalyan restoranına gittik ve yine üst üste üçüncü kez makarna yedi arkadaş, bildiğimiz her annenin yaptığı domatesli makarna yedi 3 gün boyunca, ben bu sefer isyan ettim ve hiçbir şey yemedim, Petersburg’un dünyaca meşhur yemeği olan strogonoff yemek istiyordum ve son gecemizde onu yemeden o şehirden ayrılmayacaktım, Petersburg’da çalışan arkadaşım Hakan’a rica ettim sağ olsun o da beni kırmadı ve arkadaşın makarnası bitince sadece strogonoff yapılan Petersburg’un en iyi restoranlarından biri olan Strogonoff House’a gittik, normalde de Türkiye’de bayılarak yediğim strogonoff’u bide yerinde yemek lazımdı, ve en iyi yapılan yerinde yemek gerçekten inanılmazdı, evet Türkiye’de de gayet güzel yapan restoranlar var ama eğer bir gün yolunuz Petersburg’a düşerse kesinlikle strogonoff yemelisiniz, ben sırf strogonoff yemek için bile yine gidebilirim, yok böyle bir lezzet, inanılmaz bir keyif aldım o yemekten, Petersburg’daki son gecemiz strogonoff sayesinde en güzel gece oldu.
Salı gecesini de öyle sonlandırdıktan sonra Çarşamba günü sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra son olarak yine Petersburg’da muhakkak yapılması gereken bir şey olan nehir gezisi turuna çıktık, Neva nehrini 1 saat boyunca Cheppa denilen nehre özel yapılmış tekneyle gezdik, şehri nehirden izlemek gerçekten çok keyifli ve güzeldi, nehir turu da bittikten sonra otele gidip bavullarımızı alıp havaalanına gitmek için metroya bindik, Plukovo havaalanından 18.50 TK 0402 seferiyle İstanbul’a döndük, Petersburg-İstanbul arası 3 saat 20 dakika sürüyor, ne olursa olsun 10 saat de sürse Petersburg’a gitmek için değer, Moskova da fena değildi ama Petersburg gerçekten inanılmaz bir yer, gerek tarihi, gerek kültürü, gerek inanılmaz binaları ve Hermitage müzesi gerekse gece hayatıyla Petersburg muhakkak gezilmesi, görülmesi gereken bir yer. Son olarak belki gereksiz bir ayrıntı ama bunu yazmadan yazıyı bitirmek istemedim, hem Moskova hem Petersburg’da ara sıra ayakkabımın bağcıkları açıldı ve ne zaman bağcığım açılsa sokaktan yanımdan geçen birileri hep beni uyarıp bağcığımın açıldığını ve bağlamam gerektiğini söylediler, Türkiye’de hem İstanbul hem İzmir’de belki de yüzlerce kez bağcığım açılmıştır ama bir kez bile bir kişi uyarmadı beni, bunu da Rusların soğuk olduğunu söyleyenler için yazmak istedim, emin olun ki Ruslar biz Türklerden hem daha sıcak hem de daha yardımsever.
Macera dolu bir uçuştan sonra indiğimiz Petersburg’da dolmuşla metroya kadar gidip, metrodan 15 dakikalık bir yolculuk sonrası merkeze yani Nevsky Prospect’e geldik, otelimiz şehrin tam merkezinde olduğu için metrodan indikten sonra 5 dakikalık bir yürüyüş sonrası otele yerleştik, Cumartesi günü Petersburg’da evde bağlasan kimse durmaz lafını gitmeden önce duymuştum ve metroya biner binmez bunun gerçek olduğunu anladım, hava 15 derece olmasına rağmen tüm kızlar mini etek yada kısa elbiselerle metroda Nevksy’ye akın ediyordu, Petersburg Nevsky nehri çevresinde konumlandığı için metro nehrin altına kurulmuş olduğundan baya derinlere yapılmış, yaklaşık 5 dakikalık uzun bir yürüyen merdiven seyahatinden sonra metroya iniyorsun, hani olacağını sanmam ama elektrik kesilse metrodan yukarı çıkmak gerçekten imkansız, Moskova metrosu gibi komplike bir metro olmasa da yine de Türkiye’deki metrolara göre çok daha gelişmiş bir metro Petersburg metrosu da.
Otele yerleştiğimizde saat 22.30 olmuştu ve günün yorgunluğu üstüne aksiyon dolu uçak macerası eklenince o gece aleme akma planımız soru işaretlerine bırakmıştı yerini, ne kadar yorgun olsak da açlığımız yorgunluğumuzdan ağır geldi ve bavulları bırakır bırakmaz yemek yemek için kendimizi dışarı attık, az önce de belirttiğim gibi Cumartesi günü Petersburg’da evde duranı vurdukları için sokaklar resmen bir karnaval gibiydi, özellikle kız nüfusunun erkek nüfusundan en az 4 kat daha fazla olduğu sokakta gezen 100 kişiden 80’inin kız olmasından anlaşılıyordu, o soğukta o kadar ince giyinmek ise tek bir şekilde açıklanırdı sanırım, ateşli olmak.
Uzun bir yürüyüşten sonra bir pizzacıya girdik, arkadaş pizza ben salata istedim, salatayı Türkiye’deki gibi beklediğim için, tabakta tabağın dörtte biri doluluğunda salata gelince büyük bir şok yaşadım ama çaktırmadan yedim, arkadaşın durumu daha vahimdi bir dilim pizzaya 20 tl vermek zorunda kalması Petersburg’un da Moskova kadar pahalı bir memleket olduğunu daha ilk gün suratımıza acı bir şekilde çarptı.
Yemeğimizi yedikten sonra otele döndük, planımız yanımızda getirdiğimiz Jagermeister’den 4-5 shot yapıp hafif çakırkeyif olduktan sonra aleme akmaktı ama maalesef düşündüğümüz gibi olmadı, daha 3.shotta arkadaş sızdı kaldı, ben de ona kıyamadığım için uyandırmadım ve o gece(daha sonra anladık ki ölümcül bir hata yapmışız, Cumartesi gecesini otelde geçirmek hele ki turistsen ve bir daha Cumartesi gecesi Petersburg’da olmayacaksan ölümcül bir hataymış) otel odasında bitti.
Petersburg’a gelmeden planımızda Pazar günü Hermitage’a gitmek vardı(benim Petersburg’a gitme olayım zaten Hermitage’ı görmekti) sabah uyandık, kahvaltımızı yaptık ve Hermitage’a gitmek için yola çıktık, otelimizi booking.com’dan alacağımız zaman ilk dikkat ettiğim şey Hermitage’a yakın olmasıydı ve otelden 5 dakika yürüyerek Hermitage’a vardık, Hermitage dünyanın en büyük müzesi, öyle ki içindeki eserlerin her birine 30 saniye bakarsan 6 ayda ancak gezebileceğin inanılmaz bir kültür deposu, tek kapalı olduğu gün Pazartesi, haftanın 6 günü 10’dan 18’e kadar açık, bileti internetten almak mantıklı çünkü bilet kuyruğu bazen 2 km’yi bile aşıyor, o yüzden işimizi şansa bırakmayıp internetten aldık bileti, Hermitage’ a 2 gün ayırmıştık Pazar ve Salı, o yüzden 2 günlük bilet aldık, Pazar günü sabah 10.30’da girdiğimiz Hermitage’dan akşamüstü 18’de çıktığımızda anca ilk iki katı gezebilmiştik, ikinci katın da yarısına gelebilmiştik ve inanılmaz yorulmuştuk ama ne olursa olsun o yorgunluğa değecek bir gün geçirmiştik, Allahtan otel yakındı ve otele gider gitmez sıcak bir duş alarak yorgunluğu azda olsa üzerimizden atıp vakit kaybetmeden yemek yiyecek bir yer bulmak için kendimizi dışarı atmıştık, arkadaşın İtalyan restoranı diye tutturması nedeniyle Petersburg’da İtalyan restoranı arayıp 1 saatlik bir geziden sonra sonunda çok klas bir İtalyan restoranı bulmuştuk, dünyanın sadece 5 yerinde olan ve önünde en kötü arabanın Ferrari olduğu bir restorandı, yemeğimizi yedikten sonra otele gidip orada inşaat mühendisi olarak çalışan arkadaşımızla buluşup kendimizi Petersburg gecelerine atmaktı hedefimiz, arkadaşla otelin kapısında denk geldik ve odaya çıkıp az sohbet edip mekana attık kendimizi, Petersburg Avrupa’nın en hareketli gece hayatlarından birine sahip bir yer, hem kültürel hem de eğlence hayatı olarak kesinlikle görülmesi gereken bir yer olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, gerçi en başta da söylediğim gibi Cumartesi gecesi kesinlikle Petersburg’un en hareketli ve en güzel gecesi, eğer bir gün giderseniz bizim yaptığımız hatayı yapmayın ve ne kadar yorgun olursanız olun mutlaka kendinizi dışarı atın, Pazar günü olmasına rağmen bar gayet doluydu, Fidel adında üniversite gençlerinin gittiği salaş ama güzel müziklerin çaldığı bir mekana gittik, bira da gayet ucuzdu açıkçası, Pazar gecesi her ne kadar Cumartesi gecesi gibi olmasa da Petersburg’da eğlenecek mekan bulmak zor değil.
Pazartesi günü sabah geç yatmamıza rağmen 9’da kalktık ve kahvaltımızı yapıp, Hermitage’ın kapalı olduğu günde kendimizi Kazan katedraline atarak başladık gezmeye, Kazan katedrali Nevsky caddesinin ortasında bulunan dev bir yapı ve girdiğimiz yerlerde ücretsiz olan tek yapı, Moskova yazımda da belirtmiştim, kadınlar mini eteklerle giriyorlar ibadet etmeye, açıkçası sadece kafaları kapalı da diyebiliriz, başlarına eşarp takıyorlar ama mini etek ve kolsuz bodylerle katedrallerde ibadet etmeleri açıkçası beni şaşırttı, Kazan katedralinden sonra Dökülen Kan katedraline gittik, orası da Kazan katedralinden yürüyerek 10 dakika mesafedeydi, orası da aynı Kazan katedrali gibi ama ücret karşılığı girilen bir katedraldi ve Kazan’dan daha çok turist vardı, sanırım ücretli olunca daha çok turist gidiyor, Dökülen Kan katedralini de gezdikten sonra Pazartesi günkü 3.hedefimiz olan Peter ve Paul kalesine gittik, yakın gözüktüğü için yürüyerek gittik oysa ki hiçte yakın olmadığını yaklaşık 45 dakikalık bir yürüyüşten sonra vardığımızda anladık, Peter ve Paul kalesi de Petersburg’da muhakkak görülmesi gereken yerlerden, her ne kadar çoğu yerine giriş için ekstra para ödemek zorunda olsak da, o yorgunluğa değdi, iyi ki gitmişiz dedik, orayı da gezdikten sonra akşam 18 olmuştu saat ve Pazartesi günkü 4.hedefimiz olan St. İsac katedralini ertelemek zorunda kalarak, giderken yaptığımız hatayı tekrarlamadan metroyla Nevksy’ye geri döndük, giderken de metroyla gitseydik, hem yorulmazdık hem de 4.hedefimizi de gezerdik ama olsun en azından Petersburg’un o meşhur köprülerinden birinin üstünde yürüyerek farkında olmadan yapılması gereken bir şeyi daha yapmış olduk, neva nehri sebebiyle Petersburg şehri köprülerle birbirine bağlanan bir şehir ve köprüler geceleri yük gemilerinin geçmesi için sırayla açılıyorlar, işte bu manzara Petersburg’un en güzel manzaralarından biri oluyor ve kesinlikle köprü açılış kapanışlarını izlemek gerekiyor.
Pazartesi günü de gezdiğimiz 3 yerle bitmiş oldu, otele gidip dinlenip duşumuzu aldıktan sonra arkadaşın ısrarıyla İtalyan restoranına gittik yine, o makarna yedi ben ilk gün Ahtapot yemiştim ve gayet güzeldi ikinci gün yemek yemek istemedi canım bende madem İtalyan restoranı, İtalyanların meşhur tatlısı tiramisu deneyeyim dedim ve iyi ki de denemişim, Türkiye’de yapılan tiramisuyla uzaktan yakından alakası yoktu, inanılmaz bir lezzetti her ne kadar 50 tl olsa da o aldığım lezzete değerdi. Yemeklerimizi yedikten sonra otele geçtik giyinip tekrardan Petersburg gece hayatına doğru yol aldık, bu sefer Petersburg’un en meşhur gece mekanlarından biri olan Rossi’ye gittik, giriş paralı ve içki dahil değildi, Pazar günü gittiğimiz fidele göre çok daha büyük ve klas ama Fidel’deki o sıcaklık yoktu, hem karaoke hem de normal bar tarzında olan Rossi’de şunu anladım ki Ruslar karaoke’de gerçekten çok eğleniyorlar, bar Pazartesi gecesine rağmen gayet doluydu ama gecenin ilerleyen saatlerinde ayakta duran insan sayısı parmakla sayacağımız kadar azalmıştı, Ruslar gerçekten inanılmaz içiyorlar sadece erkekleri değil kızları da deli içiyor, benim diyen Türk erkeği o içkileri içse sanırım otel yolunu bulmayı bırak kendi adını unutur, erkekler içtikten sonra ya sızıyor ya da kavga çıkarıyor kızlar ise içtikçe daha fazla oynuyor içtikçe oyun şekilleri değişiyor, Rossi’de bunu gözlemledim. Az öncede yazdığım gibi fidele göre çok daha klas olmasına rağmen ben Fidel’de daha fazla eğlenmiştim, Rossi belki de çok daha büyük olduğu için beni sarmadı.
Pazartesi gününü de öyle sonlandırdıktan sonra sabah 3 gibi otele döndük ve sabah 9 gibi uyandık, kahvaltımızı yapıp Hermitage’ın kalanını gezmek için tekrar Hermitage’a gittik, saat 10’dan 2’ye kadar Hermitage’ın kalan yarısını da gezdikten sonra ki en önemli eserler (Picasso, Van Gogh, Da Vinci, Rembrant) 3.kattaydı onları muhakkak görmelisiniz, yazlık saray Peterhoff’u görmek için Hermitage’ın arka kapısının önünden kalkan vapura bindik, Peterhoff kralın yazlık saray olarak kullandığı son derece görkemli bir yer, vapurla yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Peterhoff’a vardık, kral öyle bir saray yapmış ki resmen sefa pezevenkliği yapmış, öyle dev fıskiyeler kurmuş ki saray girişine, o akan sularla İzmir’in bir senelik su ihtiyacı giderilir, sadece fıskiyeler de değil o yeşillik alan ve inanılmaz saray kesinlikle görülmesi gerekiyor. Peterhoff’da geçirdiğimiz 4 saatten sonra vapura binerek tekrar şehre döndük ve Pazartesi gidemediğimiz St. İsac katedraline doğru yol aldık, gittiğimizde içerisi kapanmıştı içini gezemedik ama o devasa yapıyı dışardan bile görmek için gitmeye değerdi, St. İsac katedrali Rusya’nın merkez katedraliymiş ve tüm katedraller oraya bağlıymış, St. İsac katedralini de gördükten sonra Salı gününü de bitirip otele doğru yol aldık, az dinlenip yine arkadaşın o bayıldığı İtalyan restoranına gittik ve yine üst üste üçüncü kez makarna yedi arkadaş, bildiğimiz her annenin yaptığı domatesli makarna yedi 3 gün boyunca, ben bu sefer isyan ettim ve hiçbir şey yemedim, Petersburg’un dünyaca meşhur yemeği olan strogonoff yemek istiyordum ve son gecemizde onu yemeden o şehirden ayrılmayacaktım, Petersburg’da çalışan arkadaşım Hakan’a rica ettim sağ olsun o da beni kırmadı ve arkadaşın makarnası bitince sadece strogonoff yapılan Petersburg’un en iyi restoranlarından biri olan Strogonoff House’a gittik, normalde de Türkiye’de bayılarak yediğim strogonoff’u bide yerinde yemek lazımdı, ve en iyi yapılan yerinde yemek gerçekten inanılmazdı, evet Türkiye’de de gayet güzel yapan restoranlar var ama eğer bir gün yolunuz Petersburg’a düşerse kesinlikle strogonoff yemelisiniz, ben sırf strogonoff yemek için bile yine gidebilirim, yok böyle bir lezzet, inanılmaz bir keyif aldım o yemekten, Petersburg’daki son gecemiz strogonoff sayesinde en güzel gece oldu.
Salı gecesini de öyle sonlandırdıktan sonra Çarşamba günü sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra son olarak yine Petersburg’da muhakkak yapılması gereken bir şey olan nehir gezisi turuna çıktık, Neva nehrini 1 saat boyunca Cheppa denilen nehre özel yapılmış tekneyle gezdik, şehri nehirden izlemek gerçekten çok keyifli ve güzeldi, nehir turu da bittikten sonra otele gidip bavullarımızı alıp havaalanına gitmek için metroya bindik, Plukovo havaalanından 18.50 TK 0402 seferiyle İstanbul’a döndük, Petersburg-İstanbul arası 3 saat 20 dakika sürüyor, ne olursa olsun 10 saat de sürse Petersburg’a gitmek için değer, Moskova da fena değildi ama Petersburg gerçekten inanılmaz bir yer, gerek tarihi, gerek kültürü, gerek inanılmaz binaları ve Hermitage müzesi gerekse gece hayatıyla Petersburg muhakkak gezilmesi, görülmesi gereken bir yer. Son olarak belki gereksiz bir ayrıntı ama bunu yazmadan yazıyı bitirmek istemedim, hem Moskova hem Petersburg’da ara sıra ayakkabımın bağcıkları açıldı ve ne zaman bağcığım açılsa sokaktan yanımdan geçen birileri hep beni uyarıp bağcığımın açıldığını ve bağlamam gerektiğini söylediler, Türkiye’de hem İstanbul hem İzmir’de belki de yüzlerce kez bağcığım açılmıştır ama bir kez bile bir kişi uyarmadı beni, bunu da Rusların soğuk olduğunu söyleyenler için yazmak istedim, emin olun ki Ruslar biz Türklerden hem daha sıcak hem de daha yardımsever.
16 Eylül 2012 Pazar
MOSKOVA
23 Ağustos’ta Türk Hava Yolları’nın TK 0417 seferiyle gittik Moskova’ya uçak İstanbul’dan saat 11.05’de kalktı ve Moskova saatiyle 14.55’te Moskova’ya inmiş olduk(Rusya Türkiye’den 1 saat ileri olduğu için aslında 13.55’te indik, yani uçuş 2 saat 50 dakika sürdü), uçağa binmeden free shoptan içki alalım dedik ama arkadaş salla Vnukovo havaalanında daha ucuzdur oradan alırız deyince almadık içki, fakat uçağa bindiğimizde her Rus’un elinde en az 3 free shop poşetini görünce anladık ki İstanbul free shopu Moskova free shopundan daha ucuzmuş, uçuş gayet keyifliydi özellikle Türk Hava Yolları’nın o leziz yemekleri uçuşu keyifli yapan faktörlerin başında geldi, 5 yıldızlı otel restoranı lezzetinde yemekler sunuyor Thy uçuşlarında, Vnukovo havaalanına indikten sonra ilk şoku free shop olmadığını görünce yaşadık, hani Ruslar neden İstanbul’dan 3’er poşet içki almışlar gayet iyi anlamış olduk, sonra pasaport kontrolüne girdik, Rus halkı cidden tam bir robot hayatı yaşıyor 4 ayrı pasaport kontrol noktası var ikisi bomboşken diğer ikisi full ve hiçbiri boş olana geçmeyi akıl edemedi en son hitler Almanya’sındaki polislere benzeyen bir polis abla geldi ve bağırarak o kuyruğun yarısını boş olan yerlere geçirdi.
Pasaport kontrolünde polis bize göçmen kağıdı verdi, o kağıt çok önemli seyahat boyunca pasaportla beraber yanımızdan ayırmamamız gerekiyor, bitiş tarihi ise 30 aralıktı yani 4 aylık vize verdiler de diyebiliriz, pasaporttan sonra bavullarımızı almaya geçtik, ilk şoku free shop olmadığını anladığımızda yaşadık ama asıl şok az sonra gelecekti, bavullarımızı almak için banta geçtiğimizde arkadaşın bavulu çıktı ama benimki yoktu, bant döndü herkes bavulunu aldı gitti, benim bavul çıkmadı, işte asıl şoku o an yaşamış oldum ben, hemen kayıp eşya departmanına geçtik, Allahtan görevli İngilizce biliyordu formlarımızı doldurduk, görevli çok sempatikti ve bize bavulumuzun bulunması durumunda otele yollanacağını söyledi, gereken işlemleri yaptık ve ben daha tatilin ilk anlarında yaşadığım bir şokla Moskova’ya girmiş oldum.
Havaalanından şehir merkezine aeroexpress denen trenlerle geçiş yapılıyordu, her saat başı kalkan trenler merkeze yaklaşık 45 dakikada gidiyorlar, tren sizi bir metro istasyonunda indiriyor ve metro aktarması yapıp merkeze geçiyorsun, Moskova metrosu için az sonra düşüncelerimi belirteceğim ama kısaca şunu söylemek gerekirse adamlar resmen efsane bir metro hattı yapmışlar, koskoca Moskova’yı o metroyla gezebiliyorsun hiç taksi ve otobüse ihtiyaç duymadan, otelimiz metrodan indikten sonra yürüyerek 3 dakikalık bir mesafedeydi, metrodan indikten sonra yukarı çıktığımızda gördüğümüz en kötü araba Porsche’ydi, Ferrariler gırla, Range Roverlar gayet sıradandı o caddede, sanırım biz farkında olmadan Moskova’nın en lüks otelini ayarlamıştık booking.com’dan, otelimizin hemen yanında Vogue cafe vardı, cafenin önünde 2 tane çam yarması, onlara sorduk oteli ve gayet kibar bir şekilde tarif ettiler bize, otele gittik, otelin tam karşısında Rusya’nın merkez bankası vardı yani istesem de kaybolamazdım orada sanırım.
Otele yerleştikten sonra dışarı çıkıp gezelim dedik, her ne kadar kapanmış olsa da kremlin sarayının oraya gidip gece manzarasını izleyelim dedik, metroya binip bir durak sonra indik ve kremlinin hemen önüne çıktık, kızıl meydan ve kremlin gerçekten efsane, yıllarca filmlerde gördüğüm yerlerin havasını solumak çok güzel bir duyguydu, kızıl meydan boyunca yavaş yavaş oranın tadını çıkararak gezdik, kızıl meydanın sonuna doğru St Vasili kilisesi var ki o da Moskova’nın kesinlikle gezilmesi gereken yerlerinden biri, ilk gece hem yol yorgunluğu hem de bavulun kaybolmasının moral bozukluğundan otele gidip uyuduk, sabah erken kalkıp kremlin sarayını gezmeye gidecektik, 10 da açılıyordu akşam 5’e kadar açıktı, tabi sadece kremlin değil, gezilecek çok yer vardı, o yüzden uyuyup, dinlendik.
Sabah olduğunda kahvaltımızı yapar yapmaz çıktık bu sefer yürüyerek gidelim dedik hem otelin hemen yanındaki Bolşoy tiyatrosunu da görmek gerekiyordu, Bolşoy’un önünde fotoğraf çektirip, 15 dakika o harika yapıyı ağzımız açık izledik, Dünyaca ünlü bolşoy tiyatrosu, gerçekten harikaydı, bolşoy’u gezdikten sonra kremline gittik, bilet kuyruğu fenaydı yaklaşık yarım saat bekledik, kremlin ve silah müzesinin biletleri ayrı satılıyordu kremlini aldık ama silah müzesinin biletleri bitmişti alamadık, her gün sınırlı sayıda kişi gezebiliyordu ve onun biletleri için erken gelmek gerekiyordu, kremline girdik ve kremlini yaklaşık 3 saatte gezebildik, Topkapı’yla karşılaştırmak gerekirse, Topkapı’nın tek artısı manzarası, yani deniz olmasa bence kremlin daha iyi bir yapı Topkapı sarayından, kremlinin içindeki katedraller ve çarın topuyla, çanı gerçekten görülmesi gereken yapılar.
Kremlinde 3 saat geçirdikten sonra ayaklarımız bitmiş bir halde saraydan çıktık ve Kızılmeydan’dan St Vasili katedraline doğru yürümeye başladık, St Vasili’i gezikten sonra Kızılmeydan boyunca uzanan Avm’ye girip bir gezelim dedik meğer o avm bizim gidilecekler listesinde olan GUM’muş, enine olarak nerdeyse tüm kızıl meydanı kaplayan Gum tarihi bir binaya inşa edilen 3 katlı son derece modern avm, tamamen kapalı ama üstü tamamen camla kapandığı için gün ışığını alıyor, içerisi de gayet sıcak sanırım kışın -30ları düşünerek yapmışlar, arkadaş madem bavulun kayıp bir pantolon alalım da en azından 6 gün boyunca eşofmanla gezme dedi ve biz Levis’e girdik Türkiye’de 150-200 arası olan 501 e bakayım dedim bakmaz olaydım en ucuz 501 350 tl’den başlıyordu, Moskova’nın pahalı bir memleket olduğunu biliyordum ama ilk tokat o an suratıma çarptı, tabi ki almadan çıktım ve GUM’u gezip bir cafeye oturduk.
Cafe’de havyar ve Baileys istedim, toplam 60 tl gayet normal fiyat derken, baileys’in bir bardağın 10’da 1’i kadar geldiğini görünce gözlerime inanamadım, Türkiye’de bardağı sonuna kadar doldururlar ve ortalama 15-25 tl arasıdır bir baileys ama Moskova’da o bardağın 10’da 1’i ve havyarın 15 tl olduğunu düşünürsek 45 tl verdik, yani o bardak tamamen dolu olsa 200 tl olacaktı fiyat, Levis olayından sonra baileys olayıyla Moskova’nın pahalılık konusunda aşmış olduğunu, cafeden kalkıp avm’deki markete girdik(bizim Migros tarzı) meyveler kiloyla değil bardakla satılıyordu ve bizim 1 kg’den çok daha pahalıydı, sadece şunu söylesem Moskova’nın nasıl pahalı bir yer olduğunu anlarsınız, Burger king’de double whopper’ı 60 tl’ye yedim, Türkiye’de 16 tl olan şeyi, Türkiye’de 50 kuruş olan 0.5 lt sular orda 3.5 tl’ydi, Moskova dünyanın 3. Avrupa’nın ise en pahalı şehri.
İkinci günümüzde son olarak Moskova etnografya müzesini gezdik ve saat 19’da orası da kapanınca ayaklarımıza kara sular inmiş bir şekilde otele gittik, otele gittik ama hala gezeceğimiz yerler bitmemişti ve ertesi gün Saint Petersburg’a geçme zamanıydı, otele geldiğimizde bavul geldi mi diye umutsuzca sorduğumda resepsiyona, resepsiyonistin evet demesiyle hayatımda yaşadığım en büyük sevinçlerden birini yaşadım, bavuluma 2 gün gecikmeli de olsa kavuşmuştum ve tatil o an başladı benim için, o gece Moskova’nın gece hayatını gördük, Rus kızlarının mutluluğu neden dışarda aradığını da anlamış olduk, Rus erkekleri kesinlikle ayık gezmiyorlar, bir gecede tam 14 tane sızmış ve ayakta zor duran adam gördüm, gece bindiğimiz metro resmen votka kokuyordu, metroyu geçtim, sokaklar bile votka kokuyordu, metroda sızanlara zaten herkes normal gözle bakarken, sarhoş olmayan bir tane bile erkek görmedim desem yalan olmaz, meşhur arbat caddesine gittik, gittiğimizde pek canlı değildi aslında belki de yanlış zamanda gitmiştik ama bizim istiklalden daha kötü bir yer olduğu kesin.
Moskova’daki son günümüzde planımız kremlindeki silah müzesini gezmek ardından Lenin mozolesini ziyaret edip Nazım Hikmet’in mezarını görmek için Novodevichy manastırına gitmekti, sabah 9.30’da bilet gişesi açılmadan gittik, yine de kuyruk vardı, 10.00’da gişe açılınca biletimi alıp silah müzesini gezdim, ardından Lenin mozolesine gittik ama yaklaşık 1 km kuyruk vardı ve bunların çoğu da Japon’du, bizde üzülerek es geçmek zorunda kaldık mozoleyi ve metroya binip Novodevichy manastırına gittim, başta Nazım Hikmet olmak üzere, ünlü Rus devlet adamlarının mezarlarının olduğu Novodevichy’de yaklaşık 2 saat kaldım, manastırın bahçesinde mezarlar var manastırda ise gelip ibadetlerini yapıyorlar, dikkatimi çeken şey mini etekli bir sürü kızın başlarını kapayıp manastıra girmesi ve çoğunun ağlayarak dua etmesi oldu, yani kıyafet önemli değil onlar için ibadette, ibadetlerini inanarak ve kalpten yaptıkları çok belli oluyordu.
Novodevichy gezimi de tamamladıktan sonra metroyla otele geri döndüm ve bavullarımızı alıp St Petersburg’a gitmek üzere Rusya’nın ana havaalanı Sheremetyevo’ya doğru yola çıktık( İstanbul’dan gelirken indiğimiz Vnukovo Sabiha Gökçen, Petersburg’a giderken gittiğimiz Sheremetyevo ise Atatürk havaalanı gibi) metroya binip aeroexpreslerin kalktığı istasyona gittik, bu arada lafı gelmişken Moskova metrosu gerçekten inanılmaz bir yer, adamlar öyle dizayn etmişler ki 4-5 hat var ve metroda bile gezerken yoruluyorsun o kadar büyük, biz 2 gün sonunda anca çözmüştük metroyu, bizim metrolar gibi tek bir hat yok, tren tek bir rayda gitmiyor, üstelik metro istasyonları da resmen tarihi eser, mutlaka görülmesi gereken istasyonlar var, metro çok sık geçiyor birini kaçırınca 1 dakika sonra diğeri geliyor, ve Rus halkı soğuk falan değil, gayet yardımsever her ne kadar yardım istediğimiz 10 Moskovalıdan 9’u İngilizce bilmese de işaretlerle yardım etmeye çalıştılar.
Sheremetyevo havaalanına gidip Rusların meşhur havayolu Aeroflot ile Petersburg’a uçtuk, Aeroflot hakkında söylemek istediklerim ise hostesleri her Türk erkeğinin hayalindeki hostes tipi, gayet güzeller ve kırmızı bir üniforma giyerek ne kadar iddialı olduklarını da gösteriyorlar, ama hostesleri ne kadar iyiyse pilotları o kadar kötüydü, Petersburg’a öyle bir indik ki içimden Allah’ım sana geliyorum dedim, hayatımda o kadar sert bir iniş görmedim ben, hani dedikleri gibi varmış Aeroflotun, Petersburg’a inince uçakta bir alkış tufanı koptu. Moskova özet olarak çok pahalı ve çok kalabalık bir şehir bir daha gidermişin deseler hayır derim, ama kesinlikle gidilip görülmesi gereken bir yer olduğunu da söyleyeyim.
Pasaport kontrolünde polis bize göçmen kağıdı verdi, o kağıt çok önemli seyahat boyunca pasaportla beraber yanımızdan ayırmamamız gerekiyor, bitiş tarihi ise 30 aralıktı yani 4 aylık vize verdiler de diyebiliriz, pasaporttan sonra bavullarımızı almaya geçtik, ilk şoku free shop olmadığını anladığımızda yaşadık ama asıl şok az sonra gelecekti, bavullarımızı almak için banta geçtiğimizde arkadaşın bavulu çıktı ama benimki yoktu, bant döndü herkes bavulunu aldı gitti, benim bavul çıkmadı, işte asıl şoku o an yaşamış oldum ben, hemen kayıp eşya departmanına geçtik, Allahtan görevli İngilizce biliyordu formlarımızı doldurduk, görevli çok sempatikti ve bize bavulumuzun bulunması durumunda otele yollanacağını söyledi, gereken işlemleri yaptık ve ben daha tatilin ilk anlarında yaşadığım bir şokla Moskova’ya girmiş oldum.
Havaalanından şehir merkezine aeroexpress denen trenlerle geçiş yapılıyordu, her saat başı kalkan trenler merkeze yaklaşık 45 dakikada gidiyorlar, tren sizi bir metro istasyonunda indiriyor ve metro aktarması yapıp merkeze geçiyorsun, Moskova metrosu için az sonra düşüncelerimi belirteceğim ama kısaca şunu söylemek gerekirse adamlar resmen efsane bir metro hattı yapmışlar, koskoca Moskova’yı o metroyla gezebiliyorsun hiç taksi ve otobüse ihtiyaç duymadan, otelimiz metrodan indikten sonra yürüyerek 3 dakikalık bir mesafedeydi, metrodan indikten sonra yukarı çıktığımızda gördüğümüz en kötü araba Porsche’ydi, Ferrariler gırla, Range Roverlar gayet sıradandı o caddede, sanırım biz farkında olmadan Moskova’nın en lüks otelini ayarlamıştık booking.com’dan, otelimizin hemen yanında Vogue cafe vardı, cafenin önünde 2 tane çam yarması, onlara sorduk oteli ve gayet kibar bir şekilde tarif ettiler bize, otele gittik, otelin tam karşısında Rusya’nın merkez bankası vardı yani istesem de kaybolamazdım orada sanırım.
Otele yerleştikten sonra dışarı çıkıp gezelim dedik, her ne kadar kapanmış olsa da kremlin sarayının oraya gidip gece manzarasını izleyelim dedik, metroya binip bir durak sonra indik ve kremlinin hemen önüne çıktık, kızıl meydan ve kremlin gerçekten efsane, yıllarca filmlerde gördüğüm yerlerin havasını solumak çok güzel bir duyguydu, kızıl meydan boyunca yavaş yavaş oranın tadını çıkararak gezdik, kızıl meydanın sonuna doğru St Vasili kilisesi var ki o da Moskova’nın kesinlikle gezilmesi gereken yerlerinden biri, ilk gece hem yol yorgunluğu hem de bavulun kaybolmasının moral bozukluğundan otele gidip uyuduk, sabah erken kalkıp kremlin sarayını gezmeye gidecektik, 10 da açılıyordu akşam 5’e kadar açıktı, tabi sadece kremlin değil, gezilecek çok yer vardı, o yüzden uyuyup, dinlendik.
Sabah olduğunda kahvaltımızı yapar yapmaz çıktık bu sefer yürüyerek gidelim dedik hem otelin hemen yanındaki Bolşoy tiyatrosunu da görmek gerekiyordu, Bolşoy’un önünde fotoğraf çektirip, 15 dakika o harika yapıyı ağzımız açık izledik, Dünyaca ünlü bolşoy tiyatrosu, gerçekten harikaydı, bolşoy’u gezdikten sonra kremline gittik, bilet kuyruğu fenaydı yaklaşık yarım saat bekledik, kremlin ve silah müzesinin biletleri ayrı satılıyordu kremlini aldık ama silah müzesinin biletleri bitmişti alamadık, her gün sınırlı sayıda kişi gezebiliyordu ve onun biletleri için erken gelmek gerekiyordu, kremline girdik ve kremlini yaklaşık 3 saatte gezebildik, Topkapı’yla karşılaştırmak gerekirse, Topkapı’nın tek artısı manzarası, yani deniz olmasa bence kremlin daha iyi bir yapı Topkapı sarayından, kremlinin içindeki katedraller ve çarın topuyla, çanı gerçekten görülmesi gereken yapılar.
Kremlinde 3 saat geçirdikten sonra ayaklarımız bitmiş bir halde saraydan çıktık ve Kızılmeydan’dan St Vasili katedraline doğru yürümeye başladık, St Vasili’i gezikten sonra Kızılmeydan boyunca uzanan Avm’ye girip bir gezelim dedik meğer o avm bizim gidilecekler listesinde olan GUM’muş, enine olarak nerdeyse tüm kızıl meydanı kaplayan Gum tarihi bir binaya inşa edilen 3 katlı son derece modern avm, tamamen kapalı ama üstü tamamen camla kapandığı için gün ışığını alıyor, içerisi de gayet sıcak sanırım kışın -30ları düşünerek yapmışlar, arkadaş madem bavulun kayıp bir pantolon alalım da en azından 6 gün boyunca eşofmanla gezme dedi ve biz Levis’e girdik Türkiye’de 150-200 arası olan 501 e bakayım dedim bakmaz olaydım en ucuz 501 350 tl’den başlıyordu, Moskova’nın pahalı bir memleket olduğunu biliyordum ama ilk tokat o an suratıma çarptı, tabi ki almadan çıktım ve GUM’u gezip bir cafeye oturduk.
Cafe’de havyar ve Baileys istedim, toplam 60 tl gayet normal fiyat derken, baileys’in bir bardağın 10’da 1’i kadar geldiğini görünce gözlerime inanamadım, Türkiye’de bardağı sonuna kadar doldururlar ve ortalama 15-25 tl arasıdır bir baileys ama Moskova’da o bardağın 10’da 1’i ve havyarın 15 tl olduğunu düşünürsek 45 tl verdik, yani o bardak tamamen dolu olsa 200 tl olacaktı fiyat, Levis olayından sonra baileys olayıyla Moskova’nın pahalılık konusunda aşmış olduğunu, cafeden kalkıp avm’deki markete girdik(bizim Migros tarzı) meyveler kiloyla değil bardakla satılıyordu ve bizim 1 kg’den çok daha pahalıydı, sadece şunu söylesem Moskova’nın nasıl pahalı bir yer olduğunu anlarsınız, Burger king’de double whopper’ı 60 tl’ye yedim, Türkiye’de 16 tl olan şeyi, Türkiye’de 50 kuruş olan 0.5 lt sular orda 3.5 tl’ydi, Moskova dünyanın 3. Avrupa’nın ise en pahalı şehri.
İkinci günümüzde son olarak Moskova etnografya müzesini gezdik ve saat 19’da orası da kapanınca ayaklarımıza kara sular inmiş bir şekilde otele gittik, otele gittik ama hala gezeceğimiz yerler bitmemişti ve ertesi gün Saint Petersburg’a geçme zamanıydı, otele geldiğimizde bavul geldi mi diye umutsuzca sorduğumda resepsiyona, resepsiyonistin evet demesiyle hayatımda yaşadığım en büyük sevinçlerden birini yaşadım, bavuluma 2 gün gecikmeli de olsa kavuşmuştum ve tatil o an başladı benim için, o gece Moskova’nın gece hayatını gördük, Rus kızlarının mutluluğu neden dışarda aradığını da anlamış olduk, Rus erkekleri kesinlikle ayık gezmiyorlar, bir gecede tam 14 tane sızmış ve ayakta zor duran adam gördüm, gece bindiğimiz metro resmen votka kokuyordu, metroyu geçtim, sokaklar bile votka kokuyordu, metroda sızanlara zaten herkes normal gözle bakarken, sarhoş olmayan bir tane bile erkek görmedim desem yalan olmaz, meşhur arbat caddesine gittik, gittiğimizde pek canlı değildi aslında belki de yanlış zamanda gitmiştik ama bizim istiklalden daha kötü bir yer olduğu kesin.
Moskova’daki son günümüzde planımız kremlindeki silah müzesini gezmek ardından Lenin mozolesini ziyaret edip Nazım Hikmet’in mezarını görmek için Novodevichy manastırına gitmekti, sabah 9.30’da bilet gişesi açılmadan gittik, yine de kuyruk vardı, 10.00’da gişe açılınca biletimi alıp silah müzesini gezdim, ardından Lenin mozolesine gittik ama yaklaşık 1 km kuyruk vardı ve bunların çoğu da Japon’du, bizde üzülerek es geçmek zorunda kaldık mozoleyi ve metroya binip Novodevichy manastırına gittim, başta Nazım Hikmet olmak üzere, ünlü Rus devlet adamlarının mezarlarının olduğu Novodevichy’de yaklaşık 2 saat kaldım, manastırın bahçesinde mezarlar var manastırda ise gelip ibadetlerini yapıyorlar, dikkatimi çeken şey mini etekli bir sürü kızın başlarını kapayıp manastıra girmesi ve çoğunun ağlayarak dua etmesi oldu, yani kıyafet önemli değil onlar için ibadette, ibadetlerini inanarak ve kalpten yaptıkları çok belli oluyordu.
Novodevichy gezimi de tamamladıktan sonra metroyla otele geri döndüm ve bavullarımızı alıp St Petersburg’a gitmek üzere Rusya’nın ana havaalanı Sheremetyevo’ya doğru yola çıktık( İstanbul’dan gelirken indiğimiz Vnukovo Sabiha Gökçen, Petersburg’a giderken gittiğimiz Sheremetyevo ise Atatürk havaalanı gibi) metroya binip aeroexpreslerin kalktığı istasyona gittik, bu arada lafı gelmişken Moskova metrosu gerçekten inanılmaz bir yer, adamlar öyle dizayn etmişler ki 4-5 hat var ve metroda bile gezerken yoruluyorsun o kadar büyük, biz 2 gün sonunda anca çözmüştük metroyu, bizim metrolar gibi tek bir hat yok, tren tek bir rayda gitmiyor, üstelik metro istasyonları da resmen tarihi eser, mutlaka görülmesi gereken istasyonlar var, metro çok sık geçiyor birini kaçırınca 1 dakika sonra diğeri geliyor, ve Rus halkı soğuk falan değil, gayet yardımsever her ne kadar yardım istediğimiz 10 Moskovalıdan 9’u İngilizce bilmese de işaretlerle yardım etmeye çalıştılar.
Sheremetyevo havaalanına gidip Rusların meşhur havayolu Aeroflot ile Petersburg’a uçtuk, Aeroflot hakkında söylemek istediklerim ise hostesleri her Türk erkeğinin hayalindeki hostes tipi, gayet güzeller ve kırmızı bir üniforma giyerek ne kadar iddialı olduklarını da gösteriyorlar, ama hostesleri ne kadar iyiyse pilotları o kadar kötüydü, Petersburg’a öyle bir indik ki içimden Allah’ım sana geliyorum dedim, hayatımda o kadar sert bir iniş görmedim ben, hani dedikleri gibi varmış Aeroflotun, Petersburg’a inince uçakta bir alkış tufanı koptu. Moskova özet olarak çok pahalı ve çok kalabalık bir şehir bir daha gidermişin deseler hayır derim, ama kesinlikle gidilip görülmesi gereken bir yer olduğunu da söyleyeyim.
2 Eylül 2012 Pazar
2012'ye Damgasını Vuracak Filmler
Bilirsiniz sinema mevsimi Eylül’de başlar ve Aralık’a kadar
en kaliteli filmler teker teker vizyona girer, hatta Oscar adayı filmler
genelde Kasım, Aralık aylarında vizyona girer, yani kısacası Eylül’e girdiğimiz
şu günler bizim için sinema mevsiminin başladığı günler diyebiliriz, yazın
sinemaya sadece Türkiye’de değil tüm dünyada kimse gitmez, o yüzden iddalı
filmler hep Eylül’de vizyona girmeye başlar, yazın vizyona giren iddalı film
yok mu? Tabi ki var ama genelde sinema dünyasının en bereketli mevsimi sonbahar
ile başlar ve sene sonuna kadar devam eder.
Ben de şimdi size 2012 kışına damgasını vuracak filmleri yazacağım,
bu filmlerin bir çoğu Oscar yarışında da öne çıkan filmler olacaklar, sene sonu
geldiğinde yapılacak olan 2012’nin en iyi 50, 100 filmi listelerinde de
yazacağım filmlerden farklı film görme şansınız çok az.
Öncelikle 2012’ye damgasını vurmuş olan yani vizyona girmiş
filmlerle başlayalım isterseniz.
The Avangers: Hollywood’un bu büyük bütçeli prodüksiyonu
başta Iron man olmak üzere, Captain America, Thor, Hulk ve Black Widow olmak
üzere süper kahramanların dünyayı kurtarmak için Loki’ye karşı savaşmalarını
anlatan ve 2012’de şu zamana dek çıkan filmler arasında en çok ses getiren film
olma özelliğini göstermesi açısından önemli, film o kadar başarılı oldu ki
gişede tüm zamanların en çok gişe yapan 3.filmi oldu ve 2015’te devam filminin
çekilmesine karar verildi.
Batman: The Dark Knight Rises: Christopher Nolan’ın Batman
üçlemesinin son filmi tüm dünyada merakla bekleniyordu Dark Knight’tan sonra
son film nasıl olacaktı ve bu efsane nasıl sonlanacaktı? Tüm dünyanın merakla
beklediği final filmi Dark Knight kadar başarılı olmasa da izleyiciyi tatmin
etti ve 2012 yazına damgasını vurmayı başardı, gişede ise Dark Knight’ı
geçemese de tüm dünyada şu an 14.sırada ve hala gösterimi sürüyor.
Moonrise Kingdom: Wes Anderson’u ben fazla sevmesem de
kendine özgü anlatımı ile büyük bir hayran kitlesi kazanmıştır, son filmi
Moonrise Kingdom bu zamana kadar yaptığı filmler arasında The Royal Tennenbaums’dan
sonra en iyi film bence, zaten kadrosu için bile izlenmeye değer bir film:
Edward Norton, Bruce Willis, Bill Murray, Tilda Swinton, Harvey Keitel ve
Frances Macdormand ile bu film de 2012’ye damgasını vuran filmlerden oldu.
Prometheus: Ridley Scott Alien ve Aliens efsanelerinden tam
26 sene sonra bu sefer filmin başlangıcına dönmeyi tercih etti ve bu filmi
çekti tabi ki bir Alien ve Aliens olmasa da bu film de onlar kadar ilgi gördü
ve bu türün sevenleri tarafından çok olumlu eleştiriler aldı, Ridley Scott’un
türün efsane iki filminden 26 sene sonra çektiği bu devam filmi 2012’nin en
iyileri arasına girmeyi başardı.
The Hunger Games: Açlık oyunları romanından sinemaya
aktarılan film 2012’nin ilk büyük bütçeli filmi oldu Mart ayında vizyona
girmesine rağmen büyük ses getirdi ve Jennifer Lawrence gibi bir genci Hollywood’a
kazandırdı, film gişede de o kadar başarılı oldu ki ikinci ve üçüncü filmlerin
çekilmesi için şimdiden harekete geçildi.
2012’ye damgasını vuran 5 filmi yazdıktan sonra şimdi de
damgasını vuracak filmlere geçelim, henüz vizyona girmemiş bu filmler gerek
büyük produksiyonlarıyla gerekse usta yönetmenleri ve iddalı kadrolarıyla 2012
sonbaharında sinemaseverleri heyecanlandıran filmler.
Brave: Pixar’ın bu seneki bombası olan Brave animasyon
anlamında kısır bir sene geçirdiğimizi göz önüne alırsak, bu senenin en iyi
animasyon Oscarı için iddalı bir film, anime severlerin de merakla beklediği bu
film 7 Eylül’de Türkiye sinemalarına girecek.
The Place Beyond the Pines: Ryan Gosling’i geçen sene Drive
filminde canlandırdığı karakterden sonra bu sefer de bir motorsiklet sürücüsü
olarak izleyeceğiz, Bradley Cooper, Eva Mendes ve Ray Liotta’nın da oynadığı bu
film Drive gibi kült olmaya aday bir film.
Promised Land: Matt Damon’un senaryosunu yazıp oynadığı
filmde Damon’a Frances Macdormand ve Hal Halbrook eşlik ediyor, Gus Van Sant’ın
yönettiği film drama severleri tatmin edecek bir drama filmi.
Trouble With the Curve: Clint Eastwood’un Amy Adams ve
Justin Timberlake ile başrollerini paylaştığı filmde bir beyzbol koçunun ve ailesinin
dramını anlatılıyor, Amy Adams’ın Eastwood’un kızını canlandırdığı film bu
senenin sağlam dramalarından.
Silver Linings Playbook: Başta Robert de Niro olmak üzere,
Bradley Cooper, Julia Styles, Jennifer Lawrence ve Chris Tucker’ın oynadığı filmde
herşeyini kaybetmiş bir adamın tekrar hayata tutunma ve eski eşini kazanma
çabasını ve bu aşamada ortaya çıkan gizemli bir kadının ona yardım etmesiyle
ortaya çıkan dramatik ama eğlenceli hikayeyi izleyeceğiz.
Killing Them Softly: Brad Pitt’in adeta tek başına şov
yaptığı bir film, bir infazcıyı canlandıran Pitt filmde bol bol adam öldürüyor,
adeta katliam yapıyor ve inanılmaz bir oyunculuk sergiliyor.
Flight: Son filminde bir treni kurtaran Denzel Washington bu
sefer bir uçağı kurtarmaya çalışacak, aksiyon filmlerinin en önemli
oyuncularından Washington’a Don Cheadle ve Melissa Leo eşlik ediyor, 2012’nin
sağlam aksiyonlarından olacak bu film.
Django Unchained: Bu senenin en çok beklenen filmlerinden
biri de sinemanın aykırı adamı Tarantino’nun filmi Django, Jamie Foxx, Leo
Caprio, Samuel L,Jackson, Chrıstopher Waltz ve Jonah Hill’li sağlam kadrosuyla
western filmlerine yeni bir soluk getirecek.
Cloud Atlas: Matrix gibi sinema dünyasına damga vuran bir
film çektikten sonra kayıplara karışan Wachowski kardeşlerin bu filmi Matrix
kadar olmasada çok iddalı bir yapıt, Tom Hanks, Halle Berry, Hugo Weaving, Hugh
Grant, Susan Sarandon’lu kadrosuyla zaten iddalı olan filmde geçmişten
günümüze, günümüzden geleceğe 6 farklı hikaye içeren ve farklı hayatların
birbirini zincirleme etkilemesiyle ilginç bir hal alan çok sağlam bir
bilimkurgu.
The Hobbit: An Unexpected Journey: Lord of the Rings
hayranlarının merakla beklediği film, 2012’nin en iddalı yapımlarından biri,
Yüzüklerin Efendisi efsanesinden tam 9 sene sonra Peter Jackson bu sefer
Hobbitlerin hikayesini beyaz perdeye taşıyor.
Argo: Oyuncu kişiliğiyle tanıdığımız Ben Affleck’in iyiden
iyiye yönetmenlik koltuğuna ısınmış olduğunu gösteren bir film bu, çektiği ilk
iki filmde gayet olumlu eleştiriler alan Affleck, bu filmde adeta yönetmenlik
kariyerinde ne kadar iddalı olduğunu kanıtlıyor, İran devrimi sırasında kaçan 6
Amerika’lının kurtarılma operasyonunu anlatan film, gerçek hikayeye dayanıyor,
Affleck hem yönetiyor hem oynuyor ona filmde eşlik edenler ise Alan Arkin, John
Goodman ve Clea Duvall.
Amour: Haneke ustanın 2012’ye damgasını vuran ve Cannes film
festivalinde altın palmiye’yi kazanan filmini merakla bekleyenler arasında ben
de varım, Haneke sinemasının müptelası çoktur, son filmi Das Weisse Band ile
yine Cannes’ı kazanan ama en iyi yabancı oscarını alamayan Haneke Amour ile en
iyi yabancı oscarına da göz kırpıyor.
Zero Dark Thirty: Oscar ödüllü tek kadın yönetmen Kathyrn
Bigelow’un çektiği ve Usame Bin Laden’in yakalanış öyküsünü anlatan çarpıcı bir
film.
The Impossible: 2004’te Tayland’ı vuran tsunamiyi konu alan
film, tsunami’de çocuklarını kaybeden bir çiftin hikayesini anlatıyor,
başrollerde Ewan Mcgregor ve Naomi Watts’ın oynadığı film 2012’nin sağlam
dramlarından.
Anna Karenina: 19.yüzyıl Rusya’sının üst sınıf ortamında
geçen ve aristokrat Anna Karenina ile kont Vronsky’nin ilişkisini anlatan
filmin kadrosu çok sağlam: Keira Knightley, Jude Law, Emily Watson, Aaron
Johnson ve Kelly Macdonald’ın oynadığı film tarihi filmlerden hoşlananlar için
izlenmesi gereken bir yapım.
Life of Pi: Ang Lee’nin son filmi olan Life of Pi’de Pi adlı
hayvanat bahçesi bakıcısının inanılmaz hikayesi anlatılıyor, 2012’nın belkide
en farklı, en heyecanlı filmi olmaya aday olan yapım da çok farklı bir hikaye
izletecek Ang Lee izleyenlere.
Lawless: Büyük buhran döneminde geçen filmde üç iskanyar
işçi kaçakçısı kardeşin Amerikan rüyası için mücadelelerini anlatıyor, Tom
Hardy, Shia Labeouf , Guy Pearce ve Jessica Chestain’in oynadığı film 2012’nin
sağlam filmlerinden.
Seven Psychopaths:2012’nin en komik filmlerinden biri olan
bu film komedi severler tarafından heyecanla bekleniyor, kadrosunda Colin
Farrell, Woody Harrelson, Chrıstopher Walken, Sam Rockwell, Abbie Cornish ve
Olga Kurylenko gibi sağlam oyuncular var.
Won’t Back Down: Başrollerinde Viola Davis ve Maggie Gyllenhaal’ın
oynadığı ve çocuklarının eğitim hayatı için mücadele eden iki annenin
hikayesini anlatan film, oyunculuk yanı ağır basan, güzel bir başarı hikayesini
anlatıyor.
Hyde Park on Hudson: İngiliz kral ve kraliçesinin Amerikan
başkanı Franklin Roosevelt’i ziyaretini başkanın kuzeninin gözünden anlatan
film tarihi filmleri sevenler için bu senenin kaliteli yapımlarından.
Les Miserables: Victor Hugo’nun efsane romanından sinemaya
aktarılan hikayede 19.yy Fransa’sında şartlı tahliyeyle hapishaneden çıkmış bir
mahkumun yeni bir hayat kurmaya çalışmasını konu alır. Bir çok kez sinemaya
aktarılan bu ünlü romanı bu sefer oscar ödüllü yönetmen Tom Hooper ele alıyor,
oyuncu kadrosuda çok iyi olan filmde başrollerde Anne Hathaway, Hugh Jackman,
Sacha Baron Cohen ve Russel Crowe olmak üzere Helena Bonham Carter ve Amanda Seyfried
oynuyor.
To the Wonder: Usta yönetmen Terrence Malick’in son filmi, Malick’in
her çektiği filmden sonra en az 5 sene film çekmeme kuralını da çöpe attığı
film olarak Malick sinematografisinde ayrı bir önem taşıyor, Rachel Mcadams,
Ben Affleck ve Javier Bardem’in oynadığı film bir adamın kendi biten evliliği
sonrası avrupalı bir kadınla başlayan aşkını konu alan romantik bir dramı
anlatıyor.
The Master: Paul Thomas Anderson yeni nesil sinemanın dahi
çocuğu olarak tüm dünyada kendine sağlam bir kitle edindi, Anderson’un bu son
filmini de heyecanla bekliyor başta Amerika olmak üzere tüm dünya, Amy adams,
P.S Hoffmann, Laura Dern ve Joaquin Phoenix(sinemayı bıraktıktan 4 sene sonra
sinemaya tekrar dönüyor) in oynadığı film 2.dünya savaşı sonrası Amerikasında
geçen ve savaştan eve dönen ve geleceği belirsin bir deniz subayının hikayesini
anlatıyor.
Lincoln: 2012’nin en çok beklenen ve Oscar’ın en büyük
favorisi olan filmi Lincoln, usta yönetmen Steven Spielberg’in yönettiği başta
Daniel Day Lewis ve Joseph Gordon Levitt olmak üzere Tommy Lee Jones, Sally
Field, John Hawkes, ‘in oynadığı film adından da anlaşılacağı gibi Amerika’nın
efsane başkanı Abraham Lincoln’un hayatını anlatıyor.
14 Ağustos 2012 Salı
RÜZGAR GİBİ GEÇTİ: 2012 LONDRA OLİMPİYATLARI
29 Ağustos’ta başlayan Londra olimpiyatları 9 Eylül’de sonra erdi, açılışıyla, oyunlar süresince ve kapanışıyla gelmiş geçmiş en iyi olimpiyatları izlettirdi bize İngilizler, dün gece kapanışı izlerken 2016’da Brezilya’nın işi gerçekten çok zor diye düşündüm, hele 2020’de biz almayalım bu olimpiyatları yada alırsak İngilizlere organize ettirelim dedim, o kadar harika bir organizasyon oldu ki, 16 gün boyunca nerdeyse sıfır hatayla bir olimpiyat yaşandı.
İngilizler 2012 Londra olimpiyatlarında 16 gün boyunca toplam 36 spor dalında yapılan mücadeleler ve dağıtılan madalyalarla adeta bizlere bir spor şöleni izlettirdi, hep dediğim gibi olimpiyatların 3 ana dalı vardır Atletizm, Jimnastik ve Yüzme, özellikle Atletizm ve Yüzmede çok farklı hikayeler yaşandı 16 gün boyunca, favoriler kazandı çoğu zaman ama büyük sürprizlerde yaşanmadı değil, dünya rekorları da kırıldı, eski rekor sahiplerinin büyük hayal kırıklıkları da izlendi, 16 gün boyunca izleyenler her türlü duyguyu yaşadı, kimi zaman sinirlendik ekran başında, kimi zaman sevinçten çığlık attık, kimi zaman ağladık, kimi zaman televizyona kumanda fırlatma raddesine bile geldik ve sonunda kapanış töreniyle hepimizin içini bir burukluk kapladı, keşke bitmeseydi dedik, 4 sene nasıl geçecek diye sızlandık hatta olimpiyatlar 2 senede bir olsun diyen kişi sayısı hiç de az değildi, şimdi Londra olimpiyatlarında neler oldu, kimler iz bıraktı, kimler hayal kırıklığı yaşattı, kısaca değerlendirmemizi yapalım.
Öncelikle takım sporlarından başlayalım, Londra’da futbol, basketbol, voleybol, hentbol, hokey ve su topu olmak üzere 6 dalda takım sporları mücadeleleri yapıldı olimpiyat altını için.
Futbol normalde dünyada en ilgi çeken spor olmasına rağmen olimpiyatlarda fazla ilgi görmez ama bu sene özellikle son 2 olimpiyatta ezeli rakipleri Arjantin’in şampiyon olmasıyla Brezilya tarihinin en iyi takımını kurarak mutlak şampiyonluk hedefiyle geldi Londra’ya kadroda başta Brezilya’nın yeni süper yıldızı Neymar olmak üzere, Pato, Hulk gibi yıldızlar vardı ama bu süper starlara rağmen Brezilya olimpiyat altınını kazanamadı finalde Meksika’ya kaybettiler ve şampiyonluğu 2016’da kendi ülkelerinde yapılacak olimpiyatlara ertelediler, futbolda kadınlarda ise tek favori tabi ki Amerika’ydı, kadınlar futbolunun olimpiyatlara girmesinden bu yana yapılan 4 olimpiyatın 3’ünü kazanan Amerika 5.olimpiyatta 4.altın madalyasını finalde Japonya’yı yenerek kazandı.
Basketbol olimpiyatlarda en çok izlenen takım sporudur bunun da sebebi tabi ki Dream team’in olimpiyatlara katılmasıdır, Amerika hem kadınlar hem de erkeklerde oluşturduğu dream teamle Londra’ya tek favori olarak geldi, Kobe Bryant’ın bu dream team 1992’deki dream team’i yenebilecek güçte demeci ne kadar iddalı ve güçlü olduklarının kanıtıydı, öyle ki Nijerya maçında olimpiyatlardaki rekorları kırdı bu dream team, Nijerya’yı 156-73 yenerek olimpiyat tarihindeki en farklı skoru elde ettiler ve 156 sayıyla en yüksek sayıyı attılar, finale kadar da zorlanmadan geldiler yarı finalde Arjantin’e 26 sayı fark attılar ama finalde İspanya karşısında zorlandılar hatta maç içinde geriye bile düştüler, son 5 dakika kala maç hala kopmamıştı ki Kobe-Carmelo-Lebron ve Durant’li kadro maça ağırlığını koyarak 107-100 ile olimpiyat altınını Amerika’ya kazandırdı, 2008 Pekin’de de finalde İspanya’yı yenerek almıştı dream team altını, kadınlarda Amerika çok daha rahat kazandı altını finalde Fransa’ya 36 sayı fark attılar ve baskette bizden başkası altını asla göremez mesajını verdiler tüm dünyaya.
Voleybol’da erkeklerde Amerika ve Brezilya favoriydi Londra’da ama bu iki favorinin dışında bir takım kazandı olimpiyat altınını, Rusya kazandı altın madalyayı, Amerika daha çeyrek finalde İtalya’ya 3-0 yenilerek büyük şok yarattı, finale çıkan favori Brezilya maçı 2-0 a getirdi hatta maç sayısı bile kullandı ama Rusya ordan maçı çevirerek 3-2 yendi Brezilya’yı ve uzun süre unutulmayacak bir maç sonrası olimpiyat şampiyonu oldu, kadınlarda da favoriler Amerika ve Brezilya’ydı ve Amerika grup maçlarında Brezilya’yı 3-1 ile ezerek Londra’da tek favori benim mesajı verdi ama finalde öyle olmadı durum, finalde yine iki favori karşılaştı Amerika ilk seti 25-11 kazanarak 2008 Pekin’de finalde kaybettiği rakibinden rövanşı almak istediğini gösterdi ama ikinci sette şemsiye tersine döndü Brezilya adeta küllerinden doğdu ve maçı 3-1 kazanarak Pekin’de yendiği rakibine yine hüsran yaşatarak üst üste 2.olimpiyat şampiyonluğunu kutladı.
Hentbol’de favoriler erkeklerde Fransa ve kadınlarda Norveç’ti 2008 Pekin’de de bu iki ülke kazanmıştı olimpiyatları ve Londra’da da bu değişmedi erkeklerde Fransa kadınlarda Norveç üst üste ikinci şampiyonluklarını kazandılar ve sürpriz yaşanmayan tek takım sporu oldu basketi saymazsak, çünkü baskette sürpriz yaşanma ihtimali bile yoktu.
Hokey’de erkeklerde ve kadınlarda şampiyon değişmedi, erkeklerde 2008 Pekin’de şampiyon olan Almanya finalde ezeli rakibi Hollanda’yı yenerek ünvanını devam ettirdi, kadınlarda ise 2008 Pekin’de şampiyon olan Hollanda finalde Arjantin’i yenerek ünvan korudu.
Takım sporlarındaki en büyük sürpriz su topunda yaşandı, erkeklerde tek favori Macaristan’dı ama onlar çeyrek finalde elendiler, finale bile kalamadılar, herkes Macaristan elenince şampiyon Macaristan’ı eleyen İtalya olacak sandı ama İtalyanlar finalde Hırvatistan’a yenilerek gümüşte kaldılar, böylelikle Hırvatistan büyük bir sürprize imza attı, kadınlarda ise Amerika finalde İspanya’yı yenerek şampiyon oldu, Amerika takım sporlarında baskette iki olmak üzere 4 altın madalya kazandı ve en başarılı ülke oldu.
Takım sporlarından sonra gelelim Jimnastike, Jimnastikte kadınlarda Amerika, Çin çekişmesi vardı Pekin’de, erkeklerde ise 8 altının 7’sini almıştı Çin, Londra’da ise kadınlar Jimnastikte Nastia Liukin ve Shawn Johnson gibi iki yıldızından mahrum olmasına rağmen Aly Raisman ve Gabby Douglas’la Amerika 7 dalda 3 altın kazanmayı başardı, Çin Pekin’deki performansını sergileyemedi, erkeklerde ise 8 altından sadece 3ünü kazanabildi Çin, açıkçası 2008’de daha çekişmeli ve heyecanlı bir jimnastik izlemiştik bu sefer daha sönüktü ama yine de olimpiyatlarda jimnastik izlemek her zaman keyifli oluyor.
Yüzmeye gelirsek tabi ki Phelps’teydi gözler, Atina’da 6 altın 2 bronz, Pekin’de 8 altın almıştı ve ardından Marijuana çekerken görüntüleri çıkmıştı medyada bu skandaldan sonra bir sürü sponsorluk anlaşmaşı bitmişti Phelps’in, Phelps Londra’da 7 dalda yarıştı ve 4 madalya alarak olimpiyat tarihinde en çok madalya kazanan kişi olarak tarihe geçmek istiyordu, olimpiyatlar onun için iyi başlamadı açıkçası, ilk finalinde 4.oldu ve madalya kazanamadı, 2.finalinde ise gümüşte kalınca eleştiri okları üzerine yöneldi fakat daha sonraki yarışların hepsinden madalya çıkarmayı başardı Phelps ve 4 altın 2 gümüş alarak, toplamda 3 olimpiyatta 22 madalya olimpiyatlar tarihine altın harflerle kazıdı adını Phelps, Amerika yüzmede her zamanki gibi yine madalyaları topladı 16’sı altın 31 madalya kazandı, Ryan Lochte hayal kırıklığı yarattı 2’si altın 5 madalya kazanmasına rağmen, Çin’li Sun Yang 200 serbestte gümüş 400 serbestte altın alıp 1500 serbestte dünya rekoru kırarak altını kazandı, 100 metre sırtüstünde Van der Burgh, 200 metre sırtüstünde ise Gyurta dünya rekoru kırarak altın kazanan isimler oldu, kadınlarda dişi Phelps diye adlandırılan Missy Franklin 4 altın 1 bronzla dikkat çekerken dünya rekoru da kırdı 200 metre sırtüstünde, Allison Schmitt 3 altın 1 gümüş 1 bronz kazandı, Dana Vollmer 3 altın kazandı ve 100 metre kelebekte dünya rekoru kırdı, Rebecca Soni 2 altın 1 gümüş kazandı ve 200 metre kurbağalamada dünya rekoru kırdı, Ranomi Kromowidjojo 50 ve 100 metre serbesti olimpiyat rekoru kırarak kazandı, Çin’li yüzücü Ye Shiwen 200 ve 400 metre serbestte altın madalya kazanırken 200’de olimpiyat 400 de dünya rekoru kırdı ve henüz 16 yaşındayken yaptı bunların hepsini, 4*100 karışık bayrak yarışında Amerika altın kızları Franklin, Soni, ollmer ve Schmitt’ten oluşan kadrosuyla dünya rekoru kırarak altın madalyayı kazandı, yüzmede Amerika’dan sonra Çin 5 altın, Fransa 4 altın ile sıralandı, Avustralya yüzmede hayal kırıklığı yaratırken Fransa Avustralya’nın yerini aldı Londra olimpiyatlarında.
Yüzmede nasıl gözler Phelps’in üstündeyse atletizmde de tabi ki Usain Bolt’un üstündeydi, olimpiyatların en kısa süren ama en çok merak edilen yarışı olan 100 metrede acaba Bolt Pekin’deki başarını tekrarlayabilecek miydi ? üstelik çok dişli rakipleri vardı ama Bolt öyle bir yarış çıkardı ki, geç çıkış yapmasına rağmen altını kazanmayı başardı, 200 metrede de favori Bolt’tu ve 200’ü de üstelik son 5 metresini yürüyerek kazanmasını bildi Bolt, 100 ve 200 de Bolt’un ardından gümüş vatandaşı Blake’e gitti, 800 metrede Kenyalı Rudisha dünya rekoru kırarak altını kazandı, 5000 ve 10000 dublesini Pekin’de Etiyopya’lı Bekele yapmıştı bu sefer Britanya’lı Mo Farah yaptı, 4*100 bayrak yarışında ise Bolt’tan beklenen rekor geldi, Jamaika Bolt’un son 100 metresini koştuğu yarışta dünya rekoru kırarak altını kazandı ve ünvanını korudu, kadınlarda 100 metreyi Shelly ann Fraser kazandı ve Pekin’deki ünvanını korudu, 200 metrede ise Pekin’de altın kazanan Veronica Campbell Brown ilk üçe giremedi altını Amerika’lı Alyyson Felix kazandı, 100 metre şampiyonu Fraser gümüşte kaldı 200 metrede, 400 metreyi Pekin’de bronz kazanan Sanya Richards kazanırken Pekin’de altın alan Ohuruogu gümüşte kaldı Londra’da, 1500 metre kadınlarda bizim göğsümüzü kabartan bir yarış sonrası Aslı Çakır Alptekin altın, Gamze Bulut gümüş kazandı, tarihimizde ilk defa atletizmde altın kazanmış olduk, 1500 gibi önemli bir yarışta üstelik olimpiyatlarda duble yapmak da ayrı bir gurur oldu Türkiye için, Pekin’de 5000 ve 10000’i Tirunesh Dibaba kazanmıştı, Londra’da 10000’i yine Dibaba kazandı ama 5000’de vatandaşı Defar’a geçildi Dibaba ve bronzla yetindi, 4*100 erkeklerde Jamaika dünya rekoru kırmıştı kadınlarda ise Amerika kırdı o rekoru.
Gülle atmada Polonyalı Majewski ünvanını korurken disk atmada Pekin’in şampiyonu Gerd Kanter Londra’da bronzla yetinmek zorunda kaldı, çekiç atmada Pekin’in şampiyonu Kozmus Londra’da gümüşte kaldı, cirit atmada ise son iki olimpiyatın şampiyonu Norveç’li Thorkidsen Londra’da podyum dışında kalarak hayal kırıklığı yarattı, kadınlarda uzun atlamada efsane atlet Isınbayeva üstüste 3.olimpiyat altınını kazanamadı ve bronzda kaldı, ünvanını koruyan tek atlet çekiç atmada yarışan Spotakova oldu. Atletizmde en başarılı ülke 9 altınla Amerika oldu, Rusya 8 altınla Amerika’nın ardından geldi, Jamaika 4 altın 4 gümüş ve 4 bronz kazandı ve bunların tamamını da atletizmden aldı, Britanya 4 altın, Etiyopya 3, Kenya 2 altın kazandılar atletizmde.
Diğer spor dallarında hangi ülkeler üstündü onları da kısaca yazmak gerekirse;
Okçulukta Kore 3 altın 1 bronzla bu branşta ne kadar güçlü olduğunu gösterdi.
Badmintonda Çin dağıtılan 5 altını da kazandı ve bu dalda dünyada tek olduğunu kanıtladı.
Plaj voleybolunda erkeklerde Almanya, kadınlarda Amerika altını kazanırken, Amerika’lı Misty May-Kerri Walsh ikilisi üst üste 3.olimpiyat altınını kazandılar.
Boksta Britanya 3 altın, Ukrayna 2 altın, Küba 2 altın alarak en başarılı ülkeler oldular.
Kano slalomda Fransa 4 altının 2’sini alırken, Kano sprintte Macaristan ve Almanya 3’er altınla en başarılı ülkeler oldular.
Bisiklet bmx’de Kolombiya ve Litvanya dağıtılan 2 altını paylaştılar, dağ bisikletinde ise Fransa ve Çek Cumhuriyeti dağıtılan 2 altını paylaştılar, yol bisikletinde dağıtılan 4 altında 4 farklı ülkeye gitti, hız bisikletinde ise tabi ki Sir Chris Hoy’lu Britanya 10 altından 7’sini kazanmayı bildi.
Dalışta aynı Badmintonda olduğu gibi Çin şov yaptı ve 8 altından 6’sını kazandı.
Binicilikte ise Britanya 3 altın, Almanya 2 altın kazandı.
Eskrimde İtalya 3 altın, Güney Kore ve Çin 2 altınla sıralandı.
Ritmik jimnastikte her zamanki gibi Rusya 2 altını da kazandı.
Judoda Rusya 3 altın alırken, Fransa ve Güney Kore 2 altın aldı.
Kürekte Britanya 4, Yeni Zelanda 3, Almanya 2 altın kazandı.
Yelkende Avustralya 3, ispanya 2 altın kazandı.
Atıcılıkta Güney Kore ve Amerika 3, İtalya ve Çin 2 altın kazandı.
Senkronize yüzmede aynı ritmik jimnastikte olduğu gibi Rusya 2 atını da kimseye kaptırmadı.
Masa tenisinde aynı badmintonda olduğu gibi dağıtılan 4 altını da Çin kazandı.
Tekvandoda dağıtılan 7 altın 7 farklı ülkeye giderken bu altınlardan birini de Servet Tazegül’le Türkiye aldı.
Teniste kadınlarda Serena Williams, erkeklerde Andy Murray olimpiyat şampiyonu oldular, çift kadınlarda Serena Williams ve ablası Venüs Williams Sydney ve Atina’dan sonra 3.olimpiyat altınlarını kazandılar, çift erkeklerde ise Amerikalı Bryan kardeşler altını kazandı, karışık çiftlerde ise Azarenka-Mryni çifti altını kazandı.
Trambolinde dağıtılan iki altını Kanada ve Çin paylaştı.
Triatlonda dağıtılan iki altını Britanya ve İsviçre paylaştı.
Halterde Çin’in üstünlüğü vardı 5 altın kazandı Çin, Kazakistan 4, Kuzey Kore de 3 altın kazandı, Rusya 5 gümüş almasına rağmen hiç altın kazanamayarak hayal kırıklığı yarattı.
Güreşte Rusya ve Japonya 4’er altın kazandılar, İran 3 altınla iki ülkenin ardından geldi.
Her olimpiyatta Çin ve Amerika büyük bir rekabete girerler kim daha fazla altın madalya kazanacak diye ve 2008 Pekin’de Çin 51’i altın olmak üzere 100 madalyayla Amerika’yı geçmişti, Amerika 36 altında kalmıştı toplamda 110 madalyayla Çin’i geçmesine rağmen, Londra’da ise Amerika 46’sı altın olmak üzere 104 altınla Çin’e ezici bir üstünlük sağladı, Çin 38 altın alabildi toplamda ise 88 madalyada kaldı, ev sahibi İngiltere Pekin’de 19 altın toplam 47 madalyayla Rusya’nın ardından 4.olmuştu, Londra’da ev sahibi avantajıyla 29 altın olmak üzere 65 madalya kazandılar ve 3.oldular.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)