30 Eylül 2012 Pazar

3+1: DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY BEŞİKTAŞIN KUPA KAZANMASIDIR


Geçen sezonu 3 kupayla kapatan bir takım için ne düşünürsünüz? Kadroyu koruyup, birkaç iyi takviyeyle daha iyi bir takım oluşturup Euroleague’de başarılı olmasını ama tam tersi oldu Beşiktaş’ta, Türkiye ligi, Türkiye kupası ve Eurochallange şampiyonluğunu kazanan takım sponsor bulamadı, evet normalde bu 3 kupayı başka bir ülkede bir takım kazansa sponsorluk teklifleriyle kapısına dayanır şirketler ama Türkiye’de tam tersi oldu ve Beşiktaş var olan sponsorunu da kaybetti ve ardından yaprak dökümü başladı, önce gemiyi en son terk etmesi gereken kişi yani hoca terk etti, Ergin Ataman Beşiktaş’ı 2.kez yarı yolda bırakarak Galatasaray’a geçti, üstelik Galatasaray bu sene Euroleague’de bile yokken, ardından hep yaptığını yaparak takımın en iyisi ve kaptanı Hawkins’i Galatarasay’a aldı, Hawkins’le de kalmayıp Erwin Dudley’i de Beşiktaş’tan kopardı, ardından Carlos Arroyo takımdan ayrıldı ve sonra da taraftarın sevgilisi olan Pops Mensah Bonsu ve Zoran Erceg gitti, 3 kupa kazanan bir takımın bir anda tüm kadrosu sanki başarısız olmuş gibi dağıldı.


Yönetim her ne kadar bu takıma sponsor bulamayarak ne kadar beceriksiz olduğunu gösterse de, çok akıllı bir kararla Cholet’i şampiyon yapan Erman Kunter’i getirdi takımın başına, Erman Kunter Fransa’da uzun süre kalmanın deneyimiyle kendi takımını kurmaya başladı, Cholet’den oyuncusu Christopher’ı aldı, Jerrels geldi guard olarak, pivota Fenerbahçe’nin gönderdiği Vidmar alındı, Galatasaray’ın yolladığı Cevher Özer ve Tutku Açık ile beraber eski oyuncumuz Muratcan Güler katıldı takıma, son olarak da Dasic, Markota ve Falker geldi, yerli oyuncuların hiçbiri terk etmemişti gemiyi ve alınan bu yerli oyuncularla yerli rotasyonu şampiyon takımınkinden çok daha iyi oldu ama yabancıları kıyaslarsak maalesef kalite farkı büyüktü, bir yanda Arroyo, Hawkins, Erceg, Bonsu diğer yanda Jerrels, Christopher, Vidmar, Dasic ve Markota.

Beşiktaş kadro olarak zayıflamıştı rakipler ise tam tersine geçen seneye göre çok daha güçlüydü Galatasaray: Domercant, Ndong, Macvan ve Hawkins, Efes: Farmar, Vujacic, Gordon, Barac, Savanovic, Fenerbahçe ise Mcclebb, Sato, Bojan, Andersen ve Batiste ile inanılmaz kadrolar kurmuşlardı.

Beşiktaş sezonun ilk önemli sınavını bugün Efes’e karşı verdi, Cumhurbaşkanlığı kupasında 3 kupa kazanan Beşiktaş, lig ikincisi Efes’le karşılaştı, Erman Kunter’in öğrencileri inanılmaz bir karakter sergilediler ve adeta şu mesajı verdiler, oyuncular da değişse, hoca da değişse, değişmeyen tek şey BEŞİKTAŞIN KUPA KAZANMASI olacak. Alınan bu kupa diğer 3 kupadan belki de daha önemliydi çünkü Beşiktaş ismiyle alındı ve bu takım bu sene de şampiyonluğun bir numaralı adayıdır mesajı verdi. Başta Erman Kunter olmak üzere , gemiyi terk etmeyen Can Akın, Serhat Çetin, Barış Hersek ve tüm takıma HELAL OLSUN.

SANKT PETERSBURG

2 günlük Moskova macerasından sonra 25 Ağustos’ta Petersburg’a geçmek için Sheremetyevo havaalanından, Aeroflot ile diken üstünde bir saatlik uçuştan sonra akşam 21.30 sularında Pulkovo havaalanına indik, o kadar gergin bir uçuştu ki Petersburg’a indikten sonra tüm uçak avuçları patlarcasına pilotu alkışladı.


Macera dolu bir uçuştan sonra indiğimiz Petersburg’da dolmuşla metroya kadar gidip, metrodan 15 dakikalık bir yolculuk sonrası merkeze yani Nevsky Prospect’e geldik, otelimiz şehrin tam merkezinde olduğu için metrodan indikten sonra 5 dakikalık bir yürüyüş sonrası otele yerleştik, Cumartesi günü Petersburg’da evde bağlasan kimse durmaz lafını gitmeden önce duymuştum ve metroya biner binmez bunun gerçek olduğunu anladım, hava 15 derece olmasına rağmen tüm kızlar mini etek yada kısa elbiselerle metroda Nevksy’ye akın ediyordu, Petersburg Nevsky nehri çevresinde konumlandığı için metro nehrin altına kurulmuş olduğundan baya derinlere yapılmış, yaklaşık 5 dakikalık uzun bir yürüyen merdiven seyahatinden sonra metroya iniyorsun, hani olacağını sanmam ama elektrik kesilse metrodan yukarı çıkmak gerçekten imkansız, Moskova metrosu gibi komplike bir metro olmasa da yine de Türkiye’deki metrolara göre çok daha gelişmiş bir metro Petersburg metrosu da.


Otele yerleştiğimizde saat 22.30 olmuştu ve günün yorgunluğu üstüne aksiyon dolu uçak macerası eklenince o gece aleme akma planımız soru işaretlerine bırakmıştı yerini, ne kadar yorgun olsak da açlığımız yorgunluğumuzdan ağır geldi ve bavulları bırakır bırakmaz yemek yemek için kendimizi dışarı attık, az önce de belirttiğim gibi Cumartesi günü Petersburg’da evde duranı vurdukları için sokaklar resmen bir karnaval gibiydi, özellikle kız nüfusunun erkek nüfusundan en az 4 kat daha fazla olduğu sokakta gezen 100 kişiden 80’inin kız olmasından anlaşılıyordu, o soğukta o kadar ince giyinmek ise tek bir şekilde açıklanırdı sanırım, ateşli olmak.


Uzun bir yürüyüşten sonra bir pizzacıya girdik, arkadaş pizza ben salata istedim, salatayı Türkiye’deki gibi beklediğim için, tabakta tabağın dörtte biri doluluğunda salata gelince büyük bir şok yaşadım ama çaktırmadan yedim, arkadaşın durumu daha vahimdi bir dilim pizzaya 20 tl vermek zorunda kalması Petersburg’un da Moskova kadar pahalı bir memleket olduğunu daha ilk gün suratımıza acı bir şekilde çarptı.


Yemeğimizi yedikten sonra otele döndük, planımız yanımızda getirdiğimiz Jagermeister’den 4-5 shot yapıp hafif çakırkeyif olduktan sonra aleme akmaktı ama maalesef düşündüğümüz gibi olmadı, daha 3.shotta arkadaş sızdı kaldı, ben de ona kıyamadığım için uyandırmadım ve o gece(daha sonra anladık ki ölümcül bir hata yapmışız, Cumartesi gecesini otelde geçirmek hele ki turistsen ve bir daha Cumartesi gecesi Petersburg’da olmayacaksan ölümcül bir hataymış) otel odasında bitti.


Petersburg’a gelmeden planımızda Pazar günü Hermitage’a gitmek vardı(benim Petersburg’a gitme olayım zaten Hermitage’ı görmekti) sabah uyandık, kahvaltımızı yaptık ve Hermitage’a gitmek için yola çıktık, otelimizi booking.com’dan alacağımız zaman ilk dikkat ettiğim şey Hermitage’a yakın olmasıydı ve otelden 5 dakika yürüyerek Hermitage’a vardık, Hermitage dünyanın en büyük müzesi, öyle ki içindeki eserlerin her birine 30 saniye bakarsan 6 ayda ancak gezebileceğin inanılmaz bir kültür deposu, tek kapalı olduğu gün Pazartesi, haftanın 6 günü 10’dan 18’e kadar açık, bileti internetten almak mantıklı çünkü bilet kuyruğu bazen 2 km’yi bile aşıyor, o yüzden işimizi şansa bırakmayıp internetten aldık bileti, Hermitage’ a 2 gün ayırmıştık Pazar ve Salı, o yüzden 2 günlük bilet aldık, Pazar günü sabah 10.30’da girdiğimiz Hermitage’dan akşamüstü 18’de çıktığımızda anca ilk iki katı gezebilmiştik, ikinci katın da yarısına gelebilmiştik ve inanılmaz yorulmuştuk ama ne olursa olsun o yorgunluğa değecek bir gün geçirmiştik, Allahtan otel yakındı ve otele gider gitmez sıcak bir duş alarak yorgunluğu azda olsa üzerimizden atıp vakit kaybetmeden yemek yiyecek bir yer bulmak için kendimizi dışarı atmıştık, arkadaşın İtalyan restoranı diye tutturması nedeniyle Petersburg’da İtalyan restoranı arayıp 1 saatlik bir geziden sonra sonunda çok klas bir İtalyan restoranı bulmuştuk, dünyanın sadece 5 yerinde olan ve önünde en kötü arabanın Ferrari olduğu bir restorandı, yemeğimizi yedikten sonra otele gidip orada inşaat mühendisi olarak çalışan arkadaşımızla buluşup kendimizi Petersburg gecelerine atmaktı hedefimiz, arkadaşla otelin kapısında denk geldik ve odaya çıkıp az sohbet edip mekana attık kendimizi, Petersburg Avrupa’nın en hareketli gece hayatlarından birine sahip bir yer, hem kültürel hem de eğlence hayatı olarak kesinlikle görülmesi gereken bir yer olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, gerçi en başta da söylediğim gibi Cumartesi gecesi kesinlikle Petersburg’un en hareketli ve en güzel gecesi, eğer bir gün giderseniz bizim yaptığımız hatayı yapmayın ve ne kadar yorgun olursanız olun mutlaka kendinizi dışarı atın, Pazar günü olmasına rağmen bar gayet doluydu, Fidel adında üniversite gençlerinin gittiği salaş ama güzel müziklerin çaldığı bir mekana gittik, bira da gayet ucuzdu açıkçası, Pazar gecesi her ne kadar Cumartesi gecesi gibi olmasa da Petersburg’da eğlenecek mekan bulmak zor değil.


Pazartesi günü sabah geç yatmamıza rağmen 9’da kalktık ve kahvaltımızı yapıp, Hermitage’ın kapalı olduğu günde kendimizi Kazan katedraline atarak başladık gezmeye, Kazan katedrali Nevsky caddesinin ortasında bulunan dev bir yapı ve girdiğimiz yerlerde ücretsiz olan tek yapı, Moskova yazımda da belirtmiştim, kadınlar mini eteklerle giriyorlar ibadet etmeye, açıkçası sadece kafaları kapalı da diyebiliriz, başlarına eşarp takıyorlar ama mini etek ve kolsuz bodylerle katedrallerde ibadet etmeleri açıkçası beni şaşırttı, Kazan katedralinden sonra Dökülen Kan katedraline gittik, orası da Kazan katedralinden yürüyerek 10 dakika mesafedeydi, orası da aynı Kazan katedrali gibi ama ücret karşılığı girilen bir katedraldi ve Kazan’dan daha çok turist vardı, sanırım ücretli olunca daha çok turist gidiyor, Dökülen Kan katedralini de gezdikten sonra Pazartesi günkü 3.hedefimiz olan Peter ve Paul kalesine gittik, yakın gözüktüğü için yürüyerek gittik oysa ki hiçte yakın olmadığını yaklaşık 45 dakikalık bir yürüyüşten sonra vardığımızda anladık, Peter ve Paul kalesi de Petersburg’da muhakkak görülmesi gereken yerlerden, her ne kadar çoğu yerine giriş için ekstra para ödemek zorunda olsak da, o yorgunluğa değdi, iyi ki gitmişiz dedik, orayı da gezdikten sonra akşam 18 olmuştu saat ve Pazartesi günkü 4.hedefimiz olan St. İsac katedralini ertelemek zorunda kalarak, giderken yaptığımız hatayı tekrarlamadan metroyla Nevksy’ye geri döndük, giderken de metroyla gitseydik, hem yorulmazdık hem de 4.hedefimizi de gezerdik ama olsun en azından Petersburg’un o meşhur köprülerinden birinin üstünde yürüyerek farkında olmadan yapılması gereken bir şeyi daha yapmış olduk, neva nehri sebebiyle Petersburg şehri köprülerle birbirine bağlanan bir şehir ve köprüler geceleri yük gemilerinin geçmesi için sırayla açılıyorlar, işte bu manzara Petersburg’un en güzel manzaralarından biri oluyor ve kesinlikle köprü açılış kapanışlarını izlemek gerekiyor.


Pazartesi günü de gezdiğimiz 3 yerle bitmiş oldu, otele gidip dinlenip duşumuzu aldıktan sonra arkadaşın ısrarıyla İtalyan restoranına gittik yine, o makarna yedi ben ilk gün Ahtapot yemiştim ve gayet güzeldi ikinci gün yemek yemek istemedi canım bende madem İtalyan restoranı, İtalyanların meşhur tatlısı tiramisu deneyeyim dedim ve iyi ki de denemişim, Türkiye’de yapılan tiramisuyla uzaktan yakından alakası yoktu, inanılmaz bir lezzetti her ne kadar 50 tl olsa da o aldığım lezzete değerdi. Yemeklerimizi yedikten sonra otele geçtik giyinip tekrardan Petersburg gece hayatına doğru yol aldık, bu sefer Petersburg’un en meşhur gece mekanlarından biri olan Rossi’ye gittik, giriş paralı ve içki dahil değildi, Pazar günü gittiğimiz fidele göre çok daha büyük ve klas ama Fidel’deki o sıcaklık yoktu, hem karaoke hem de normal bar tarzında olan Rossi’de şunu anladım ki Ruslar karaoke’de gerçekten çok eğleniyorlar, bar Pazartesi gecesine rağmen gayet doluydu ama gecenin ilerleyen saatlerinde ayakta duran insan sayısı parmakla sayacağımız kadar azalmıştı, Ruslar gerçekten inanılmaz içiyorlar sadece erkekleri değil kızları da deli içiyor, benim diyen Türk erkeği o içkileri içse sanırım otel yolunu bulmayı bırak kendi adını unutur, erkekler içtikten sonra ya sızıyor ya da kavga çıkarıyor kızlar ise içtikçe daha fazla oynuyor içtikçe oyun şekilleri değişiyor, Rossi’de bunu gözlemledim. Az öncede yazdığım gibi fidele göre çok daha klas olmasına rağmen ben Fidel’de daha fazla eğlenmiştim, Rossi belki de çok daha büyük olduğu için beni sarmadı.


Pazartesi gününü de öyle sonlandırdıktan sonra sabah 3 gibi otele döndük ve sabah 9 gibi uyandık, kahvaltımızı yapıp Hermitage’ın kalanını gezmek için tekrar Hermitage’a gittik, saat 10’dan 2’ye kadar Hermitage’ın kalan yarısını da gezdikten sonra ki en önemli eserler (Picasso, Van Gogh, Da Vinci, Rembrant) 3.kattaydı onları muhakkak görmelisiniz, yazlık saray Peterhoff’u görmek için Hermitage’ın arka kapısının önünden kalkan vapura bindik, Peterhoff kralın yazlık saray olarak kullandığı son derece görkemli bir yer, vapurla yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Peterhoff’a vardık, kral öyle bir saray yapmış ki resmen sefa pezevenkliği yapmış, öyle dev fıskiyeler kurmuş ki saray girişine, o akan sularla İzmir’in bir senelik su ihtiyacı giderilir, sadece fıskiyeler de değil o yeşillik alan ve inanılmaz saray kesinlikle görülmesi gerekiyor. Peterhoff’da geçirdiğimiz 4 saatten sonra vapura binerek tekrar şehre döndük ve Pazartesi gidemediğimiz St. İsac katedraline doğru yol aldık, gittiğimizde içerisi kapanmıştı içini gezemedik ama o devasa yapıyı dışardan bile görmek için gitmeye değerdi, St. İsac katedrali Rusya’nın merkez katedraliymiş ve tüm katedraller oraya bağlıymış, St. İsac katedralini de gördükten sonra Salı gününü de bitirip otele doğru yol aldık, az dinlenip yine arkadaşın o bayıldığı İtalyan restoranına gittik ve yine üst üste üçüncü kez makarna yedi arkadaş, bildiğimiz her annenin yaptığı domatesli makarna yedi 3 gün boyunca, ben bu sefer isyan ettim ve hiçbir şey yemedim, Petersburg’un dünyaca meşhur yemeği olan strogonoff yemek istiyordum ve son gecemizde onu yemeden o şehirden ayrılmayacaktım, Petersburg’da çalışan arkadaşım Hakan’a rica ettim sağ olsun o da beni kırmadı ve arkadaşın makarnası bitince sadece strogonoff yapılan Petersburg’un en iyi restoranlarından biri olan Strogonoff House’a gittik, normalde de Türkiye’de bayılarak yediğim strogonoff’u bide yerinde yemek lazımdı, ve en iyi yapılan yerinde yemek gerçekten inanılmazdı, evet Türkiye’de de gayet güzel yapan restoranlar var ama eğer bir gün yolunuz Petersburg’a düşerse kesinlikle strogonoff yemelisiniz, ben sırf strogonoff yemek için bile yine gidebilirim, yok böyle bir lezzet, inanılmaz bir keyif aldım o yemekten, Petersburg’daki son gecemiz strogonoff sayesinde en güzel gece oldu.


Salı gecesini de öyle sonlandırdıktan sonra Çarşamba günü sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra son olarak yine Petersburg’da muhakkak yapılması gereken bir şey olan nehir gezisi turuna çıktık, Neva nehrini 1 saat boyunca Cheppa denilen nehre özel yapılmış tekneyle gezdik, şehri nehirden izlemek gerçekten çok keyifli ve güzeldi, nehir turu da bittikten sonra otele gidip bavullarımızı alıp havaalanına gitmek için metroya bindik, Plukovo havaalanından 18.50 TK 0402 seferiyle İstanbul’a döndük, Petersburg-İstanbul arası 3 saat 20 dakika sürüyor, ne olursa olsun 10 saat de sürse Petersburg’a gitmek için değer, Moskova da fena değildi ama Petersburg gerçekten inanılmaz bir yer, gerek tarihi, gerek kültürü, gerek inanılmaz binaları ve Hermitage müzesi gerekse gece hayatıyla Petersburg muhakkak gezilmesi, görülmesi gereken bir yer. Son olarak belki gereksiz bir ayrıntı ama bunu yazmadan yazıyı bitirmek istemedim, hem Moskova hem Petersburg’da ara sıra ayakkabımın bağcıkları açıldı ve ne zaman bağcığım açılsa sokaktan yanımdan geçen birileri hep beni uyarıp bağcığımın açıldığını ve bağlamam gerektiğini söylediler, Türkiye’de hem İstanbul hem İzmir’de belki de yüzlerce kez bağcığım açılmıştır ama bir kez bile bir kişi uyarmadı beni, bunu da Rusların soğuk olduğunu söyleyenler için yazmak istedim, emin olun ki Ruslar biz Türklerden hem daha sıcak hem de daha yardımsever.

16 Eylül 2012 Pazar

MOSKOVA

23 Ağustos’ta Türk Hava Yolları’nın TK 0417 seferiyle gittik Moskova’ya uçak İstanbul’dan saat 11.05’de kalktı ve Moskova saatiyle 14.55’te Moskova’ya inmiş olduk(Rusya Türkiye’den 1 saat ileri olduğu için aslında 13.55’te indik, yani uçuş 2 saat 50 dakika sürdü), uçağa binmeden free shoptan içki alalım dedik ama arkadaş salla Vnukovo havaalanında daha ucuzdur oradan alırız deyince almadık içki, fakat uçağa bindiğimizde her Rus’un elinde en az 3 free shop poşetini görünce anladık ki İstanbul free shopu Moskova free shopundan daha ucuzmuş, uçuş gayet keyifliydi özellikle Türk Hava Yolları’nın o leziz yemekleri uçuşu keyifli yapan faktörlerin başında geldi, 5 yıldızlı otel restoranı lezzetinde yemekler sunuyor Thy uçuşlarında, Vnukovo havaalanına indikten sonra ilk şoku free shop olmadığını görünce yaşadık, hani Ruslar neden İstanbul’dan 3’er poşet içki almışlar gayet iyi anlamış olduk, sonra pasaport kontrolüne girdik, Rus halkı cidden tam bir robot hayatı yaşıyor 4 ayrı pasaport kontrol noktası var ikisi bomboşken diğer ikisi full ve hiçbiri boş olana geçmeyi akıl edemedi en son hitler Almanya’sındaki polislere benzeyen bir polis abla geldi ve bağırarak o kuyruğun yarısını boş olan yerlere geçirdi.


Pasaport kontrolünde polis bize göçmen kağıdı verdi, o kağıt çok önemli seyahat boyunca pasaportla beraber yanımızdan ayırmamamız gerekiyor, bitiş tarihi ise 30 aralıktı yani 4 aylık vize verdiler de diyebiliriz, pasaporttan sonra bavullarımızı almaya geçtik, ilk şoku free shop olmadığını anladığımızda yaşadık ama asıl şok az sonra gelecekti, bavullarımızı almak için banta geçtiğimizde arkadaşın bavulu çıktı ama benimki yoktu, bant döndü herkes bavulunu aldı gitti, benim bavul çıkmadı, işte asıl şoku o an yaşamış oldum ben, hemen kayıp eşya departmanına geçtik, Allahtan görevli İngilizce biliyordu formlarımızı doldurduk, görevli çok sempatikti ve bize bavulumuzun bulunması durumunda otele yollanacağını söyledi, gereken işlemleri yaptık ve ben daha tatilin ilk anlarında yaşadığım bir şokla Moskova’ya girmiş oldum.

Havaalanından şehir merkezine aeroexpress denen trenlerle geçiş yapılıyordu, her saat başı kalkan trenler merkeze yaklaşık 45 dakikada gidiyorlar, tren sizi bir metro istasyonunda indiriyor ve metro aktarması yapıp merkeze geçiyorsun, Moskova metrosu için az sonra düşüncelerimi belirteceğim ama kısaca şunu söylemek gerekirse adamlar resmen efsane bir metro hattı yapmışlar, koskoca Moskova’yı o metroyla gezebiliyorsun hiç taksi ve otobüse ihtiyaç duymadan, otelimiz metrodan indikten sonra yürüyerek 3 dakikalık bir mesafedeydi, metrodan indikten sonra yukarı çıktığımızda gördüğümüz en kötü araba Porsche’ydi, Ferrariler gırla, Range Roverlar gayet sıradandı o caddede, sanırım biz farkında olmadan Moskova’nın en lüks otelini ayarlamıştık booking.com’dan, otelimizin hemen yanında Vogue cafe vardı, cafenin önünde 2 tane çam yarması, onlara sorduk oteli ve gayet kibar bir şekilde tarif ettiler bize, otele gittik, otelin tam karşısında Rusya’nın merkez bankası vardı yani istesem de kaybolamazdım orada sanırım.

Otele yerleştikten sonra dışarı çıkıp gezelim dedik, her ne kadar kapanmış olsa da kremlin sarayının oraya gidip gece manzarasını izleyelim dedik, metroya binip bir durak sonra indik ve kremlinin hemen önüne çıktık, kızıl meydan ve kremlin gerçekten efsane, yıllarca filmlerde gördüğüm yerlerin havasını solumak çok güzel bir duyguydu, kızıl meydan boyunca yavaş yavaş oranın tadını çıkararak gezdik, kızıl meydanın sonuna doğru St Vasili kilisesi var ki o da Moskova’nın kesinlikle gezilmesi gereken yerlerinden biri, ilk gece hem yol yorgunluğu hem de bavulun kaybolmasının moral bozukluğundan otele gidip uyuduk, sabah erken kalkıp kremlin sarayını gezmeye gidecektik, 10 da açılıyordu akşam 5’e kadar açıktı, tabi sadece kremlin değil, gezilecek çok yer vardı, o yüzden uyuyup, dinlendik.

Sabah olduğunda kahvaltımızı yapar yapmaz çıktık bu sefer yürüyerek gidelim dedik hem otelin hemen yanındaki Bolşoy tiyatrosunu da görmek gerekiyordu, Bolşoy’un önünde fotoğraf çektirip, 15 dakika o harika yapıyı ağzımız açık izledik, Dünyaca ünlü bolşoy tiyatrosu, gerçekten harikaydı, bolşoy’u gezdikten sonra kremline gittik, bilet kuyruğu fenaydı yaklaşık yarım saat bekledik, kremlin ve silah müzesinin biletleri ayrı satılıyordu kremlini aldık ama silah müzesinin biletleri bitmişti alamadık, her gün sınırlı sayıda kişi gezebiliyordu ve onun biletleri için erken gelmek gerekiyordu, kremline girdik ve kremlini yaklaşık 3 saatte gezebildik, Topkapı’yla karşılaştırmak gerekirse, Topkapı’nın tek artısı manzarası, yani deniz olmasa bence kremlin daha iyi bir yapı Topkapı sarayından, kremlinin içindeki katedraller ve çarın topuyla, çanı gerçekten görülmesi gereken yapılar.

Kremlinde 3 saat geçirdikten sonra ayaklarımız bitmiş bir halde saraydan çıktık ve Kızılmeydan’dan St Vasili katedraline doğru yürümeye başladık, St Vasili’i gezikten sonra Kızılmeydan boyunca uzanan Avm’ye girip bir gezelim dedik meğer o avm bizim gidilecekler listesinde olan GUM’muş, enine olarak nerdeyse tüm kızıl meydanı kaplayan Gum tarihi bir binaya inşa edilen 3 katlı son derece modern avm, tamamen kapalı ama üstü tamamen camla kapandığı için gün ışığını alıyor, içerisi de gayet sıcak sanırım kışın -30ları düşünerek yapmışlar, arkadaş madem bavulun kayıp bir pantolon alalım da en azından 6 gün boyunca eşofmanla gezme dedi ve biz Levis’e girdik Türkiye’de 150-200 arası olan 501 e bakayım dedim bakmaz olaydım en ucuz 501 350 tl’den başlıyordu, Moskova’nın pahalı bir memleket olduğunu biliyordum ama ilk tokat o an suratıma çarptı, tabi ki almadan çıktım ve GUM’u gezip bir cafeye oturduk.

Cafe’de havyar ve Baileys istedim, toplam 60 tl gayet normal fiyat derken, baileys’in bir bardağın 10’da 1’i kadar geldiğini görünce gözlerime inanamadım, Türkiye’de bardağı sonuna kadar doldururlar ve ortalama 15-25 tl arasıdır bir baileys ama Moskova’da o bardağın 10’da 1’i ve havyarın 15 tl olduğunu düşünürsek 45 tl verdik, yani o bardak tamamen dolu olsa 200 tl olacaktı fiyat, Levis olayından sonra baileys olayıyla Moskova’nın pahalılık konusunda aşmış olduğunu, cafeden kalkıp avm’deki markete girdik(bizim Migros tarzı) meyveler kiloyla değil bardakla satılıyordu ve bizim 1 kg’den çok daha pahalıydı, sadece şunu söylesem Moskova’nın nasıl pahalı bir yer olduğunu anlarsınız, Burger king’de double whopper’ı 60 tl’ye yedim, Türkiye’de 16 tl olan şeyi, Türkiye’de 50 kuruş olan 0.5 lt sular orda 3.5 tl’ydi, Moskova dünyanın 3. Avrupa’nın ise en pahalı şehri.

İkinci günümüzde son olarak Moskova etnografya müzesini gezdik ve saat 19’da orası da kapanınca ayaklarımıza kara sular inmiş bir şekilde otele gittik, otele gittik ama hala gezeceğimiz yerler bitmemişti ve ertesi gün Saint Petersburg’a geçme zamanıydı, otele geldiğimizde bavul geldi mi diye umutsuzca sorduğumda resepsiyona, resepsiyonistin evet demesiyle hayatımda yaşadığım en büyük sevinçlerden birini yaşadım, bavuluma 2 gün gecikmeli de olsa kavuşmuştum ve tatil o an başladı benim için, o gece Moskova’nın gece hayatını gördük, Rus kızlarının mutluluğu neden dışarda aradığını da anlamış olduk, Rus erkekleri kesinlikle ayık gezmiyorlar, bir gecede tam 14 tane sızmış ve ayakta zor duran adam gördüm, gece bindiğimiz metro resmen votka kokuyordu, metroyu geçtim, sokaklar bile votka kokuyordu, metroda sızanlara zaten herkes normal gözle bakarken, sarhoş olmayan bir tane bile erkek görmedim desem yalan olmaz, meşhur arbat caddesine gittik, gittiğimizde pek canlı değildi aslında belki de yanlış zamanda gitmiştik ama bizim istiklalden daha kötü bir yer olduğu kesin.

Moskova’daki son günümüzde planımız kremlindeki silah müzesini gezmek ardından Lenin mozolesini ziyaret edip Nazım Hikmet’in mezarını görmek için Novodevichy manastırına gitmekti, sabah 9.30’da bilet gişesi açılmadan gittik, yine de kuyruk vardı, 10.00’da gişe açılınca biletimi alıp silah müzesini gezdim, ardından Lenin mozolesine gittik ama yaklaşık 1 km kuyruk vardı ve bunların çoğu da Japon’du, bizde üzülerek es geçmek zorunda kaldık mozoleyi ve metroya binip Novodevichy manastırına gittim, başta Nazım Hikmet olmak üzere, ünlü Rus devlet adamlarının mezarlarının olduğu Novodevichy’de yaklaşık 2 saat kaldım, manastırın bahçesinde mezarlar var manastırda ise gelip ibadetlerini yapıyorlar, dikkatimi çeken şey mini etekli bir sürü kızın başlarını kapayıp manastıra girmesi ve çoğunun ağlayarak dua etmesi oldu, yani kıyafet önemli değil onlar için ibadette, ibadetlerini inanarak ve kalpten yaptıkları çok belli oluyordu.

Novodevichy gezimi de tamamladıktan sonra metroyla otele geri döndüm ve bavullarımızı alıp St Petersburg’a gitmek üzere Rusya’nın ana havaalanı Sheremetyevo’ya doğru yola çıktık( İstanbul’dan gelirken indiğimiz Vnukovo Sabiha Gökçen, Petersburg’a giderken gittiğimiz Sheremetyevo ise Atatürk havaalanı gibi) metroya binip aeroexpreslerin kalktığı istasyona gittik, bu arada lafı gelmişken Moskova metrosu gerçekten inanılmaz bir yer, adamlar öyle dizayn etmişler ki 4-5 hat var ve metroda bile gezerken yoruluyorsun o kadar büyük, biz 2 gün sonunda anca çözmüştük metroyu, bizim metrolar gibi tek bir hat yok, tren tek bir rayda gitmiyor, üstelik metro istasyonları da resmen tarihi eser, mutlaka görülmesi gereken istasyonlar var, metro çok sık geçiyor birini kaçırınca 1 dakika sonra diğeri geliyor, ve Rus halkı soğuk falan değil, gayet yardımsever her ne kadar yardım istediğimiz 10 Moskovalıdan 9’u İngilizce bilmese de işaretlerle yardım etmeye çalıştılar.

Sheremetyevo havaalanına gidip Rusların meşhur havayolu Aeroflot ile Petersburg’a uçtuk, Aeroflot hakkında söylemek istediklerim ise hostesleri her Türk erkeğinin hayalindeki hostes tipi, gayet güzeller ve kırmızı bir üniforma giyerek ne kadar iddialı olduklarını da gösteriyorlar, ama hostesleri ne kadar iyiyse pilotları o kadar kötüydü, Petersburg’a öyle bir indik ki içimden Allah’ım sana geliyorum dedim, hayatımda o kadar sert bir iniş görmedim ben, hani dedikleri gibi varmış Aeroflotun, Petersburg’a inince uçakta bir alkış tufanı koptu. Moskova özet olarak çok pahalı ve çok kalabalık bir şehir bir daha gidermişin deseler hayır derim, ama kesinlikle gidilip görülmesi gereken bir yer olduğunu da söyleyeyim.

2 Eylül 2012 Pazar

2012'ye Damgasını Vuracak Filmler


Bilirsiniz sinema mevsimi Eylül’de başlar ve Aralık’a kadar en kaliteli filmler teker teker vizyona girer, hatta Oscar adayı filmler genelde Kasım, Aralık aylarında vizyona girer, yani kısacası Eylül’e girdiğimiz şu günler bizim için sinema mevsiminin başladığı günler diyebiliriz, yazın sinemaya sadece Türkiye’de değil tüm dünyada kimse gitmez, o yüzden iddalı filmler hep Eylül’de vizyona girmeye başlar, yazın vizyona giren iddalı film yok mu? Tabi ki var ama genelde sinema dünyasının en bereketli mevsimi sonbahar ile başlar ve sene sonuna kadar devam eder.

Ben de şimdi size 2012 kışına damgasını vuracak filmleri yazacağım, bu filmlerin bir çoğu Oscar yarışında da öne çıkan filmler olacaklar, sene sonu geldiğinde yapılacak olan 2012’nin en iyi 50, 100 filmi listelerinde de yazacağım filmlerden farklı film görme şansınız çok az.

Öncelikle 2012’ye damgasını vurmuş olan yani vizyona girmiş filmlerle başlayalım isterseniz.

The Avangers: Hollywood’un bu büyük bütçeli prodüksiyonu başta Iron man olmak üzere, Captain America, Thor, Hulk ve Black Widow olmak üzere süper kahramanların dünyayı kurtarmak için Loki’ye karşı savaşmalarını anlatan ve 2012’de şu zamana dek çıkan filmler arasında en çok ses getiren film olma özelliğini göstermesi açısından önemli, film o kadar başarılı oldu ki gişede tüm zamanların en çok gişe yapan 3.filmi oldu ve 2015’te devam filminin çekilmesine karar verildi.

Batman: The Dark Knight Rises: Christopher Nolan’ın Batman üçlemesinin son filmi tüm dünyada merakla bekleniyordu Dark Knight’tan sonra son film nasıl olacaktı ve bu efsane nasıl sonlanacaktı? Tüm dünyanın merakla beklediği final filmi Dark Knight kadar başarılı olmasa da izleyiciyi tatmin etti ve 2012 yazına damgasını vurmayı başardı, gişede ise Dark Knight’ı geçemese de tüm dünyada şu an 14.sırada ve hala gösterimi sürüyor.

Moonrise Kingdom: Wes Anderson’u ben fazla sevmesem de kendine özgü anlatımı ile büyük bir hayran kitlesi kazanmıştır, son filmi Moonrise Kingdom bu zamana kadar yaptığı filmler arasında The Royal Tennenbaums’dan sonra en iyi film bence, zaten kadrosu için bile izlenmeye değer bir film: Edward Norton, Bruce Willis, Bill Murray, Tilda Swinton, Harvey Keitel ve Frances Macdormand ile bu film de 2012’ye damgasını vuran filmlerden oldu.

Prometheus: Ridley Scott Alien ve Aliens efsanelerinden tam 26 sene sonra bu sefer filmin başlangıcına dönmeyi tercih etti ve bu filmi çekti tabi ki bir Alien ve Aliens olmasa da bu film de onlar kadar ilgi gördü ve bu türün sevenleri tarafından çok olumlu eleştiriler aldı, Ridley Scott’un türün efsane iki filminden 26 sene sonra çektiği bu devam filmi 2012’nin en iyileri arasına girmeyi başardı.

The Hunger Games: Açlık oyunları romanından sinemaya aktarılan film 2012’nin ilk büyük bütçeli filmi oldu Mart ayında vizyona girmesine rağmen büyük ses getirdi ve Jennifer Lawrence gibi bir genci Hollywood’a kazandırdı, film gişede de o kadar başarılı oldu ki ikinci ve üçüncü filmlerin çekilmesi için şimdiden harekete geçildi.

2012’ye damgasını vuran 5 filmi yazdıktan sonra şimdi de damgasını vuracak filmlere geçelim, henüz vizyona girmemiş bu filmler gerek büyük produksiyonlarıyla gerekse usta yönetmenleri ve iddalı kadrolarıyla 2012 sonbaharında sinemaseverleri heyecanlandıran filmler.

Brave: Pixar’ın bu seneki bombası olan Brave animasyon anlamında kısır bir sene geçirdiğimizi göz önüne alırsak, bu senenin en iyi animasyon Oscarı için iddalı bir film, anime severlerin de merakla beklediği bu film 7 Eylül’de Türkiye sinemalarına girecek.

The Place Beyond the Pines: Ryan Gosling’i geçen sene Drive filminde canlandırdığı karakterden sonra bu sefer de bir motorsiklet sürücüsü olarak izleyeceğiz, Bradley Cooper, Eva Mendes ve Ray Liotta’nın da oynadığı bu film Drive gibi kült olmaya aday bir film.

Promised Land: Matt Damon’un senaryosunu yazıp oynadığı filmde Damon’a Frances Macdormand ve Hal Halbrook eşlik ediyor, Gus Van Sant’ın yönettiği film drama severleri tatmin edecek bir drama filmi.

Trouble With the Curve: Clint Eastwood’un Amy Adams ve Justin Timberlake ile başrollerini paylaştığı filmde bir beyzbol koçunun ve ailesinin dramını anlatılıyor, Amy Adams’ın Eastwood’un kızını canlandırdığı film bu senenin sağlam dramalarından.

Silver Linings Playbook: Başta Robert de Niro olmak üzere, Bradley Cooper, Julia Styles, Jennifer Lawrence ve Chris Tucker’ın oynadığı filmde herşeyini kaybetmiş bir adamın tekrar hayata tutunma ve eski eşini kazanma çabasını ve bu aşamada ortaya çıkan gizemli bir kadının ona yardım etmesiyle ortaya çıkan dramatik ama eğlenceli hikayeyi izleyeceğiz.

Killing Them Softly: Brad Pitt’in adeta tek başına şov yaptığı bir film, bir infazcıyı canlandıran Pitt filmde bol bol adam öldürüyor, adeta katliam yapıyor ve inanılmaz bir oyunculuk sergiliyor.

Flight: Son filminde bir treni kurtaran Denzel Washington bu sefer bir uçağı kurtarmaya çalışacak, aksiyon filmlerinin en önemli oyuncularından Washington’a Don Cheadle ve Melissa Leo eşlik ediyor, 2012’nin sağlam aksiyonlarından olacak bu film.

Django Unchained: Bu senenin en çok beklenen filmlerinden biri de sinemanın aykırı adamı Tarantino’nun filmi Django, Jamie Foxx, Leo Caprio, Samuel L,Jackson, Chrıstopher Waltz ve Jonah Hill’li sağlam kadrosuyla western filmlerine yeni bir soluk getirecek.

Cloud Atlas: Matrix gibi sinema dünyasına damga vuran bir film çektikten sonra kayıplara karışan Wachowski kardeşlerin bu filmi Matrix kadar olmasada çok iddalı bir yapıt, Tom Hanks, Halle Berry, Hugo Weaving, Hugh Grant, Susan Sarandon’lu kadrosuyla zaten iddalı olan filmde geçmişten günümüze, günümüzden geleceğe 6 farklı hikaye içeren ve farklı hayatların birbirini zincirleme etkilemesiyle ilginç bir hal alan çok sağlam bir bilimkurgu.

The Hobbit: An Unexpected Journey: Lord of the Rings hayranlarının merakla beklediği film, 2012’nin en iddalı yapımlarından biri, Yüzüklerin Efendisi efsanesinden tam 9 sene sonra Peter Jackson bu sefer Hobbitlerin hikayesini beyaz perdeye taşıyor.

Argo: Oyuncu kişiliğiyle tanıdığımız Ben Affleck’in iyiden iyiye yönetmenlik koltuğuna ısınmış olduğunu gösteren bir film bu, çektiği ilk iki filmde gayet olumlu eleştiriler alan Affleck, bu filmde adeta yönetmenlik kariyerinde ne kadar iddalı olduğunu kanıtlıyor, İran devrimi sırasında kaçan 6 Amerika’lının kurtarılma operasyonunu anlatan film, gerçek hikayeye dayanıyor, Affleck hem yönetiyor hem oynuyor ona filmde eşlik edenler ise Alan Arkin, John Goodman ve Clea Duvall.

Amour: Haneke ustanın 2012’ye damgasını vuran ve Cannes film festivalinde altın palmiye’yi kazanan filmini merakla bekleyenler arasında ben de varım, Haneke sinemasının müptelası çoktur, son filmi Das Weisse Band ile yine Cannes’ı kazanan ama en iyi yabancı oscarını alamayan Haneke Amour ile en iyi yabancı oscarına da göz kırpıyor.

Zero Dark Thirty: Oscar ödüllü tek kadın yönetmen Kathyrn Bigelow’un çektiği ve Usame Bin Laden’in yakalanış öyküsünü anlatan çarpıcı bir film.

The Impossible: 2004’te Tayland’ı vuran tsunamiyi konu alan film, tsunami’de çocuklarını kaybeden bir çiftin hikayesini anlatıyor, başrollerde Ewan Mcgregor ve Naomi Watts’ın oynadığı film 2012’nin sağlam dramlarından.

Anna Karenina: 19.yüzyıl Rusya’sının üst sınıf ortamında geçen ve aristokrat Anna Karenina ile kont Vronsky’nin ilişkisini anlatan filmin kadrosu çok sağlam: Keira Knightley, Jude Law, Emily Watson, Aaron Johnson ve Kelly Macdonald’ın oynadığı film tarihi filmlerden hoşlananlar için izlenmesi gereken bir yapım.

Life of Pi: Ang Lee’nin son filmi olan Life of Pi’de Pi adlı hayvanat bahçesi bakıcısının inanılmaz hikayesi anlatılıyor, 2012’nın belkide en farklı, en heyecanlı filmi olmaya aday olan yapım da çok farklı bir hikaye izletecek Ang Lee izleyenlere.


Lawless: Büyük buhran döneminde geçen filmde üç iskanyar işçi kaçakçısı kardeşin Amerikan rüyası için mücadelelerini anlatıyor, Tom Hardy, Shia Labeouf , Guy Pearce ve Jessica Chestain’in oynadığı film 2012’nin sağlam filmlerinden.

Seven Psychopaths:2012’nin en komik filmlerinden biri olan bu film komedi severler tarafından heyecanla bekleniyor, kadrosunda Colin Farrell, Woody Harrelson, Chrıstopher Walken, Sam Rockwell, Abbie Cornish ve Olga Kurylenko gibi sağlam oyuncular var.

Won’t Back Down: Başrollerinde Viola Davis ve Maggie Gyllenhaal’ın oynadığı ve çocuklarının eğitim hayatı için mücadele eden iki annenin hikayesini anlatan film, oyunculuk yanı ağır basan, güzel bir başarı hikayesini anlatıyor.

Hyde Park on Hudson: İngiliz kral ve kraliçesinin Amerikan başkanı Franklin Roosevelt’i ziyaretini başkanın kuzeninin gözünden anlatan film tarihi filmleri sevenler için bu senenin kaliteli yapımlarından.

Les Miserables: Victor Hugo’nun efsane romanından sinemaya aktarılan hikayede 19.yy Fransa’sında şartlı tahliyeyle hapishaneden çıkmış bir mahkumun yeni bir hayat kurmaya çalışmasını konu alır. Bir çok kez sinemaya aktarılan bu ünlü romanı bu sefer oscar ödüllü yönetmen Tom Hooper ele alıyor, oyuncu kadrosuda çok iyi olan filmde başrollerde Anne Hathaway, Hugh Jackman, Sacha Baron Cohen ve Russel Crowe olmak üzere Helena Bonham Carter ve Amanda Seyfried oynuyor.

To the Wonder: Usta yönetmen Terrence Malick’in son filmi, Malick’in her çektiği filmden sonra en az 5 sene film çekmeme kuralını da çöpe attığı film olarak Malick sinematografisinde ayrı bir önem taşıyor, Rachel Mcadams, Ben Affleck ve Javier Bardem’in oynadığı film bir adamın kendi biten evliliği sonrası avrupalı bir kadınla başlayan aşkını konu alan romantik bir dramı anlatıyor.

The Master: Paul Thomas Anderson yeni nesil sinemanın dahi çocuğu olarak tüm dünyada kendine sağlam bir kitle edindi, Anderson’un bu son filmini de heyecanla bekliyor başta Amerika olmak üzere tüm dünya, Amy adams, P.S Hoffmann, Laura Dern ve Joaquin Phoenix(sinemayı bıraktıktan 4 sene sonra sinemaya tekrar dönüyor) in oynadığı film 2.dünya savaşı sonrası Amerikasında geçen ve savaştan eve dönen ve geleceği belirsin bir deniz subayının hikayesini anlatıyor.

Lincoln: 2012’nin en çok beklenen ve Oscar’ın en büyük favorisi olan filmi Lincoln, usta yönetmen Steven Spielberg’in yönettiği başta Daniel Day Lewis ve Joseph Gordon Levitt olmak üzere Tommy Lee Jones, Sally Field, John Hawkes, ‘in oynadığı film adından da anlaşılacağı gibi Amerika’nın efsane başkanı Abraham Lincoln’un hayatını anlatıyor.

14 Ağustos 2012 Salı

RÜZGAR GİBİ GEÇTİ: 2012 LONDRA OLİMPİYATLARI


29 Ağustos’ta başlayan Londra olimpiyatları 9 Eylül’de sonra erdi, açılışıyla, oyunlar süresince ve kapanışıyla gelmiş geçmiş en iyi olimpiyatları izlettirdi bize İngilizler, dün gece kapanışı izlerken 2016’da Brezilya’nın işi gerçekten çok zor diye düşündüm, hele 2020’de biz almayalım bu olimpiyatları yada alırsak İngilizlere organize ettirelim dedim, o kadar harika bir organizasyon oldu ki, 16 gün boyunca nerdeyse sıfır hatayla bir olimpiyat yaşandı.


İngilizler 2012 Londra olimpiyatlarında 16 gün boyunca toplam 36 spor dalında yapılan mücadeleler ve dağıtılan madalyalarla adeta bizlere bir spor şöleni izlettirdi, hep dediğim gibi olimpiyatların 3 ana dalı vardır Atletizm, Jimnastik ve Yüzme, özellikle Atletizm ve Yüzmede çok farklı hikayeler yaşandı 16 gün boyunca, favoriler kazandı çoğu zaman ama büyük sürprizlerde yaşanmadı değil, dünya rekorları da kırıldı, eski rekor sahiplerinin büyük hayal kırıklıkları da izlendi, 16 gün boyunca izleyenler her türlü duyguyu yaşadı, kimi zaman sinirlendik ekran başında, kimi zaman sevinçten çığlık attık, kimi zaman ağladık, kimi zaman televizyona kumanda fırlatma raddesine bile geldik ve sonunda kapanış töreniyle hepimizin içini bir burukluk kapladı, keşke bitmeseydi dedik, 4 sene nasıl geçecek diye sızlandık hatta olimpiyatlar 2 senede bir olsun diyen kişi sayısı hiç de az değildi, şimdi Londra olimpiyatlarında neler oldu, kimler iz bıraktı, kimler hayal kırıklığı yaşattı, kısaca değerlendirmemizi yapalım.

Öncelikle takım sporlarından başlayalım, Londra’da futbol, basketbol, voleybol, hentbol, hokey ve su topu olmak üzere 6 dalda takım sporları mücadeleleri yapıldı olimpiyat altını için.

Futbol normalde dünyada en ilgi çeken spor olmasına rağmen olimpiyatlarda fazla ilgi görmez ama bu sene özellikle son 2 olimpiyatta ezeli rakipleri Arjantin’in şampiyon olmasıyla Brezilya tarihinin en iyi takımını kurarak mutlak şampiyonluk hedefiyle geldi Londra’ya kadroda başta Brezilya’nın yeni süper yıldızı Neymar olmak üzere, Pato, Hulk gibi yıldızlar vardı ama bu süper starlara rağmen Brezilya olimpiyat altınını kazanamadı finalde Meksika’ya kaybettiler ve şampiyonluğu 2016’da kendi ülkelerinde yapılacak olimpiyatlara ertelediler, futbolda kadınlarda ise tek favori tabi ki Amerika’ydı, kadınlar futbolunun olimpiyatlara girmesinden bu yana yapılan 4 olimpiyatın 3’ünü kazanan Amerika 5.olimpiyatta 4.altın madalyasını finalde Japonya’yı yenerek kazandı.

Basketbol olimpiyatlarda en çok izlenen takım sporudur bunun da sebebi tabi ki Dream team’in olimpiyatlara katılmasıdır, Amerika hem kadınlar hem de erkeklerde oluşturduğu dream teamle Londra’ya tek favori olarak geldi, Kobe Bryant’ın bu dream team 1992’deki dream team’i yenebilecek güçte demeci ne kadar iddalı ve güçlü olduklarının kanıtıydı, öyle ki Nijerya maçında olimpiyatlardaki rekorları kırdı bu dream team, Nijerya’yı 156-73 yenerek olimpiyat tarihindeki en farklı skoru elde ettiler ve 156 sayıyla en yüksek sayıyı attılar, finale kadar da zorlanmadan geldiler yarı finalde Arjantin’e 26 sayı fark attılar ama finalde İspanya karşısında zorlandılar hatta maç içinde geriye bile düştüler, son 5 dakika kala maç hala kopmamıştı ki Kobe-Carmelo-Lebron ve Durant’li kadro maça ağırlığını koyarak 107-100 ile olimpiyat altınını Amerika’ya kazandırdı, 2008 Pekin’de de finalde İspanya’yı yenerek almıştı dream team altını, kadınlarda Amerika çok daha rahat kazandı altını finalde Fransa’ya 36 sayı fark attılar ve baskette bizden başkası altını asla göremez mesajını verdiler tüm dünyaya.

Voleybol’da erkeklerde Amerika ve Brezilya favoriydi Londra’da ama bu iki favorinin dışında bir takım kazandı olimpiyat altınını, Rusya kazandı altın madalyayı, Amerika daha çeyrek finalde İtalya’ya 3-0 yenilerek büyük şok yarattı, finale çıkan favori Brezilya maçı 2-0 a getirdi hatta maç sayısı bile kullandı ama Rusya ordan maçı çevirerek 3-2 yendi Brezilya’yı ve uzun süre unutulmayacak bir maç sonrası olimpiyat şampiyonu oldu, kadınlarda da favoriler Amerika ve Brezilya’ydı ve Amerika grup maçlarında Brezilya’yı 3-1 ile ezerek Londra’da tek favori benim mesajı verdi ama finalde öyle olmadı durum, finalde yine iki favori karşılaştı Amerika ilk seti 25-11 kazanarak 2008 Pekin’de finalde kaybettiği rakibinden rövanşı almak istediğini gösterdi ama ikinci sette şemsiye tersine döndü Brezilya adeta küllerinden doğdu ve maçı 3-1 kazanarak Pekin’de yendiği rakibine yine hüsran yaşatarak üst üste 2.olimpiyat şampiyonluğunu kutladı.

Hentbol’de favoriler erkeklerde Fransa ve kadınlarda Norveç’ti 2008 Pekin’de de bu iki ülke kazanmıştı olimpiyatları ve Londra’da da bu değişmedi erkeklerde Fransa kadınlarda Norveç üst üste ikinci şampiyonluklarını kazandılar ve sürpriz yaşanmayan tek takım sporu oldu basketi saymazsak, çünkü baskette sürpriz yaşanma ihtimali bile yoktu.

Hokey’de erkeklerde ve kadınlarda şampiyon değişmedi, erkeklerde 2008 Pekin’de şampiyon olan Almanya finalde ezeli rakibi Hollanda’yı yenerek ünvanını devam ettirdi, kadınlarda ise 2008 Pekin’de şampiyon olan Hollanda finalde Arjantin’i yenerek ünvan korudu.

Takım sporlarındaki en büyük sürpriz su topunda yaşandı, erkeklerde tek favori Macaristan’dı ama onlar çeyrek finalde elendiler, finale bile kalamadılar, herkes Macaristan elenince şampiyon Macaristan’ı eleyen İtalya olacak sandı ama İtalyanlar finalde Hırvatistan’a yenilerek gümüşte kaldılar, böylelikle Hırvatistan büyük bir sürprize imza attı, kadınlarda ise Amerika finalde İspanya’yı yenerek şampiyon oldu, Amerika takım sporlarında baskette iki olmak üzere 4 altın madalya kazandı ve en başarılı ülke oldu.

Takım sporlarından sonra gelelim Jimnastike, Jimnastikte kadınlarda Amerika, Çin çekişmesi vardı Pekin’de, erkeklerde ise 8 altının 7’sini almıştı Çin, Londra’da ise kadınlar Jimnastikte Nastia Liukin ve Shawn Johnson gibi iki yıldızından mahrum olmasına rağmen Aly Raisman ve Gabby Douglas’la Amerika 7 dalda 3 altın kazanmayı başardı, Çin Pekin’deki performansını sergileyemedi, erkeklerde ise 8 altından sadece 3ünü kazanabildi Çin, açıkçası 2008’de daha çekişmeli ve heyecanlı bir jimnastik izlemiştik bu sefer daha sönüktü ama yine de olimpiyatlarda jimnastik izlemek her zaman keyifli oluyor.

Yüzmeye gelirsek tabi ki Phelps’teydi gözler, Atina’da 6 altın 2 bronz, Pekin’de 8 altın almıştı ve ardından Marijuana çekerken görüntüleri çıkmıştı medyada bu skandaldan sonra bir sürü sponsorluk anlaşmaşı bitmişti Phelps’in, Phelps Londra’da 7 dalda yarıştı ve 4 madalya alarak olimpiyat tarihinde en çok madalya kazanan kişi olarak tarihe geçmek istiyordu, olimpiyatlar onun için iyi başlamadı açıkçası, ilk finalinde 4.oldu ve madalya kazanamadı, 2.finalinde ise gümüşte kalınca eleştiri okları üzerine yöneldi fakat daha sonraki yarışların hepsinden madalya çıkarmayı başardı Phelps ve 4 altın 2 gümüş alarak, toplamda 3 olimpiyatta 22 madalya olimpiyatlar tarihine altın harflerle kazıdı adını Phelps, Amerika yüzmede her zamanki gibi yine madalyaları topladı 16’sı altın 31 madalya kazandı, Ryan Lochte hayal kırıklığı yarattı 2’si altın 5 madalya kazanmasına rağmen, Çin’li Sun Yang 200 serbestte gümüş 400 serbestte altın alıp 1500 serbestte dünya rekoru kırarak altını kazandı, 100 metre sırtüstünde Van der Burgh, 200 metre sırtüstünde ise Gyurta dünya rekoru kırarak altın kazanan isimler oldu, kadınlarda dişi Phelps diye adlandırılan Missy Franklin 4 altın 1 bronzla dikkat çekerken dünya rekoru da kırdı 200 metre sırtüstünde, Allison Schmitt 3 altın 1 gümüş 1 bronz kazandı, Dana Vollmer 3 altın kazandı ve 100 metre kelebekte dünya rekoru kırdı, Rebecca Soni 2 altın 1 gümüş kazandı ve 200 metre kurbağalamada dünya rekoru kırdı, Ranomi Kromowidjojo 50 ve 100 metre serbesti olimpiyat rekoru kırarak kazandı, Çin’li yüzücü Ye Shiwen 200 ve 400 metre serbestte altın madalya kazanırken 200’de olimpiyat 400 de dünya rekoru kırdı ve henüz 16 yaşındayken yaptı bunların hepsini, 4*100 karışık bayrak yarışında Amerika altın kızları Franklin, Soni, ollmer ve Schmitt’ten oluşan kadrosuyla dünya rekoru kırarak altın madalyayı kazandı, yüzmede Amerika’dan sonra Çin 5 altın, Fransa 4 altın ile sıralandı, Avustralya yüzmede hayal kırıklığı yaratırken Fransa Avustralya’nın yerini aldı Londra olimpiyatlarında.

Yüzmede nasıl gözler Phelps’in üstündeyse atletizmde de tabi ki Usain Bolt’un üstündeydi, olimpiyatların en kısa süren ama en çok merak edilen yarışı olan 100 metrede acaba Bolt Pekin’deki başarını tekrarlayabilecek miydi ? üstelik çok dişli rakipleri vardı ama Bolt öyle bir yarış çıkardı ki, geç çıkış yapmasına rağmen altını kazanmayı başardı, 200 metrede de favori Bolt’tu ve 200’ü de üstelik son 5 metresini yürüyerek kazanmasını bildi Bolt, 100 ve 200 de Bolt’un ardından gümüş vatandaşı Blake’e gitti, 800 metrede Kenyalı Rudisha dünya rekoru kırarak altını kazandı, 5000 ve 10000 dublesini Pekin’de Etiyopya’lı Bekele yapmıştı bu sefer Britanya’lı Mo Farah yaptı, 4*100 bayrak yarışında ise Bolt’tan beklenen rekor geldi, Jamaika Bolt’un son 100 metresini koştuğu yarışta dünya rekoru kırarak altını kazandı ve ünvanını korudu, kadınlarda 100 metreyi Shelly ann Fraser kazandı ve Pekin’deki ünvanını korudu, 200 metrede ise Pekin’de altın kazanan Veronica Campbell Brown ilk üçe giremedi altını Amerika’lı Alyyson Felix kazandı, 100 metre şampiyonu Fraser gümüşte kaldı 200 metrede, 400 metreyi Pekin’de bronz kazanan Sanya Richards kazanırken Pekin’de altın alan Ohuruogu gümüşte kaldı Londra’da, 1500 metre kadınlarda bizim göğsümüzü kabartan bir yarış sonrası Aslı Çakır Alptekin altın, Gamze Bulut gümüş kazandı, tarihimizde ilk defa atletizmde altın kazanmış olduk, 1500 gibi önemli bir yarışta üstelik olimpiyatlarda duble yapmak da ayrı bir gurur oldu Türkiye için, Pekin’de 5000 ve 10000’i Tirunesh Dibaba kazanmıştı, Londra’da 10000’i yine Dibaba kazandı ama 5000’de vatandaşı Defar’a geçildi Dibaba ve bronzla yetindi, 4*100 erkeklerde Jamaika dünya rekoru kırmıştı kadınlarda ise Amerika kırdı o rekoru.

Gülle atmada Polonyalı Majewski ünvanını korurken disk atmada Pekin’in şampiyonu Gerd Kanter Londra’da bronzla yetinmek zorunda kaldı, çekiç atmada Pekin’in şampiyonu Kozmus Londra’da gümüşte kaldı, cirit atmada ise son iki olimpiyatın şampiyonu Norveç’li Thorkidsen Londra’da podyum dışında kalarak hayal kırıklığı yarattı, kadınlarda uzun atlamada efsane atlet Isınbayeva üstüste 3.olimpiyat altınını kazanamadı ve bronzda kaldı, ünvanını koruyan tek atlet çekiç atmada yarışan Spotakova oldu. Atletizmde en başarılı ülke 9 altınla Amerika oldu, Rusya 8 altınla Amerika’nın ardından geldi, Jamaika 4 altın 4 gümüş ve 4 bronz kazandı ve bunların tamamını da atletizmden aldı, Britanya 4 altın, Etiyopya 3, Kenya 2 altın kazandılar atletizmde.

Diğer spor dallarında hangi ülkeler üstündü onları da kısaca yazmak gerekirse;

Okçulukta Kore 3 altın 1 bronzla bu branşta ne kadar güçlü olduğunu gösterdi.

Badmintonda Çin dağıtılan 5 altını da kazandı ve bu dalda dünyada tek olduğunu kanıtladı.

Plaj voleybolunda erkeklerde Almanya, kadınlarda Amerika altını kazanırken, Amerika’lı Misty May-Kerri Walsh ikilisi üst üste 3.olimpiyat altınını kazandılar.

Boksta Britanya 3 altın, Ukrayna 2 altın, Küba 2 altın alarak en başarılı ülkeler oldular.

Kano slalomda Fransa 4 altının 2’sini alırken, Kano sprintte Macaristan ve Almanya 3’er altınla en başarılı ülkeler oldular.

Bisiklet bmx’de Kolombiya ve Litvanya dağıtılan 2 altını paylaştılar, dağ bisikletinde ise Fransa ve Çek Cumhuriyeti dağıtılan 2 altını paylaştılar, yol bisikletinde dağıtılan 4 altında 4 farklı ülkeye gitti, hız bisikletinde ise tabi ki Sir Chris Hoy’lu Britanya 10 altından 7’sini kazanmayı bildi.

Dalışta aynı Badmintonda olduğu gibi Çin şov yaptı ve 8 altından 6’sını kazandı.

Binicilikte ise Britanya 3 altın, Almanya 2 altın kazandı.

Eskrimde İtalya 3 altın, Güney Kore ve Çin 2 altınla sıralandı.

Ritmik jimnastikte her zamanki gibi Rusya 2 altını da kazandı.

Judoda Rusya 3 altın alırken, Fransa ve Güney Kore 2 altın aldı.

Kürekte Britanya 4, Yeni Zelanda 3, Almanya 2 altın kazandı.

Yelkende Avustralya 3, ispanya 2 altın kazandı.

Atıcılıkta Güney Kore ve Amerika 3, İtalya ve Çin 2 altın kazandı.

Senkronize yüzmede aynı ritmik jimnastikte olduğu gibi Rusya 2 atını da kimseye kaptırmadı.

Masa tenisinde aynı badmintonda olduğu gibi dağıtılan 4 altını da Çin kazandı.

Tekvandoda dağıtılan 7 altın 7 farklı ülkeye giderken bu altınlardan birini de Servet Tazegül’le Türkiye aldı.

Teniste kadınlarda Serena Williams, erkeklerde Andy Murray olimpiyat şampiyonu oldular, çift kadınlarda Serena Williams ve ablası Venüs Williams Sydney ve Atina’dan sonra 3.olimpiyat altınlarını kazandılar, çift erkeklerde ise Amerikalı Bryan kardeşler altını kazandı, karışık çiftlerde ise Azarenka-Mryni çifti altını kazandı.

Trambolinde dağıtılan iki altını Kanada ve Çin paylaştı.

Triatlonda dağıtılan iki altını Britanya ve İsviçre paylaştı.

Halterde Çin’in üstünlüğü vardı 5 altın kazandı Çin, Kazakistan 4, Kuzey Kore de 3 altın kazandı, Rusya 5 gümüş almasına rağmen hiç altın kazanamayarak hayal kırıklığı yarattı.

Güreşte Rusya ve Japonya 4’er altın kazandılar, İran 3 altınla iki ülkenin ardından geldi.

Her olimpiyatta Çin ve Amerika büyük bir rekabete girerler kim daha fazla altın madalya kazanacak diye ve 2008 Pekin’de Çin 51’i altın olmak üzere 100 madalyayla Amerika’yı geçmişti, Amerika 36 altında kalmıştı toplamda 110 madalyayla Çin’i geçmesine rağmen, Londra’da ise Amerika 46’sı altın olmak üzere 104 altınla Çin’e ezici bir üstünlük sağladı, Çin 38 altın alabildi toplamda ise 88 madalyada kaldı, ev sahibi İngiltere Pekin’de 19 altın toplam 47 madalyayla Rusya’nın ardından 4.olmuştu, Londra’da ev sahibi avantajıyla 29 altın olmak üzere 65 madalya kazandılar ve 3.oldular.

29 Temmuz 2012 Pazar

2012 LONDRA OLİMPİYATLARI



Cuma günü harika bir törenle açılışı yaptı Londra Olimpiyatlar için ve 14 gün sürecek spor şöleni resmen başlamış oldu, sırf açılış töreni için bile ayrı bir yazı yazılır aslında o kadar harika bir tören oldu, 2008 Pekin’den çok daha iyiydi, tabi bunda İngiliz kültürünün ve Britanya’nın popüler kültürdeki şöhretlerinin de payı büyük.


14 gün sürecek Olimpiyatlarda, 36 ayrı dalda toplam 302 altın madalya sahibini bulacak, Olimpiyatlar denildi mi akla tabi ki Atletizm, Yüzme ve Jimnastik geliyor bu 3 ana dal Olimpiyatın olmazsa olmazları olarak her zaman ayrı bir yerdeler ve genelde bu 3 ana dal damgasını vurur Olimpiyatlara, bu 3 dal başta olmak üzere pek çok dalda çok ünlü yıldızlar şu an Londra’da ve 12 ağustos’a kadar bu spor şöleni devam edecek.

Atletizm, Yüzme ve Jimnastik dışında en çok izlenecek spor kuşkusuz Dream Team’li Basketbol olacak. Futbol, Basketbol, Voleybol ve Hentbol gibi takım sporlarında da kıyasıya bir rekabet ve altın için harika mücadeleler bizleri bekliyor ayrıca bizi yakından ilgilendiren Halter, Güreş olmak üzere Boks, Okçuluk, Bisiklet, Judo, Tekvando, Masa Tenisi, Tenis ve daha bir çok spor dalında muhteşem maçlar ve mücadelelerle çok keyifli bir Olimpiyat izleyeceğimizden hiç kuşkum yok.

Şimdi bu olimpiyatta öne çıkması beklenen sporcular ve takımları kısaca değerlendirelim.

Okçuluk: Güney kore bu dalda rakiplerine göre bir adım önde olsa da İtalya ve Amerika da bu dalda güçlü olan ülkeler, madalyaları bu 3 ülke paylaşır, ama altın, gümüş ve bronz kimlere gider belli olmaz.

Plaj Voleybolu: Amerika ve Brezilya madalyalar için kısasıya bir mücadele içine girecektir son Olimpiyat şampiyonu Amerika olmuştu gümüş ve bronz Brezilya’ya gitmişti, bakalım bu sefer Brezilya altını alabilecek mi?

Bisiklet: Bisiklette toplam 4 dal var: Bmx, Dağ Tırmanışı, Hız Yarışı ve Yol Bisikleti, benim tek izlediğim bisiklet hız yarışı çünkü en heyecanlısı o, bu dalda favori tabiki Büyük Britanya, tartışmasız bir üstünlüğü var bu dalda Britanya’nın ve Pekin’de bu dalda verilen 8 altının 7’sini kazanmışlardı, bu sefer kendi evlerindeler ve hedefleri 8’de 8 yapmak, erkeklerde Chris Hoy ve kadınlarda Victoria Pendelton’un mücadelelerini merakla bekliyoruz.

Dalış: Pekin’de bu dalda verilen tüm madalyalar Çin’e gitmişti 8 altının hepsini toplamışlardı Londra’ya da bu iddayla geldiler ve tek rakipleri yine kendileri.

Hentbol: Hentbol erkeklerde son 2 dünya şampiyonu ve Pekin Olimpiyatlarının altın madalyalı takımı Fransa mutlak favori İsveç, Danimarka ve Hırvatistan az da olsa altın için Fransa’yla mücadele edecekler, kadınlarda ise son dünya ve olimpiyat şampiyonu Norveç ile Rusya altın için kapışacaklar, onları zorlayabilecek takım ise Fransa olacak.

Senkronize yüzme: Bu dalda tek ülke var o da tabi ki Rusya, altını her zamanki gibi alırlar, gümüş ve bronz için düğer ülkeler mücadele ederler.


Masa Tenisi: Nasıl Senkronize Yüzme’de Rusya rakipsizse Masa Tenisinde de Çin rakipsiz Pekin’de 4 altını da almışlardı, Londra’da da 4 altını alacaklardır.

Tenis: Tenis önceleri Olimpiyatlarda fazla izlenen bir spor değildi ta ki 1988 de Steffi Graf katılıp altın madalyayı alana kadar, 88’den beri tenis de Olimpiyatlarda merakla beklenen spor müsabakalarından biri oldu, 2008 Pekin’de erkeklerde Nadal, kadınlarda Dementieva altını kazanmışlardı, Nadal sakatlığından dolayı Dementieva da Tenisi bıraktığı için Londra’da yoklar, ama erkeklerde Federer, Pekin’in bronz madalya sahibi Djokovic ve hiç grand slamı olmayan İngilizler’in ümidi Murray altın için yarışacaklar, kadınlarda ise Wimbledon’u kazanan ve eski günlerine dönen Serena Williams, Maria Sharapova, Azarenka ve Kvitova altın için favori isimler, aynı bir grand slam gibi Olimpiyatlarda da Tenis merakla izlenecek. Çiftlere gelirsek Pekin’de Federer-Wawrinka ile altını kazanmıştı Bob-Mike Bryan kardeşler bronzda kalmıştı bu sefer Bryanlar altına daha yakın taraf, kadınlarda ise Williams kardeşler 2000 ve 2008’de kazandıkları altın madalyayı londra’da 3’lemek için korta çıkacaklar.

Halter: 2008 Pekin’de Çin halterde tulum çıkarmıştı erkeklerde 8 altının 4’ünü kadınlarda 7 altının 4ünü kazanmışlardı, Londra’da aynı başarıyı yakalayabilirler mi? bilinmez ama yine büyük favoriler, Türkiye olarak Halter’de Pekin’de tek madalyamızı Sibel Özkan’la 48 kiloda gümüşle almıştık umarım Londra’da daha fazla madalya kazanırız.

Güreş: Güreş’te bir zamanlar Türkiye olarak çok güçlüydük ama maalesef yanlış yapılanmalar dolayısıyla eski gücümüzden eser kalmadı, Rusya bu dalda her zaman favoridir, Pekin’de serbest güreşte 7 altından 3ünü almışlardı, Ramazan Şahin’de bize tek altınımızı getirmişti, Greko Romen’de ise 7 altından yine 3’ünü Ruslar kazanmıştı, Türkiye ise Nazmi Avluca ile bronz almıştı, kadınlarda ise Pekin’de dağıtılan 4 altının ikisini Japonlar birini Çin diğerini Kanadalı güreşçi kazanmıştı, Londra’da bakalım madalyalar kimlere gidecek.

Su Topu: Su topunda erkeklerde altının tek favorisi bu sporda büyük üstünlüğü olan Macaristan, kadınlarda ise Hollanda, Amerika altın için sıkı bir mücadeleye girişecekler.

Voleybol: Erkeklerde son 3 dünya şampiyonu Brezilya, son olimpiyat şampiyonu ise Amerika muhtemelen altın mücadelesi iki takım arasında olacak, ben Brezilya’yı altın için daha şanslı görüyorum, brozn madalya ise Rusya, Sırbistan, Bulgaristan ve İtalya’dan birine gider. Kadınlarda ise son olimpiyat şampiyonu Brezilya olmuştu son iki dünya şampiyonu ise Rusya, Amerika’yı da bu iki takıma dahil edersek altın için 3 takım mücadele edecek, ben burda da Brezilya’yı şanslı görüyorum, Türkiye ise son zamanlarda artan performansıyla süpriz yapıp bronz alırsa şaşırmamak gerekir diyorum.

Futbol: Futbolda erkeklerde Brezilya en büyük favori bu zamana kadar hiç olimpiyat altını alamamış olmaları da bu altını ne kadar istediklerinin kanıtı, onları zorlayacak bir takım ise görünmüyor belki Uruguay yada Büyük Britanya olabilir. Kadınlarda ise yine Brezilya ile Amerika final oynar, şampiyon Brezilya olur diye düşünüyorum.


Basketbol: Şu Olimpiyatlarda en garanti altın kimin deseler direk Basketbolda hem kadın hem erkeklerde Amerika’nın derdim, 1992 de oluşturulan Dream Team’den sonraki en iyi Dream Team ile geliyor Amerika erkeklerde, Kobe Bryant, Lebron James, Kevin Durant liderliğinde 8’de 8 yaparak altını kazanırlar gümüş için Arjantin, İspanya ve Fransa mücadele eder, kadınlarda da çok güçlü bir kadrosu var Amerika’nın Taurasi, Augustus, Mccoughtry ve Fowles liderliğinde onlarda 8’de 8 yaparak altını alacaklardır gümüş için Rusya ve Avustralya mücadele edecek.

Takım sporları ve diğer sporlarda yorumlarımızı yaptıktan sonra gelelim 3 ana dal olan Jimnastik, Yüzme ve Atletizm’e.

Jimnastik:

Artistik Jimnastikte erkeklerde Çin Pekin’de tulum çıkarmış ve 8 altının 7sini kazanmıştı, yine tek favori onlar, kadınlarda ise Pekin’de takım mücadelesinde kıyasıya bir yarışma olmuş Çin Amerika’yı son anda geçerek altını kazanmıştı ama bireysel madalyalarda Çin’li sporcular başarılı olamamışlardı, 5 bireysel altın madalyanın ikisini Amerika kazanmış diğer 3 altını Romanya, Çin ve Kuzey Kore kazanmıştı, Amerika’nın bu dalda yıldızları Nastia Liukin ve Shawn Johnson 1 altın 3 gümüş almışlardı Pekin’de. Londra’da Nastia da Johnson da maalesef yok bakalım Amerika bu iki yıldızından yoksun olarak neler yapacak, Çin bu iki yıldız yokken altınları toplayacak mı? heyecanla bekliyoruz.

Ritmik Jimnastikte ise Ruslar mutlak favori olarak geliyorlar Londra’ya Pekin’de hem bireysel hem de takım olarak altın madalyayı kazanmışlardı Londra’da da bu değişmez diye düşünüyorum, Trambolin’de ise hem erkek hem kadınlarda Çin Pekin'deki üstünlüğünü devam ettirir ve altın madalyaya uzanır.

Yüzme:

Yüzme denilince herkesin aklına tabiki Amerika geliyor, Pekin’de 12 altın 9 gümüş ve 10 bronzla 31 madalya kazanmışlardı ve o 12 altının 8’ini de Phelps almıştı ve olimpiyatlar tarihine altın harflerle kazınmıştı, Amerika Londra’ya da favori olarak geliyor yine en çok altını onlara kazanacaktır ama Phelps aynı konumda değil bu sefer, bu sefer 7 dalda yarışacak ve sadece 3 madalya daha kazanırsa Olimpiyatlarda en çok altın kazanan sporcu rekorunu eline geçirecek, Atina'da 6 altın 2 bronz, Pekin'de 8 altın alarak toplamda 16 madalyaya ulaşan Phelps, Rus Artistik Jimnastikçi Larissa Latynina'nın 18 madalyalık rekorunu kırabilecek mi? Çok zor çünkü eski formunun çok gerisinde, Pekin’de her yarışta geçtiği Lochte bu sefer favori ve yarışacağı tüm dallarda altın kazanması bekleniyor Lochte’nin, kadınlarda ise erkeklerdeki gibi Amerika’nın ezici üstünlüğü olmayacaktır, özellikle Avustralya Amerika’nın üstüne çıkabilecek bir ülke kadınlarda, İtalyan Pellegrini, İngiliz Adlington, Avustralya’lı Stephanie Rice ve Amerikan Coughlin yüzmede dikkatlerin üzerlerinde olacağı sporcular olacak, ben Phelps’in 3 madalya kazanamayacağını düşünüyorum, 2008 Pekin’den sonra esrar çekerken yakalanması da kendine iyi bakmadığının bir kanıtıydı ve bu da bize yetenek önemli olsa da çalışmanın her zaman yetenekten daha önemli bir unsur olduğunu kanıtladı.


Atletizm:

Olimpiyatların en merakla beklenen dalı kuşkusuz her zaman Atletizm olmuştur ve Atletizmin de en heyecanlı dalları 100 ve 200 metre koşularıdır, 10 saniyenin altında kısacık bir yarış olmasına rağmen en heyecanla beklenen daldır 100 metre koşusu, üstelik Pekin’de Usain Bolt gibi bir efsanenin efsane dereceyle 100 metre dünya rekoru kırması londrada 100 metreyi çok daha çekici kıldı.

100 metre koşusunda favori tabi ki Usain Bolt ama rakipleri de çok güçlü ve bu rekabet bir dünya rekoru daha getirir mi? İşte herkes bu sorunun cevabını bekliyor, Bolt’un rakiplerine bakarsak Asafa Powell ve olimpiyat elemelerinde onu geçen vatandaşı Yohan Blake ve Amerikalı Tyson Gay üçü de altın alabiliecek kapasitedeler, Bolt tabi ki favori ama rahat değil işte o yüzden Londra olimpiyatlarının belki de en unutulmaz yarışı 100 metre olacak, benim şahsi görüşüm rekor gelmeyecek ama Bolt kazanacak, umarım rekor gelir kim kazanır mühim değil yeterki rekor gelsin.

100 metre kadınlarda da Jamaika üstünlüğü var, Amerika’nın uzun yıllar süren 100 ve 200 metre üstünlüğünü Jamaika ele geçirdi ve Pekin’de hem 100 hem de 200 de altın Jamaika’nın oldu, Pekin’de altın Shelly Ann Fraser'in olmuştu ama bu sefer Fraser'ın işi zor, son dünya şampiyonu Amerikan Jeter ve Veronica Campbell Brown onu zorlayacak isimler.

200 metreye gelirsek orda da Usain Bolt mutlak favori hatta bence 100 metreden daha favori ve 200 metreyi çok daha rahat kazanacaktır Bolt ve yine rekor gelmeyecektir diye düşünüyorum, kadınlar 200 metrede Pekin’de Veronica Campbell Brown altına ulaşmıştı Allyson Felix son anda altını kaptırıp gümüşle yetinmişti, Felix bu sefer altını çok daha fazla isteyecektir Brown'u sadece Felix değil Jeter da zorlayacaktır dolayısıyla kadınlar 200 metrede favorisi olmayan bir yarış izleyeceğiz.

400 metrede Pekin’in altın madalyalı atleti Leshawn Merrit burda da altın madalya için önde ama vatandaşı Jeremy Wariner Pekin’de aldığı gümüşü bu sefer altına çevirmek için çok daha istekli, 2011 dünya şampiyonasında Merrit'i geçen Kirani James'de 400 metrede iddalı Londra'da, dolayısıyla 400 metrede de favori yok diyebiliriz.

800 ve 1500 de altın kime gider bilemem ama Kenya’dan başka bir ülke o madalyaları alamaz.

5000 ve 10000 metrede Kennenisa Bekele Pekin'de duble yapmıştı ama Londra’da o dubleyi yapma ihtimali çok düşük bana göre çünkü Mo Farah gayet iddalı kendi ülkesinde.

4*100 ve 4*400 bayrak yarışlarında ise erkeklerde 100’de favori tabi ki Jamaika 400’de ise bayrak hatası yapmazsa Amerika kazanır.

Erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da 800 ve 1500 metre altınları Kenya’ya gidecektir ayrıca 5000 ve 10000’de son dünya şampiyonu Vivian Cheruiyot olimpiyatlarda da mutlak favori.

4*100 ve 4*400 bayrak yarışlarında ise kadınlarda Amerika takımı favori ama Jamaika da onları rahat bırakmayacaktır, 100 metrede de 400 metrede de Amerika ile Jamaika son saliseye kadar yarışacaktır ama ben ikisini de Amerika'nın alacağını düşünüyorum.


Sırıkla atlamaya gelirsek tabi ki gözler Yelena Isınbayeva da olacak son 2 olimpiyatın altın madalyalı atleti Pekin’e favori olarak gelmesede eski gücünde olmasada Pekin’de 3.altınını alarak tarihe geçmek isteyecektir, bunu başarmak için de elinden geleni yapacaktır.

Yüksek atlamada ise Belçikalı Hellabut ve Hırvat Vlasic Pekin’deki düellolarına devam edecekler gibi gözüküyor, Pekin’de Hellebaut altını almıştı ama Vlasic Londra’da bir adım önde gibi gözüküyor.

Elimden geldiğince takip ettiğim dallardaki yarışları değerlendirdim, umarım bu yazı daha eğlenceli bir olimpiyat geçirmenizi sağlar, 12 Ağustosa kadar sürecek bu spor şöleninde herkese iyi seyirler ve bol keyifler diliyorum.

16 Haziran 2012 Cumartesi

3 Kupa Tek Şampiyon: BEŞİKTAŞ


Basketbolda sezon başlamadan önce başta Anadolu Efes olmak üzere Galatasaray ve Fenerbahçe kadrolarını kurmuş ve sezona şampiyonluk parolasıyla başlamışlardı hatta bu 3 takıma Banvit’i de ekleyebiliriz. Beşiktaş ise cola-turka’nın sponsorluğunun bitmesiyle sponsorsuz kalmış ve yeni sponsor da bulamayınca küçülme kararı almıştı, oysa 2011’in ocak ayında göreve getirilen Ergin Ataman'a bir sonraki sezon için büyük bir bütçe sözü verilmişti fakat sponsor bulunamamasıyla birlikte bırakın büyük bir bütçe ve şampiyonluk kadrosu kurmayı küme düşmemek bile iyidir diye konuşulmaya başlanmıştı sezon başında, bütün bu olumsuzlukların üstüne Serhat Çetin, Cüneyt Erden ve Bekir Yarangüme Beşiktaş klubüne yakışmayan bir davranışla yaz boyunca klüpte antremana çıkmaya zorlanmışlardır. Bu durumdan artık Ergin Ataman da şikayetçi duruma gelmiş ve bana verilen sözler tutulmadı diyerek takım aramaya başlamıştı, yani klüp dağılmak üzereydi, derken Milangaz yani başkan Yıldırım Demirörenin şirketinin takıma sponsor olması ve lock-out nedeniyle ara verilen Nba’in en iyi 3 guardından biri olan Deron Williams’ın kadroya katılmasıyla bir anda tüm o olumsuz hava dağılmıştı, Deron ile başlayan transferler Hawkings ve Erceg’in alınması ve bir önceki sezonun en iyisi Kemp’in de kadroda tutulmasıyla güçlü bir kadro oluşturmaya doğru giderken transfer için çok geç kalınması nedeniyle yerli rotasyonunda maalesef kadro çok zayıf kalmıştı, Mehmet Yağmur, Can Akın, Serhat Çetin, Barış Hersek, Adem Ören(sene boyunca toplam 20 dakika oynamamıştır) ve alt yapıdan çıkan Kartal Özmızrak ile yerli rotasyonu kuruldu bu kadroya Erwin Dudley(Ersin Dağlı) da katılarak yerli rotasyonu şekillendirildi.

Lock-out nedeniyle gelen Deron Williams’ın yanında Semih Erden de kadroya katıldı ve böylece sponsor yokken sadece Serhat Çetin'in olduğu takım Milangaz’ın sponsorluğu ile kurulmuş oldu. Deron williams ve Semih Erden’in liderliğinde kurulan takım gerçekten iyiydi ama eğer lock-out biter ve bu iki oyuncu giderse ne olacaktı? İşte bunun cevabı belli değildi, Ergin Ataman bile b planı yapmadık eğer lokc-out biterse oturup konuşuruz demişti ama lock-out bittiğinde sezon ortası olacaktı ve iyi bir yabancı bulmak çok zor olacaktı ama herkes Deron’un büyüsüne kapılmıştı ve sonrası çok da önemli değildi açıkçası, herkes lock-out bitmesin diye dua ediyordu ve Deron'lu harika bir takım izliyordu.

Deron Williams’ın gelmesiyle hedefler de büyümüştü tabi, lig şampiyonluğu ve avrupada 2.kupa olan Uleb cup’ta da şampiyonluk takımın ilk hedefi olmuştu, kadro dardı ama Deron takıma çok çabuk uyum sağlamıştı ve takım onunla bir başka oynuyordu, herşey güzel başlamışken Uleb cup elemesinde Dexia Mons’a elenerek ilk şoku yaşarken takım, tüm tepkiler koç Ataman’a geliyordu hatta tepkiler o kadar ağıır oluyordu ki Ataman da cevap vermek zorunda kalıyordu.

Uleb cup’tan elenen takım 3.kupa da mücadele etmeye devam edecekti, 2.kupaya oranla çok daha kolay olan bu kupada hedef kesinlikle şampiyonluk olarak belirleniyor ve takım grup mücadelelerini 10 galibiyet ile kapatıyordu, ligde ise maalesef yerli rotasyonunun darlığı nedeniyle sıkıntı yaşanıyordu, 4 numarada yaşanan sıkıntı nedeniyle bir yabancı daha alınması gündeme geliyordu ve yine bir spektaküler transfer yapılarak Lakers’ın 4 numarası Lamar Odom ile anlaşma sağlanıyordu, Lamar’ın uçağa binip Türkiye'ye geleceği gün ise ani bir kararla Lock-out sona eriyor ve takımın bel kemiği Deron Williams ve Semih Erden takımdan ayrılıyordu, işte bu durumda B planı olmayan takımın ne yapacağı konuşulurken tüm medya bu takımın küme düşeceği kanısında uzlaşıyordu, Milangaz’ın sahibi Erdoğan Demirören'in bütçeyi arttırıp Ergin Ataman'a alabileceğiniz en iyi guard ve pivotu alın demesiyle sezon ortasında bir Deron Williams olmasada avrupada gayet kariyerli olan Carlos Arroyo guard olarak takıma transfer ediliyordu, pivot olarak da Semih Erden'den çok daha iyi olan Pops Mensah Bonsu kadroya dahil ediliyordu, B planı olmayan takım lock-out'un bitmesinin hemen ardından sezon ortasında bu kadar iyi iki oyuncu alınca, küme düşer kesin denilen takım tekrar şampiyonluk adayı yapılıyordu.
Derken Türkiye kupası 8'li finalleri maçları başlıyor ve bir önceki sene final oynayan takımdan bu sene şampiyonluk bekleniyordu, fakat şok bir haberle Can akın'ın sakatlanması ve sezonu kapamasıyla zaten dar olan rotasyon iyice daralıyor ve şampiyonluk başka bir bahara kalldı sesleri yükselmeye başlıyordu, takım Türkiye kupasında Serhat Çetin'in efsane oyunuyla yarı finalde Galatasaray, finalde Banvit'i yenip kupayı kazanıyor ve ilk kupa geliyordu, o dar rotasyona rağmen 3 günde oynanan 3 tane zor maç ve kazanılan şampiyonluk takımın kendine olan güvenini arttırıyor ve Eurochallange şampiyonluğu için takım daha çok kenetleniyordu, Eurochallange'da ilk grupta 10 galibiyet alan takım ikinci grupta Fuenlabrada'dan alınan 2 mağlubiyete rağmen 4 galibiyetle 2.olarak gruptan çıkılıyor ve final-four için son engelde kupanın diğer favorisi Artland Dragons ile eşleşiliyordu, takımın o ara formsuz olması ve Arroyo'nun yeni sakatlıktan çıkmasından dolayı Dragons maçlarında çoğu kişi ümitsizliğe kapılsa da Bonsu, Erceg ve Hawkings'in harika oyunlarıyla Dragons 2 maçta da yenilerek şampiyonluk için bir engel daha aşılıyor ve final 4’a kalınıyordu.

Final four'un ilk maçında ev sahibi Macar ekibi Olaj ile eşleşiliyor ve kağıt üstünde favori olan takım Beşiktaş olsada maç inanılmaz zor geçiyor ve son dakikada gelen galibiyet ile Eurochallange kupasında finale çıkıyordu takım, finalde ise rakip turnuvanın diğer favorisi Fransız Elan Chalon oluyordu, harika üçlük yüzdesi olan rakibe karşı ilk 3 periyot süper oynayan takım son periyot gevşeyince rakip farkı kapatıyor ama yine son 1 dakikadaki performansla Elan Chalon yenilerek 2.şampiyonluk da geliyordu üstelik avrupada Efes Pilsen'den sonra kazanılan ilk kupa olarak tarihe geçiyordu takım.

Önce Türkiye kupası ardından Eurochallange’ın kazanılmasıyla artık tek hedef kalmıştı o da Türkiye şampiyonluğu, takım ligi 4.bitirdiği için 5.olan Fenerbahçe ile eşleşti ev sahibi avantajı olmasına rağmen kadro olarak Fenerbahçe çok daha geniş ve güçlü bir kadroya sahipti ve Fenerbahçe elense bile yarı finalde 1.galatasaray ile karşılaşacaktı takım üstelik saha avantajı da Galatasaray'da olacaktı, bu zor kuradan dolayı lig şampiyonluğu pek olası gözükmüyordu ama Ergin Ataman her defasında hedeflerinin 3.kupayı da kazanmak olduğunu yineliyordu. çeyrek finalde Fenerbahçe'ye karşı ilk maçta kazanılan mucize galibiyet(Arroyo’nun orta sahadan attığı son saniye üçlüğü ve maçı uzaması sonrası gelen galibiyet) şampiyonluğa olan inancı daha da arttırıyordu, Fenerbahçe'yle deplasmanda oynanan 2.maçta da takım harika oynuyor ve kazanarak seiyi 2-0 ile geçiyor adını yarı finale yazdırıyordu.

Rakip bu sefer Galatasaray'dı yani ligin favorisi, kadro olarak çok daha güçlülerdi saha avantajı da onlardaydı, ilk maçta büyük farktan geri gelen takım Arroyo’nun son saniye üçlüğünün potadan çıkmasıyla maçı kaybediyor ama Galatasaray’a karşı da kıran kırana mücadele edeceğini gösteriyordu, 2.maçta ise daha kontrollü oynayan takım bu maçın kaybedilmesiyle serinin biteceğinin farkında olup harika bir oyunla maçı alıyor ve saha avantajını da eline geçiriyordu, 3.maç için Akatlardan Sinan Erdem’e taşınıyordu takım, çünkü Fener serisinde Akatlar taraftara yetmemiş içerdeki taraftardan daha fazlası dışarda kalmıştı, Galatasaray serisinin Sinan Erdem'e taşınmasıyla 15 bin taraftar önünde takım 3.maçı kazanıyor ve seride 2-1 öne geçiyordu, serinin 4.maçı yine Sinan erdemde oynanıyor ve 15 bin kişilik Sinan Erdem'in dolması bir yana dışarda da 5 bin kişi kalıyordu, taraftarda takıma artık inanıyor ve şampiyonluk için tam destek veriyordu 4.maç en zor maç olacak diye düşünülürken taraftarın inanılmaz desteğiyle en kolay maç oluyordu ve favori Galatasaray'ı 84-73 yenen Beşiktaş finale çıkıyordu.

Finalde rakip Anadolu Efes olmuştu, bu maçları oynamaya çok alışık bir takım olan Anadolu Efes yarı finalde Banvit'i eleyerek finale gelmişti, çeyrek final ve yarı finalde favoriler hep Beşiktaş'ın rakipleriydi ama finalde şemsiye tersine dönmüştü çünkü takım inanılmaz bir hava yakalamıştı ve buraya kadar gelmişken bırakmaya hiç niyeti yoktu, Anadolu Efes'in kadrosu çok geniş ve Beşiktaş'a göre çok daha güçlüydü, saha avantajı da onlardaydı ama bu takım taraftarının da gücüyle şampiyonluğu istiyordu, başta Ergin Ataman olmak üzere Arroyo, Hawkings, Erceg, Pops ve takımın yerlileri şampiyonluğu çok istiyorlardı, finalin ilk iki maçı Anadolu Efes'in sahasında oynandı ve Beşiktaş iki maçta da rakibi sahadan silerek harika oyunlarla maçları kazanarak seriyi 2-0 yaptı bundan sonraki 2 maç Beşiktaş'ın sahasında oynanacaktı ve herkes 4-0 ile serinin biteceğini düşünüyordu fakat Anadolu Efes seriyi bırakmadı ve 3.maçı hakemlerin de desteğiyle 2-1’e getirdi 4.maç ise hakemlere rağmen Beşiktaş'ın oldu ve 3-1 ile Anadolu Efes'in sahasına geçildi 5.maçta yine hakemler ön plandaydı ve sanki kaybedilen ilk maçın bir kopyası oynanıyordu, son saniyede tüm defansın uyuması sonucu Doğuş'un attığı basketle kazanan Anadolu Efes seiyi 3-2 ye getirerek şampiyonluğu bende istiyorum mesajını veriyordu 6.maç yine Beşiktaş'ın sahasında oynanacaktı ve herkes şampiyonluk kutlamak için Abdi İpekçi'yi doldurmuştu, tüm taraftar 40 dakika susmadı Arroyo’nun Fenerbahçe ve Galatasaray maçlarındaki efsane oyunu bu maçta da devam etti ve Beşiktaş maçı 80-76 alarak tam 37 sene sonra 2.şampiyonluğunu kazandı.

Ergin Ataman sezon başındaki o kötü durumda takımı ayakta tutmasını başardı. Gerçi ortada takım bile yoktu ama o kolayı seçip ayrılmadı, sponsor bulundu ve tamamen yerinde transferlerle kısıtlı bir kadro kuruldu, Türkiye kupası tarihte ilk defa kazanıldı, Avrupada kupa kazanıldı ve bu ikisinden çok daha önemli olan kupa yani TÜRKİYE ŞAMPİYONLUĞU kazanıldı, Deron Williams'ın gitmesiyle bu takım küme düşer denilirken bu takım Ergin Ataman'ın liderliğinde katıldığı 3 kupayı da kazanarak, inanılması çok güç olan birşeyi gerçekleştirdiler ve TARİHE GEÇTİLER.


2012-2012 BASKETBOL SEZONU TÜRKİYE TARİHİNİN EN UNUTULMAZ BASKETBOL SEZONU OLARAK TARİHE GEÇTİ, BİR SÜRÜ OLUMSUZLUKLA BOĞUŞAN BEŞİKTAŞ ÖNCE TÜRKİYE KUPASI SONRA AVRUPA ŞAMPİYONU OLDU VE SON OLARAK DA 4 TAKIMIN FAVORİ GÖSTERİLDİĞİ KENDİ ADININ ANILMADIĞI TÜRKİYE LİGİNDE ŞAMPİYON OLARAK 3 KUPA KAZANDI, BU 3 KUPAYI KAZANAN BEŞİKTAŞ BASKETBOL TARİHİNE GEÇTİ.