5 Ocak 2015 Pazartesi

BRUGGE


2008 senesinde In Brugge filmini izlediğimde demiştim bir gün ben Brugge’e gideceğim diye ve o hayalım geçen hafta gerçekleşti, şimdi sizlerle Brugge maceramı paylaşacağım, gitmek isteyenlere de güzel bir rehber olacağından eminim yazımın.

25 aralıkta Thy’nin sabah 8’deki TK1937 uçağıyla Brüksele gittim, yaklaşık 3 saat 20 dakika süren uçuştan sonra Brüksel havaalanına indik, Brüksel havalimanının en alt katından kalkan trenler aktarmalı olarak sizi Brugge’e götürüyor. Yaklaşık 30 dakikada bir kalkan trenler ya Brüksel midi aktarmalı ya da Gent aktarmalı olarak Brugge’e gidiyor, ben Gent aktarmalı olana denk geldim, Brükselden yaklaşık 50 dakika süren tren yolculuğuyla Brugge’e ulaşıyorsunuz, tren ücreti 20.60 euro tutuyor ve http://www.belgianrail.be sitesinden biletinizi alabiliyorsunuz, bilette tren saati yazmıyor, sadece tarih yazıyor, yani o tarihte istediğiniz trenle geçebilirsiniz Brükselden Brugge’e. 

Brükselden Gent aktarmalı trenle Brugge’e geçtim, Brugge tren garında indikten sonra şehir merkezi yaklaşık 1.5 km, bavulunuz olduğu için taksi tutacaksınız muhtemelen o da 7 euro tutuyor, bavulunuz yoksa eğer yürüyerek 20 dakikada merkeze ulaşabilirsiniz. Otelim Best Western Acacia’ya taksiyle ulaştıktan sonra odama yerleştim, otelin yeri gerçekten çok iyiydi, Markt meydanına yürüyerek sadece 3 dakikaydı.

25 aralıkta geldiğim için Brugge’e, christmas şenliğine denk geldim ve iyi ki de geldim, christmas kermesi vardı sokaklarda ve sokaklar ışıldı ama tabi christmas olduğu için mağazaların çoğu kapalıydı ve turist bilgi merkezleri de. Otelin Brugge haritasında pek ayrıntı yoktu ama resepsiyonist çok yardımcı oldu ve bana en iyi restoran ve en güzel biraların içileceği yerleri yazdı, odama yerleştikten sonra dışarı çıktım, Brugge denince akla üç şey geliyor, midye, bira ve ve çikolata. 

Brugge’ün iki ana meydanı var biri Markt diğeri Burg meydanı, Markt meydanındaki kermesleri gezip, çok acıktığım için yemek yemek için resepsiyonistin önerdiği Poules Moules’e gittim ama maalesef christmas olduğu için kapalıydı o restoran, ben de markt meydanındaki adını Brugge’ün simgesi olan Belfort saat kulesinden alan Le Grand Cafe Belfort’a girdim, midyeyi çok seven ve Türkiyenin en iyi midyesinin olduğu şehir İzmirde yaşayan biri olarak meşhur Belçika midyesini çok merak ediyordum açıkçası, bizim midyeden daha güzel olma ihtimalini düşünemiyordum ama yine de içimde acaba olabilir mi diye bir düşünce de geçmiyor değildi, 3-4 farklı sosla servis ediliyor midye, şarap, bira, garlic ve cream sosları var, ben garsona siz hangisini tavsiye edersiniz dedim bana cream sosu önerdi(en pahalısı da oydu) midye 20 ile 25 euro arasında sosuna göre değişiyor, yanında da Brugge’ün en meşhur biralarından Brugge Zots istedim, yemek bi 25 dakika bekleme süresinden sonra geldi, bir tencere içinde servis ediliyor midye ve o tencere sonuna kadar dolu oluyor, yanında da patates kızartması veriyorlar, bir tencerede yaklaşık 50-60 arası midye oluyor, benim yediğim krema soslu midye gerçekten çok lezzetliydi, ben çok beğendim ve o kadar iştahlı yedim ki, yanımdaki masada oturan kişi kalkarken bana afiyet olsun dedi, bizim midyelerle kıyaslamak gerekirse ben bizim midyeyi seçerim ama Belçika midyesi de övüldüğü kadar varmış, Brugge’e giderseniz mutlaka deneyin derim. 

Karnımı doyurduktan sonra biraz daha gezdim ama hem christmas olduğundan çoğu yer kapalıydı hem de hava kararmıştı o yüzden otelime döndüm biraz dinlenmek için, otelde biraz dinlendikten sonra Belçikanın meşhur biralarını denemek için dışarı çıktım, resepsiyonistin önerdiği pub Brugs Beertje kapalıydı christmas yüzünden ben de pub ve barların oldugu T’Zand caddesine gittim, rasgele bir bara girdim, barda christmas party vardı ve gerçekten çok iyi müzik yapan bir dj vardı şansıma, mekan çok kalabalıktı, kendime barın önünde bir yer buldum ve oturdum, yaklaşık 2 saat oturdum ve 6 bira içtim, hepsi de farklı biralardı, frambuazlı da içtim, muzlu da, tekilalı da, frambuazlı güzeldi ama muzlu tavsiye etmem açıkçası, biralar hem lezzetli hem de sudan ucuzdu, 2-3 euro arasında değişen fiyatlarla 6 bira içtim, 3 euro evet en pahalı bira 3 euroydu hem de brugge’un en iyi barlarından birinde, adamlar sudan daha çok tüketiyor birayı, sloganları da save the water drink beer. ben de öyle yaptım açıkçası 2 günde içtiğim suyun 10 katı daha fazla bira içtim Brugge’de, bardan midemde daha fazla bira içecek yer kalmadığı için çıktım ve sabah erkenden kalkıp, tüm Brugge’ü gezmem gerektiği için odama gidip uyudum.

26’sında uykumu iyice almış ve dinlenmiş olarak uyandım ve giyinip Brugge’ü gezmek için fotoğraf makinamı boynuma asarak dışarı çıktım, Brugge’de gezilmesi gereken en önemli yerleri belirledikten sonra yoluma koyuldum, önce Markt meydanına inip, Brugge’ün simgesi olan Belfort saat kulesine gittim, Belfort saat kulesinin tepesine çıkmak için tam 386 merdiven çıkmanız gerekiyor, maalesef asansör yok, eğer oraya çıkmayı başarabilirseniz şehrin harika manzarasının keyfini çıkarabilirsiniz ama oraya çıkınca yorgunluktan o keyfi yaşayabilirmisiniz bilemem, açıkçası çıkmak istedim ama 386 merdiven çıkmayı yemedi o yüzden çıkanları tebrik etmekle kaldım ve yoluma devam ettim.

Markt meydanından Burg meydanına geçtim ve orayı da gezdikten sonra şehrin görülmesi gereken en önemli yerlerinden Church of our Lady kilisesine gittim, bu kilise tarihi bir kilise ve hristiyanlar için çok değerli bir kilise, Michalengelonun Madonna ve Çocuk heykeli bu kilisede ve sırf bu yüzden bile görülmesi gereken bir kilise, orayı gezdikten sonra Beginjhof’a gittim, ördek ve kuğuların yüzdüğü çok güzel manzarası olan bir park Beginjhof, çok güzel fotoğrafların çekileceği bir manzarası var, o yüzden bu güzel manzarayı kaçırmamak gerekli, ordayı da gezdikten sonra aşk gölü olarak adlandırılan Minnewater’a geçtim, orası da en az Beginjhof kadar güzel bir yer, orada da çok güzel fotoğraflar çekebilirsiniz, minnewaterdan çıkınca karşıma tren garı çıktı, geze geze otelden tren garına kadar gelmişim, ordan şehrin diğer önemli turistik yeri olan St Salvatore kathedraline doğru yol aldım, orayı da gezdikten sonra alışveriş mağazalarının olduğu, Brugge’un en kalabalık caddesi Zuidzandstraat’a geçtim ve mağazaları geze geze Markt meydanına geldim, gezmem gereken her yeri gezmiştim ve sadece Brugge’de mutlaka yapılması gereken tekne turu kalmıştı, normalde 4-5 firma var nehir turu düzenleyen ama 26’sı olduğu için hepsi kapalıydı tek bir yer açıktı Dijver caddesindeki tekne turu açık olan tek yerdi, tek açık olan yer orası olduğundan baya bir sıra vardı, hava da soğuktu, sıraya girip girmemekte tereddüt ettim ama olmazsa olmazdı nehir turu ve o yüzden girdim sıraya yaklaşık 45 dakika bekledikten sonra sıra geldi, 7.60 euro karşılığında 35 dakikalık harika bir nehir turu yapıyorsunuz, Brugge’ü bir de nehirden turluyorsunuz, kaptan gayet güzel bir şekilde anlatıyor Brugge ve tarihçesini bir de geçtiğimiz yerlerin önemlilerini, 7.60 gerçekten çok ucuz o tur için 15 euro olsa herkes yine yapar diye düşündüm açıkçası, tekne turu bittikten sonra o kadar gezip deli gibi yorulan ve acıkan ben bir gün önce gittiğim ve kapalı olan Poules Moules’e gittim, rib eye yedim, kesinlikle tavsiye ederim bu restoranı hem çalışanları çok ilgili hem de yemekler efsane derecesinde lezzetli, yemeğimi yedikten sonra Amsterdamdan gelen arkadaşlarla buluşmak için 2b denen mekana gittim, Brugge’un birbirinden farklı biralarını denemek için harika bir mekan 2b tek kötü yanı saat 7’de kapanması. 

Brugge’ü 2 günde çok rahat bir şekilde gezdim, hatta 1 günde de gezilir o kadar ufak bir şehir ama kesinlikle bu şehrin keyfini çıkarmak gerekir o yüzden 2 gün ayırın derim, Brugge Belçikanın en turistik yeri, başkent Brükselden daha çok turist çekiyor sebebi de 2.dünya savaşında bombalanmayan tek yer olması, o tarihi dokusunu tamamen koruması, gerçekten de Brugge’de insan kendini masal şehrindeymiş gibi hissediyor, o evler, yüzlerce çikolata dükkanı sayesinde şehir resmen çikolata kokuyor, bu küçük ve sevimli şehirde 2 harika gün geçirdikten sonra 27 aralık cumartesi günü Amsterdama geçtim. 

4 Ocak 2015 Pazar

2014'ÜN EN İYİ 10 FİLMİ

Her sene Aralık ayının sonunda yayınlardım o senenin en iyi 10 filmini ama bu sene yurt dışı tatilimden dolayı maalesef yazamadım, anca fırsat buldum, listem belliydi ama yazma kısmına yeni geçebildim, öncelikle şunu söylemek istiyorum, 2013 senesinde çıkan filmleri sırf Türkiye’de 2014’te vizyona girdi diye 2014’ün en iyi filmleri arasına sokmak tamamen saçmalık, benim 2013’ün en iyi filmlerine koyduğumu 2014’ün en iyi filmlerine koyan bir sürü sinema yazarı var, bir de Türkçe isimleriyle yazmıyorlar mı filmleri işte ona da çok fena gıcık oluyorum, film her zaman orijinal adıyla yazılır bunu bilmeyip siyad üyesi olmuş bir sürü yazarcık var ülkemizde neyse kısa bir eleştiri yaptıktan sonra şimdi 2014’ün en iyi 10 filmini sizlerle paylaşayım.

1-Grand Budapest Hotel:  Wes Anderson sinemaya kendi tarzını yansıtan ve harika bir sinema dili yaratan çok sevdiğim bir yönetmendir, her filminde sinemasını geliştiren ve izleyenleri hikayenin içine sokan Anderson, Grand Budapest Hotel’de sinemasının en üst noktasına çıkıyor, başta Ralph Fiennes olmak üzere Adrien Brody, Williem Dafoe, Edward Norton ve Bill Murray ile senenin en iyi filmine imza atıyor Anderson.

2- Boyhood: Richard Linklater’i hepimiz Before Sunrise, Sunset, Midnight üçlemesinden tanıyoruz, romantik sinemanın en önemli filmlerinden üçünü çeken Linklater bu 3 filminin arasında bir başyapıt çekmeyi de ihmal etmedi, çekimleri tam 12 sene süren ve bir erkek çocuğun küçüklükten 18 yaşına kadarki serüvenini anlatan film, sinema dünyasında bir ilk olarak tarihe geçerken 2 saat 45 dakikalık uzun süresine rağmen izleyiciyi dikkatini filmde tutmayı sağlayan Linklater gerçekten senenin en orijinal filmine imza atmış oluyor.

3-Birdman: Amores Perros, 21 Gram ve Babel üçlemesinden tanıdığımız Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzales Inarritu’nun hem kadrosuyla olarak hem de hikayesiyle bu seneye damga vuran filmi Birdman başta Michael Keaton olmak üzere, Edward Norton, Naomi Watts, Emma Stone ve Zach Galifianakis’in oynadığı ve bu senenin Oscarlarında en iyi film dalında Boyhood’la kıyasıya bir çekişmeye girecek harika bir baş yapıt. Michael Keaton da bu filmdeki oyunculuğuyla oscarda en iyi aktör dalında çok büyük şansa sahip.

4-Whiplash: Öncelikle filmin yönetmeni Damien Chazelle’den başlamak istiyorum yazıma, böylesine harika bir filmi ilk film olarak çekmek gerekten büyük bir başarı ve her yönetmene nasip olmayan bir şans, Chazelle 2014’ün en iyi filmlerinden birine imza atıyor ve henüz ilk filminde beklentileri bir hayli yukarıya taşıyor, yılın yönetmeni oscarını kazanır mı? Zor ama benim için 2014’ün en iyi yönetmeni kesinlikle Chazelle’dir, senaryo muhteşem, yönetmenlik harika olunca da ortaya izlerken nefes almayı bile unutacağınız bir şölen ortaya çıkıyor, Whiplash sınırları zorlamak ve kuralları yıkmak adına izlenmesi gereken bittiğinde ayakta alkışlayacağınız bir film.

5-Nightcrawler: Jack Gyllenhaal’ın oyunculuk manasında devleştiği ve yılın en sürpriz filmlerinden biri olan Nightcrawler, bir adamın hırsları sayesinde yapmayacağı şeyin olmadığını bize çok açık bir şekilde anlatırken haber sektörünün kirli yüzünü de gözler önüne seriyor. Film gerçekten çok etkileyici ve filmi bu kadar etkileyici yapan da dediğim gibi Gyllenhaal’ın harika performansı.

6-Interstellar: Bu senenin en çok beklenen filmi hiç kuşkusuz sinemanın dahi çocuğu Nolan’ın Interstellar’ıydı, filmi geçen senenin 3D harikası Gravity ile kıyaslayan vardı ve ne yazık ki bu filmi Gravity ile kıyaslayanlar bu filmi hiç anlamamıştı, Gravity 3D harikası onun dışında bir numarası olmayan bir filmken, Interstellar tamamen uzayın derinliklerine giren ve felsefesi olan bir filmdi, evet bir Inception değildi, ve Nolandan çok büyük beklentisi olan sinema dünyası filmi izledikten sonra az da olsa hayal kırıklığına uğradı ama ben filme şöyle bakıyorum bu filmi Nolan değil de başka bir yönetmen çekse hiç kuşkusuz Interstellar 2014’ün en iyi filmi olurdu ama Nolan bizi o kadar yükseğe çıkardı ki Interstellar!a burun kıvırır olduk, film çok eleştirilse ve çoğu kişi için 2014’ün hayal kırıklığı olarak nitelendirilse de benim en iyi 10 filmim arasına kesinlikle giriyor.

7-Under the Skin: Bu filmi İstanbul film festivalinde izlemiştim, filmden çıktığımda insanların yüzünde çok enteresan mimikler gördüğümü hala unutamıyorum, şaşıran da vardı, gülen de, şok olan da, kızgın olan da, film bir sürü farklı duyguyu açığa çıkaran bir film olmuştu kısacası, film sinema eleştirmenlerini de ikiye bölen bir film oldu, Under the Skin’i 2014’ün en iyi filmlerine koyan da oldu en kötü filmlerine koyan da, hep seksi sarışın olarak gördüğümüz ScarlettJjohansson’u bu filmde bir alien’ı canlandırırken gördük, oyunculuk anlamında kusursuz olan Johansson’un da muazzam oyunculuğuyla Under the Skin kesinlikle 2014’ün en iyi 10 filmine girmeyi hak eden bir film.

8-IDA: Bu senenin en iyi yabancı oscarını kazanacağına kesin gözüyle baktığım bu Polonya filmi, Avrupada da yılın en iyi filmi ödülünü kazandı. Ida izlerken sizi çekim tekniğiyle adeta dinlendirecek ve bittiğinde üzüleceğiniz kadar etkileyecek bir şaheser.

9-Winter Sleep: Bu senenin en iyi 10 filmine bir Türk filminin girmesi beni çok sevindirdi açıkçası, tamamen tarafsız olarak hazırladığım bu listeye Nuri Bilge Ceylanın Kış Uykusunu büyük rahatlıkla soktum, Oscardan sonra sinema dünyasının en önemli ödülü olan Cannes’da altın palmiyeyi kazanan Winter Sleep, derin dialogları ve muhteşem manzara çekimleriyle izleyenleri 3 saat boyunca adeta büyüleyen bir başyapıt.

10-Force Majeure: Bilen bilir İsveç sineması Bergmandan dolayı avrupada en sevdiğim 3 ülke sinemasından biridir, Force Majeure’de bir İsveç yapımı olarak beni hemen etkiledi açıkçası, erkek ve kadının konuya yaklaşım biçimlerini çok açıklayıcı bir şekilde ortaya koyan film Fransız Alpleri manzarasıyla da izleyenleri büyülüyor, 2014’ün en iyi 10 filminde çok rahat bir şekilde koyuyorum bu İsveç filmini, böylelikle ilk defa 3 avrupa filmi yılın en iyi 10 filmi listeme girmiş oluyor.

22 Kasım 2014 Cumartesi

SCARLETT JOHANSSON



Scarlett Ingrid Johansson 22 kasım 1984’te New York’ta dünyaya geldi, annesi Polonyalı bir bir musevi, babası Danimarkalı bir mimardır, Scarlett’in kendisinden 3 dakika sonra dünyaya gelen Hunter adına bir erkek ikiz kardeşi vardır. 

Scarlett adını Gone with the Wind filminin Scarlett O’Hara’sından, Ingrid ismini de Hollywood’un en asil ve güzel kadınlarından biri olan Ingrid Bergman’dan almıştır. Oyunculuk kariyerine 1994 senesinde North filmiyle başlayan Scarlett, 95 senesinde Just Cause adlı filmde Sean Connery ve Laurence Fishburne ile kamera karşısına geçmiştir. 

1996 senesinde henüz 3.filmi olan Manny&Lo’da daha 12 yaşındayken ilk başrolünü almıştır, daha sonra sırasıyla If Lucy Fell, Fall ve Home Alone 3 filmlerinde rol alan Scarlett, sinemada asıl patlamasını The Horse Whisperer filminde yapmıştır, 1998’de Robert Redford’un hem yönetip hem de oynadığı The Horse Whisperer’daki oyunculuğuyla Hollywood’un dikkatini çekmeyi başaran Scarlett genç star ödülünü kazandı, bu filmdeki başarısının ardından 2001’de Coen kardeşlerin The Man Who Wasn’t There filmindeki oyunculuğuyla sinemaya iyice ısındığını gösterdi, 2001 senesi Scarlett için çok verimli bir sene olmuştur, The Man Who Wasn’t There’in ardından kült film Ghost World’de oynamıştır, benim de en sevdiğim Scarlett filmlerinden biri olan Ghost World başta amerika olmak üzere tüm dünyada büyük beğeni kazanmıştır, düşük bütçesine rağmen gişede de iyi iş yapan Ghost World Scarlett’in Hollywood’da iyice yer edinmesini sağlamıştır, 2001’de oynadığı son film olan American Rhapsody’de de iyi bir drama oyunculuğu çıkaran Scarlett için 2001 senesi kariyerinin çıkış senesi olmuştur.

2001 senesindeki çıkışını 2003 senesinde zirveye taşıyan Scarlett, Girl with a Pearl Earring ve Lost in Translation filmlerinde sergilediği efsane oyunculuklarla Hollywood’un yeni yıldızı olacağını göstermiştir. Sofia Coppola’nın çektiği ve eleştirmenler tarafından çok olumlu eleştiriler alan Lost in Translation filminde Bill Murray ile başrolü paylaşan Scarlett filmin büyük başarı elde etmesinde de başrolü oynadı, Girl with a Pearl Earring filminde de ünlü ressam Johannes Vermeer’in ünlü İnci Küpeli Kız tablosundan esinlenerek çekilen filmde İnci Küpeli Kızı oynayan Scarlett eleştirmenler tarafından çok olumlu yorumlar aldı ve bu iki filmde gösterdiği performanlar sayesinde golden globe’da hem komedi hem drama dalında en iyi kadın oyuncu ödülüne aday oldu. Lost in Translation filmindeki oyunculuğuyla Venedik film festivalinde ve Bafta'da en iyi kadın oyuncu ödüllerini kazandı ve henüz 19 yaşında iki önemli sinema ödülünün kazanarak bir anda Hollywood’un en önemli kadın oyuncuları arasına girdi. 

2003 senesindeki başarılarından sonra 2004 senesinde 4 filmde oynadı Scarlett, The Perfect Score ve In Good Company adlı komedi filmlerinde ve A Love Song For Boby Long ve A Good Woman dram filmlerinde rol aldı ve A Love Song For Boby Long filminde tekrar golden globe’da en iyi kadın oyuncu ödülüne aday oldu. Scarlett’in bu başarıları Woody Allen’ın da dikkatini çekti ve 2005’de Woody Allen’ın Londra’da çektiği Match Point filminde rol aldı ve üst üste 4.sene golden globe’da oyunculuk dalında adaylık aldı Match Pointteki performansıyla fakat yine kazanamadı. 2005 senesinde kariyerinin ilk yüksek bütçeli filminde rol aldı ayrıca, Michael Bay’in yönettiği başrolünü Ewan Mcgregorla paylaştığı The Island filminde ilk aksiyon rolünün üstesinden başarıyla gelen Scarlett 2006 senesinde de büyük yönetmenlerde çalışmaya devam etti, Match Pointteki başarısı Scarlettin ikinci bir Woody Allen filminde oynamasını sağladı, Scoop’da bu sefer Hugh Jackman’la başrolleri paylaştı, Match Point’e göre daha vasat bir film olsa da Woody Allen’la kimyası uyuşmuştu Scarlettin, 2006’daki bir diğer filmi usta yönetmen Brian De Palma’nın The Black Dahlia filmiydi, yönetmen ve kadro çok iyi olsada film maalesef istenen başarıyı sağlamamıştı ve De Palma’nın en kötü filmi olarak sinema tarihine geçmişti ama Scarlett bu fiyaskoyu hemen telafi edip 2008’in belkide en iyi filmi olan Christopher Nolan imzalı The Prestige’de Christian Bale ve Hugh Jackman (Scoop’dan sonra 2.kez) la başrolleri paylaştı, The Prestige o senenin en iyi filmi olmasının yanı sıra sinema tarihininde en iyi filmlerinden biri olarak tarihe geçti ve Scarlett bu filmiyle artık büyük bütçeli filmlerin de aranılan oyuncusu olmayı başarmıştı.

2007’yi biraz dinlenerek geçiren Scarlett sadece kendi çapında bir komedi olan The Nanny Diaries filminde oynadı, 2007’deki dinlenmenin ardından 2008’de 3 filmde daha beyazperdeye iddalı bir şekilde çıktı Scarlett, The Other Boleyn Girl filminde Natalie Portmanla başrolü paylaşıp çok iyi bir kimyayla harika iki performans izledik bu ikiliden, bu filmin hemen ardından Woody Allen’la 3.filmine imza atan Scarlett, Vicky Cristina Barcelona filmiyle Javier Bardem ve Penelope Cruzla birlikte harika bir film izletmeyi başardı seyircilere, 2008’de oynadığı son film ise 2006’daki The Black Dahlia fiyaskosuna çok benziyordu Frank Miller’ın The Spirit filminde oynadı ama film gerçekten çok kötüydü dolayısıyla Scarlett de filmi kurtaramadı ve 2008’i 2 iyi bir kötü filmle kapattı Scarlett, 2009’da da 2007’de olduğu gibi sadece bir komedi filminde oynadı ama bu film kadrosu bakımından büyük yıldızların olduğu bir filmdi, He’s Just not that into You filminde Jennifer Aniston, Jennifer Connely, Drew Barrymore, Ben Affleck ve Bradley Cooper ile oynadı ve bu filmde kariyerinin casting olarak en bol yıldızlı filmi oldu.

2010 senesinde Iron Man ekibine Black Widow olarak katıldı, Iron Man 2 filminde canlandırdığı Black Widow karakteriyle eleştirmenlerden çok olumlu yorumlar aldı ve aksiyon filmlerinde de yetenekli olduğunu kanıtladı, 2011’de Matt Damon’la bir Cameron Crowe filmi olan We Bought a Zoo’da oynadı, 2012’de iron man 2’deki başarılı performansı sayesinde The Avengers filminde oynamayı başardı ve yine Black Widow olarak karşımıza çıktı, yine 2012’de Alfred Hitchcock’un Psycho filminin çekim aşamasını anlatan Hitchcock filminde Janet Leigh’i canlandırdı. 

2013 senesine geldiğimizde ise 3 filmle karşımıza çıktı Scarlett, bu filmlerden ikisi bu zamana kadar oynadığı filmlerden çok daha farklı filmler oldu ve izleyiciyi bir hayli şaşırtmayı başladı bu filmlere, önce yakın arkadaşı Joseph Gordon Levitt’in yönettiği Don Jon filminde bu zamana kadar gördüğümüz en seksi Scarlett Johansson’u gördük, bu zamana kadar sexy kadın karakterini canlandırdığı filmler olmuştu tabi ama Don Jon’da sınırlarını zorladı Scarlett ve karakterine iyi bir oyunculukta katarak başarılı bir performan çıkardı, bu filmden sonra oynadığı Under The Skin Scarlettin ünlendikten sonra oynadığı ilk bağımsız film oldu ve bu filmde Scarletti hiç görmediğimiz bir karakterde gördük, bir Alien’ı canlandırdı Scarlett ve şimdiye kadar beyazperdede ilk defa çıplak bir Scarlett gördü seyirciler, bu kadar güzel bir oyuncunun böyle düşük bütçeli bağımsız bir yapımda tamamen sahnelerin gerektirdiği çıplaklığı kimseyi rahatsız etmedi tam tersine kariyerindeki bazı engelleri kırması açısından çok olumlu karşılandı. Under The Skin’deki performansı izleyenleri ciddi anlamda etkiledi ve bu filmde Scarlett ben her türlü rolde oynarım mesajını çok güçlü bir şekilde verdi, Under the Skin’den sonra 2013’deki son filmi Her’de ise belkide sinema tarihinde bir ilki gerçekleştirdi ve izleyenleri kendine sadece sesiyle aşık etti, filmde sadece sesiyle rol alan Scarlett o kadar iyi bir oyunculuk performansı gösterdi ki(oyunculuğun sadece sesle de olabileceğini kanıtladı adeta) oscar adaylığı konuşulmaya başlandı ama akademi bir filmde bedenen olmayan bir oyuncuyu aday göstermeyeceğini açıklayarak büyük tepki çekti, Her Scarlett’in de katkılarıyla Afi tarafından yılın filmi seçildi, Satürn ödüllerinde sadece sesiyle en iyi yardımcı kadın ödülünü aldı, hem Under The Skin hem de HER filmiyle Scarlett sinema alanında hiç alışık olmadığı ve cesaret isteyen alanlara girdi ve çok büyük bir başarıyla çıktı bu maceradan ve bu performanslarıyla Hollywood’da da çok büyük takdir kazandı. 

2014’e geldiğimizde yine 3 filmle karşımıza çıktı Scarlett, Jon Favreu’nun Chef filminde Iron Man’dan başrol arkadaşı olan Robert Downey ile oynadı, Captain America: The Winter Soldier ile Marvelin çektiği filmlerde 3.rolünü gerçekleştirdi son olarak da usta yönetmen Luc Besson’un Lucy filminde bu zamana kadarki en büyük aksiyon filminde tek başına rol aldı ve çok iyi oynadı.

2014 bitmek üzere ve Scarlett Johansson’un bugün doğum günü tam 30 sene önce bugün dünyaya gelen bu sarışın kızın, 30 senelik yaşamında oynadığı filmleri yazdım size, 10 yaşında başladığı sinema kariyerinde tam 20 senedir kameralar karşısında olan Scarlett bu zamana kadar oynadığı filmlerde dram, komedi, macera, bilimkurgu türlerinde oynadığı filmlerde çok iyi performanslar sergiledi, güzelliğinin oyunculuğunun önüne geçmesine asla izin vermedi, sinema tarihinin en güzel kadınlarından biri olarak her filminde üstüne koyarak bu zamana kadar geldi.

Sadece sinemada değil tiyatroda da ben varım diyerek Broadway’de 2009’da Arthur Miller’ın yazdığı A View from The Bridge'de oynadı ve bu performansıyla 2010’da Tony ödüllerinde en iyi kadın tiyatro oyuncusu ödülünü kazandı, 2012’de Cat on a Hot Tin Roof’da Maggie karakterini canlandırdı ve eleştirmenler tarafından bu performansı da çok beğenildi. Müzik sektöründe de varım diyen Scarlett 2009’da Pete Yorn’la beraber bir albüm yaptı, ayrıca bu zamana kadar sayısız dergi kapağını süsleyip, bir çok ünlü markanın( Calvin Klein, L’Oreal, Louis Vitton, Dolce Gabbana, Moet&Chandon) reklam yüzü oldu, politik olarak da tarafını belli eden Scarlett Obama’nın seçim kampanyalarında aktif bir rol almıştır. 

2008 senesinde kendi gibi oyuncu olan Ryan Reynolds’la evlenen fakat sadece 2 sene evli kalıp boşanan Scarlett, 2013’de fransız reklamcı Romain Dauriacla nişanlanmış ve çiftin bu eylülde Rose Dorotyh adında kızları dünyaya gelmiştir.

Bugün 30 yaşına başan Scarlett Johansson bu zamana kadar başta sinema kariyeri olmak üzere bir sürü alanda çok başarılı bir kariyere sahip olmuş ve 20’li yaşlarını bitirip 30’lu yaşların ilk gününe başlamıştır, Scarlett’i 30’lu yaşlarında sinemada çok daha iyi rollerde çok daha iddalı şekilde izleyeceğimizden hiç şüphem yok, kendisinin bu olgunluk döneminde oscar kazandığını görmek de açıkçası beni şaşırtmayacaktır, hem sesi, hem fiziği, hem oyunculuk yeteneği hem de o efsane güzelliğiyle 30 yaşına giren Scarlett Johansson’un doğum gününün bu yazıyla kutlamak istedim. iyi ki doğdun scarlett.

7 Eylül 2014 Pazar

COMO


Sabah erkenden kalktık ve Comoya gitmek için Milano central tren istasyonuna gittik, ordan hızlı trenle 30 dakika süren yolculuk sonra Comoya indik, bilen bilir Como Gölü dünyaca meşhur bir göl olup, başta George Clooney olmak üzere Brad Pitt, Angelina Jolie, Madonna gibi yıldızların evlerinin olduğu dünya harikası bir yer, Como çok küçük ama küçüklüğüyle ters orantılı şekilde büyüleyici bir yer, o göl gerçekten muhteşem, bildiğimiz göllerden asla değil, iki vadi arasında ve inanılmaz büyüleyici bir manzara, Comoyu ve tabi gölünü kuş bakışı incelemek için fünikülerle yaklaşık 8 dakika süren bir tırmanış yapıyoruz, kişi başı 5 euro gibi cüzi bür ücretle dünyanın en güzel manzaralarından birine şahitlik ediyorsunuz, yaklaşık 1 km çıkıyorsunuz, çıktığınız yerin adı Brunatte, Comoya kuş bakışı bakan çok güzel bir köy, Brunateye çıktıktan sonra vücut o yüksekliğie alışmak için 3-4 dakika bocalıyor ama sonra bol oksijenli yüksek rakımlı ve muhteşem manzaralı brunateye alışıyorsunuz.

Fünikülerle çıkmadan önce biz bira aldık manzaraya karşı içmek için, kesinlikle tavsiye ederim çünkü çok büyük bir keyif, fünikülerden indikten sonra yaklaşık 10 dakika yürüyoruz çünkü sadece bir yer var o manzarayı keyifle izleyebileceğiniz, evler hep kapmış ve kapatmış manzarayı, 10 dakika kır yürüyüşü yaptıktan sonra o aşık olacağınız manzarayı tüm çıplaklığıyla göreceğiniz yere geliyorsunuz, bir bank var oraya oturup manzarayı ağzımız açık bir şekilde izlemeye başladık, karşımızda da üstünde ciddi bir şekilde kar olan alpler, bir göle bir alplere bakıyor, baktıkça büyüleniyorum, zaten Comonun karşısı Lugano İsviçre, Como İtalyanın sınırı ordan sonra İsviçre yürüyerek 30 dakika, çıktığımız yer o kadar yüksek ki bir ara üstümüzden kartal geçiyor evet kartal, bildiğimiz kartal, ilk defa bir kartal görmüş oluyorum böylelikle, tüm heybetiyle üstümüzde iki üç tur attıktan sonra uzaklara doğru yol alıyor, canlı canlı kartal fotoğraflamayı da başarıyoruz böylelikle, öyle büyük bir kartaldı ki gelip beni kaldırsa çok rahat kaldırıp götürebilirdi o yüzden açıkçası korkmadım da değil, çünkü istese gerçekten yapardı bunu, kartal gittikten sonra manzaranın büyüleyiciliğine elimizdeki biraları da açarak kapılıyoruz, yaklaşık bir buçuk saat manzara eşliğinde oturup bol bol fotoğraf çekiyoruz ve artık inip Comoyu keşfetme vaktimizin geldiğini anlayıp istemeyerek de olsa o harika manzaraya veda edip, fünikülerle aşağı inip, Como gölünü gezmeye başlıyoruz, fünikülerden sonra bu sefer de vapur turuyla Como gölünün tadını çıkaralım dedik ve 1 saatlik vapur turu için sıraya geçtik 9 euro karşılığında 1 saatlik Como gölü vapur turuna katıldık, öyle güzel bir turdu ki eğer Comoya giderseniz mutlaka bu turu alın derim ki almamak zaten çok saçma olur, o 1 saat hiç bitmesin istedim açıkçası çünkü o cennet gölün içinde vakit maalesef çok hızlı geçiyor her güzel şeyde olduğu gibi, vapur turuda bittikten sonra bu sefer Comonun içine keşfetmek için gezmeye başladık.

Como duomosuna gittik her ne kadar bir Milano ve Floransa duomosu olmasa da ufak ama güzel bir dumoydu Como duomosu da, baya bi gezdikten sonra dönüş vaktimizin de yaklaşmasıyla Comoda bir yemek yemeden dönmeyelim dedik ve duomonun tam karşısındaki restoranda makarnalarımızı yiyip biralarımızı içerek keyif yaptık, İtalyadaki en kötü yemeğimizi yedik diyebilirimi hem hizmet çok kötüydü hem de yemekleri beğenmedim açıkçası, he bi de İtalyan içkisi olan grappe içtim, içkiyi seven ve hemen hemen her içkiyi içmiş biri olarak söylemek gerekirse grappe cidden çok saçma bir içki, inanılmaz ağır bi kere keyif alamıyorsunuz içerken, ve tadı da berbattı, denedim evet ama bir daha içeceğimi sanmıyorum. yemeğimizi de yedikten sonra Como tren garına gidip trenimize binerek milanoya geri döndük, harika bir gün geçirdik Comoda, bi kez daha gelir miyim, evet kesinlikle gelirim üstelik bu sefer günübirlik değil gece konaklamalı gelirim Comoya.

MİLANO



1.gün:
Floransadan hızlı trenle Milanoya geçtik yaklaşık 1 saat 20 dakika süren yolculuktan sonra Milano centrale tren istasyonuna geldik, Milano Romaya göre çok daha büyük bir şehir ve Romada 2 tane metro hattı varken Milanoda tam 4 metro hattı var, metrosu çok geliştiği için de şehir büyük olmasına rağmen her yere metroyla gidebiliyorsunuz. 

Central istasyonunda indikten sonra otelimizin olduğu yere Ca Granda metro istasyonuna doğru yol aldık tabi önce Milanoda 2 gün boyunca kullanabileceğimiz metro kartı aldık, otelimizin olduğu yer merkeze uzak olsa da metroyla aktarmalarla çok rahat ve hızlı bir şekilde gittik, bizim Milanoya geldiğimiz gün İtalya liginin açılışı vardı ve Milan(benim Beşiktaştan sonra en sevdiğim takımdır)-Lazio maçı vardı, bu büyük şansı kaçırmak istemedik ve otele yerleşir yerleşmez Milan-Lazio maçını izlemek için tarihi San Siro stadına gittik. San Siroya da metro yapılıyor ve bitmek üzere, bitince ulaşım çok daha kolay olacak stada ama yine de biz çok rahat ulşatık, lotto metro istasyonunda indikten sonra 10 dakika yürüme mesafesinde San Siro, bir futbol tutkunu olarak en büyük hayallerimden biriydi o statda bir Milan maçı izlemek ve bunu gerçekleştirdiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum, bileti stad gişelerinden 50 euroya aldık, ve Milanın yeni sezon formasını da alarak stada girişimizi yaptık, stad gerçekten çok büyük ve tarihi bir stad yaklaşık 80 bin kişi alıyor, rakipte güçlü Lazio olunca stad tamamen dolu olmasada ilgi büyüktü maça, Milanın efsane taraftar grubu CurvaSud kale arkasında inanılmaz bir destek veriyor takımlarına, aynı bizim çarşı gibi, hiç susmadan 90 dakika takımı ateşliyorlar. kapıların açılması için dışarda beklerken gözlemlerim oldu, bizdeki ve avrupadaki taraftarlık anlayışıyla ilgili, onlar bu olaya kesinlikle kültürel bir aktivite olarak bakıyorlar, 70 yaşındaki amca eşini alıp geliyor, 6 yaşındaki çocuğunu kucaklayıp hamile karısıyla da maça geliyor insanlar, ne gürültü var stad dışında ne arbede ne de bir karışıklık, alkol de serbest bu arada, stada yakın cafelerde bira satılıyor, kapıların açılmasını beklerken biramızı da rahat rahat içtik. kapılar açıldı ve rahat rahat maça girdik, aramızda Lazio taraftarları da vardı bu arada, düşünsenize Galatasaray-Fenerbahçe maçında Galatasaray tribününde Fenerbahçe formalı birisinin olmasını, sanırım ordan sağ çıkamaz o kişi ama avrupada öyle değil, münferit olarak rakip takım formasıyla gelip maçını çok rahat izleyip takımına destek verebiliyorsun. maça girdik maç başladı, çok zevkli bir maç oldu bizim şansımıza, maçı 3-1 kazandı Milan, Lazio bir de penaltı kaçırdı, şu an için erken belki ama Milan sanki bu sene geçen seneki hayalkırıklığından sonra epey toparlanmış, en kötü ikinci olurlar diye düşünüyorum. maç bittikten sonra yaklaşık 60 bin kişi bir anda çıktı staddan, hiç beklemeden herkes yürüyerek rahat rahat çıktı, kimi motoruna kimi arabasına bindi çoğunluk da metroya yürüdü, ben de en büyük hayallerimden birini gerçekleştirmenin verdiği mutlulukla otele doğru yol aldım, otele gittik ve maçta yorulduğumuz için otel civarında takıldık, merkeze inmedik ilk gün, ikinci gün erken kalkıp Milanoyu keşfe çıkacağımız için erkenden uyuduk.

2.gün:

Sabah erkenden kalkarak Milano merkeze gitmek için metroya bindik, Milanonun merkezi Duomo yani Milano katedralinin olduğu yer, Floransadaki duomonun nerdeyse 3 katı büyüklükte muhteşem bir Duomosu var Milanonun, şehrin merkezinde tüm şatafatıyla duruyor, o yapıyı bir insan nasıl yapmış, gerçekten hayret ediyorsunuz görünce. başlangıcından bitişine tam 500 yıl sürmüş inşaatı duomonun, gerçekten inanılmaz bir yapı, bence kesinlikle dünyanın 7 harikasından biri olmalı, duomoyu gezdikten sonra dünyanın en eski avmsi olan Galleria Vittorio Emanueleye gittik hemen yanında duomonun orası da gerçekten çok tarihi bir yapı, içinde İtalyanın en lüks markaları var, sadece bakmakla kalıyorsunuz yani ordan sonra duomonun karşısında istiklal caddesi tarzında uzun sağlı sollu mağazaların olduğu bir cadde var aynı zamanda restoran ve kafelerde var, orada restoranların birinde oturup pizza yedik yanında da portakal suyu içelim dedik, hesap geldiğinde gerçekten gözlerimize inanamadık bir portakal suyu 12 euroydu yani 36 tl, sanırım Türkiyenin en pahalı en lüks restoranında bile 36 tl ye portakal suyu içemeyiz, Milano işte böyle pahalı bir şehir, ordan kalktıktan sonra tekrar Milanoyu gezmeye devam ettik, İtalyanın tüm lüks markalarını bulabileceğimiz 7 katlı La Rinascente adlı avmye girdik, girmez olaydık, ykm tarzı bir avm olan La Rinascentenin her katında İtalyanın en lüks markaları Prada, Dolce Gabbana, Armani vsvs tarzı markalar var ve fiyatları görünce dedim ki içimden dünyada ne zenginler varmış be, fiyatlar öyle uçuk fiyatlardı ki mesela bir çanta 20 bin euro eder mi? ediyormuş, bu sadece en basit bir örnek başka bir örnek vermek gerekirse 300 euroya su alabiliyorsunuz o avmden mesela, işte öyle bir avm, insanın siniri bozuluyor kısacası :) . 

Oradan çıktıktan sonra gece Milano alemlerine akmak için enerji depolamaya otele döndük, Milanoda aperativo diye bir kültür var sadece içnkini alıyorsun yemekler bedava oluyor, orda kaldığımız 3 gün boyunca çok denk geldik ama yapmadık nedense, oysa bence çok zevkli olabilirdi, içkini alıyorsun ve sınırsız yemek yiyorsun sadece içkiye para ödüyorsun sınırsız yemek dediysem de aperatifo adı üstünde aperatif şeyler oluyor o yemekler, ama karnın doyuyor sonuçta, bence çok keyifli bir kültür ama nedense yapmadık bunu 3 gün boyunca, otelde dinlendikten sonra Milanonun en güzel caddelerinden biri olan Corso Comoya gitmeye karar veriyoruz, Corso Como turistin az olduğu, gece kulüplerinin ve restoranların olduğu, oldukça kalabalık bir cadde, ve gece 2’ye kadar nerdeyse full oluyor ki biz hafta içi gittik ona rağmen doluydu, orda İtalyada yediğim en iyi makarnayı yedim bol parmesanlı spagetti gerçekten tadı damağımda kaldı, hafta içi olması nedeniyle gece kulüpleri o kadar dolu değildi ve bir kaçı da kapalıydı sabah da erkenden Comoya gideceğimiz için fazla kalmadık otele döndük. İtalyada son metro gece 00.00’da o saatten sonra eve ya da otele dönmek için tek araç taksi, taksiler 6 eurodan açılış yapıyor ve kırmızı ışıkda bile deli gibi atıyor, taksi cidden çok pahalı anlayacağınız, mecbur kalmadıkça binilmemesi gereken bir araç.

3.gün: COMO yazısında

4.gün:

Aslında Milanoda 3 gün kalacaktık öyle hedeflemiştik geziye başladığımızda ama son gün aklımıza buraya kadar gelmişken o ünlü İtalyan markalarının outleti olan Foxtown’a gitmemek olmaz dedik, Foxtown tüm ünlü İtalyan markaların %50-80 indirimle satıldığı bir outlet İsviçre sınırında Luganoda bulunuyor ve oraya sizi zani viaggi acentası 20 euroya getirip getiriyor, internetten zani viagginin sitesinden biletimizi aldık, sabah 12’de zani viagginin önünden kalkıyor otobüs, zani viaggi cairoli metro istasyonunda indikten sonra yürüme mesafesiyle 4 dakika uzaklıkta, otelden check outlarımızı yaptık, bavullarımızı bavul odasına bıraktık, kişi başı 15 euro şehir vergisini otele ödedik ve otelden çıktık, Milanoda ağustos hariç her ay kaldığın gün başına 5 euro şehir vergisi ödüyorsun, sadece ağustosta bu vergi 5’ten 3’e düşüyor, yani Milano diyor ki beni gezmeye geliyorsan bu vergiyi ödeyeceksin, Roma ve Floransada da ödedik ama Roma da 3 euro, Floransada da 2 euro ödemiştik, Milano her anlamda pahallı bir yer vergisi de pahallı maalesef, vergimizi ödeyip rahatladıktan sonra metroyla otobüsün kaltığı yere gittik, 12 de kalkan otobüs 1’de Foxtowna vardı, Foxtowna giderken Comonun üstünden de geçiyorsunuz ve o harika Como gölünü görme şansına ulaşıyorsunuz.

Foxtowna vardıktan sonra akşam 7’ye kadar vaktimiz vardı ve açıkçası oraya büyük umutlarla gitmiştik, %80’ varan indirimler sayesinde güzel şeyler alacağımızı düşünüyorduk ama öyle olmadı maalesef, evet baya sağlam indirimler vardı ama fiyatlar o kadar yüksek ki 20 bin eurodan 10 bin euroya iniyor ya da 5 bin eurodan 3 bin euroya yani öyle ucuza bi şeyler alalım diye Foxtown’a gitmek cidden tamamen vakit kaybı, bi de saat 1’den 7’ye kadar mağazaları gezip, arap ve uzak doğulu turistlerin ellerine sığmayan çantaları görerek iç geçirdik, 7’de otobüsümüze bindiğimizde herkesin elinde 4-5 çanta vardı, Prada’dan Salvatore Ferragamoya, Dolce Babbana’dan Tods’a araplar herşeyi almıştı maşallah, e para bol olunca insan nereye harcayacağını şaşırıyor tabi, Milanoya vardıktan sonra otele gidip bavullarımızı aldık ve Malpensa havaalanında dönüş için yola koyulduk, Milano centralden 10 euroya Malpensa havaalanına otobüs var, yaklaşık her 20 dakikada bir kalkıyor ama son otobüs 23’te, 23’ten gece 4’ kadar otobüs yok, 4’te tekrar başlıyor otobüs seferleri, Milano hava alanı şehre baya uzak, hiç trafik olmadan non stop basarak 1 saatte gittik havaalanına, havaalanında 2 terminal var biri iç hat diğeri diş hat terminali, iki terminal arasında da 15 dakikalık mesafe var eğer yanlışlıkla diğerinde indiyseniz taksiye binmek zorundasınız, havalanına vardığımızda her yer kapalıydı, sanki terk edilmiş bir havaalanı gibi, ilk uçak sabah 6.20’de olduğundan sanırım ne kontuarlar açıktı ne de herhangi bi restoran, kafe, ve heryerde insanlar uyuyordu, türkiyede böyle bir sahneyle karşılaşmadığımız için biraz şaşırdım açıkçası, her yer kapalıydı ama termianlin her yerinden free wifi vardı ve fiş, benim de istediğim oydu zaten, telefonu sarja takıp sabah 5’e kadar nette dolaştım, sabah 5 gibi her yer yavaş yavaş açıldı ve 6.45’te Türk hava yollarının tk1878 seferiyle istanbula döndük.

Roma, Floransa, Milano ve Como’dan oluşan İtalya tatilimiz çok iyi geçti, çok gezdik, yedik, içtik ve eğlendik ama İtalyada daha gezilmesi gereken çok yer var ve bunların başında da Portofino geliyor, sanırım ben mayıs gibi uçağa atlar 3 gece kalmak için İstanbul’dan Genova’ya geçer ve Portofino başta olmak üzere, Cinque Terre yapıp içinde kalan Portofino hasretini gideririm.

FLORANSA


Romada geçirdiğimiz 3 gün sonrasında Roma terminiden hızlı trenle Floransaya geçtik, hızlı trenle 1 saat 30 dakikada Floransaya varıyorsunuz. S.Maria Novella tren istasyonunda indikten sonra taksiyle otelimize geçtik, otele yerleştikten sonra hemen hazırlanıp Floransayı gezmeye başladık, zaten 1 gün kalacağımız Floransada vakit nakittir mantığıyla hemen başladık gezmeye, Floransa çok küçük ama küçük olduğu kadar da büyüleyici bir yer, hayran kalmamak elde değil, otelimiz Dumoya çok yakındı Duomoyla Galleria Della Accademia arasındaydı, önce David heykelinin olduğu akademiye gittik ordan Duomoya geçtik, Floransa küçük Duomo da tam tersi çok büyük bir yapı o yüzden Floransanın her yerinden görülebiliyor, Duomoyu gezdikten sonra San Lorenzo şapeline gittik ordan da tren istasyonunun yanındaki Di Santa Maria Novellayı görmeye gittik, ardından Palazzo Strozziye geçip orayı gezdik oradan Floransanın en büyük meydanı olan Piaza Della Repubblicaya geçtik.

Gilli cafede tiramisu yedik ki kesinikle tavsiye ederim İtalya tatili boyunca yediğim en güzel tiramisuydu, Repubblica meydanı Floransanın en güzel yerlerinden biri kare şeklinde cafe ve restoranlarla çevrili ortasında atlı karınca var ve en önemlisi Gilli cafenin solunda Hard Rock Firenze var, Gilli de tiramisumuzu yedikten sonra ünlü Uffizi müzesine geçtik, orada da inanılmaz sıra vardı ve eğer girecekseniz internetten bilet almanız gerekir aynı Vatikan gibi, ama biz zaten bir gün kalacağımız için içine girmedik önünden geçip Palazzio Vecchioya gittik, Vecchio sarayının hemen yanında Piazza Della Signora var, o meydanı da gördükten sonra Floransanın en önemli simgelerinden biri olan Ponte Vecchio yani Vecchio köprüsüne gittik, Arno nehrini şehre bağlayan 5 köprüden en önemlisi olan tarihi Vecchio köprüsü gerçekten çok güzel bir yapı, Floransaya gidip kesin görmelisiniz demicem çünkü zaten göreceksiniz. Ponte Vecchiodan geçip Santo Spirito kilisesini görmeye gittik, gittiğimizde düğün vardı içeride, düğüne de şahit olmuş olduk, ordan sonra Palazzio Pittiye gittik, gerçekten devasa bir saraydı Palazzio Pitti, Pitti sarayını gördükten sonra Hard Rock cafeye gidip demlenerek güneşin batma anını bekledik, çünkü Floransada güneşin batışını izlemek için mutlaka ama mutlaka Michelangelo meydanına gitmeniz gerekiyor, biz de birer bira içip dinlendikten sonra Michelangelo meydanına gitmek için yola koyulduk, ciddi şekilde yokuş ve merdiven çıkarak gidiliyor Michelangelo meydanına o yüzden taksiyle gitmekte fayda var açıkçası yani bilseydim o kadar tepede olduğunu kesin taksi tutarak giderdim ama çıktıktan sonra o yorgunluk bir anda bitiyor, tüm Floransa ayaklarınızın altında kalıyor, enfes bir manzara, o manzaraya karşı bir bira alarak oturduk ve güneşin batışını izledik, gerçekten o an belki de İtalya tatilimizin en keyifli anıydı, tüm Floransayı ayaklarınızın altına alarak güneşin batışını izlemek gerçekten çok güzeldi.

O güzel manzarada güneşi de batırdıktan sonra Piazza Della Repubblicaya tekrar gittik ve şu çok övülen meşhur Floransa steak yemek için Gillinin tam karşısındaki restorana oturduk, açık söylemek gerekirse o çok övülen Floransa steaki beğenmedim ben, yani güzeldi ama o kadar çok övülmüştü ki belki de çok büyük beklentiyle gittiğim için biraz hayal kırıklığına uğramıştım, steakleri yiyip karnımızı da doyurduktan sonra tekrar hard rock cafeye gidip içkilerimizi içerek yoğun ve yorucu Floransa gezisini sonlandırdık ve ardından otele geçerek sabah Milanoya gitmek için uyuduk ve sabah tren istasyonundan hızlı trene binerek Milanoya geçtik. Floransaya bir gün yeter mi sorusuna gelirsek bir gün gezmek için yeter ama hızlı ve yorucu bir gezi olur o gezi ayrıca Uffizi ve Akademi galerilerini de gezemezsiniz, o yüzden Floransa için 2 gün gerekiyor hem doya doya gezmek hem de tadını çıkarmak için Floransada mutlaka 2 gün kalmak gerekiyor.

ROMA


Çok uzun zamandır gitmek istiyordum İtalya’ya dünyada en çok görmek istediğim yerlerden biriydi, geçen sene niyetlenmiş gidecekken bir kaç problem çıkmış gidememiştim, bu seneye gitmekmiş kısmet, 8 gece 9 gün kaldım İtalya’da, 3 gün Roma, 1 gün Floransa, 4 gün de Milano’da kaldım, Milano’da 4 gün kaldım ama 1 gün Como’da 1 gün de İsviçre sınırında outlette geçti, 1 gün de Milan maçına gidince aslında Milano 1 gün diyebiliriz.

İnanılmaz keyifli bir geziydi ama italya daha bitmedi gezilecek çok yeri var mesela ilk fırsatta Genova’ya gidip ordan Portofino’ya geçicem, bi ara Sicilya’yı mutlaka göreceğim ve tabi ki Napoli, Venedik, Bologna da görülmesi gereken diğer yerler. italya benim için çok farklı ve o farklı ülkenin gezilmesi gereken çok yeri var, bi yerden başlamak lazım gerisi gelir derler ya biz bi yerinden başladık, bakalım gerisi de elbet gelir ilerde.

ROMA:

Roma’da 3 gün kaldık, aslında hakkı 4 gün ama 3 günde de eğer insan dışı bir şekilde gezerseniz gezebiliyorsunuz tüm Romayı

1.gün:

THY’nin sabah 08.15 TK1861 seferiyle Romaya gittik, yaklaşık 2 saat 30 dakika süren uçuştan sonra Romanın Fiumicino havaalanına vardık, havaalanında 5 euro vererek otobüsle Romanın tüm trafik hattının birleştiği termini tren istasyonuna gittik, termini hem çok kalabalık hem de çok yoğun olduğundan hırsızlık olaylarının çok fazla yaşanabileceği bir yer ama dikkatli olursanız bir şey olacağını sanmıyorum, otelimiz manzoni metro istasyonuna çok yakın olan hotel Mintondu, baştan söylemek gerekirse eğer otelden çok memnun kaldık, Romaya bir daha gidersem yine orda kalırım, kahvaltısı süperdi, metorya çok yakındı, çalışanları çok samimiydi, resepsiyonistleri çok yardımcı oldu. 

Romada iki metro hattı var kırmızı ve mavi hat, ikisi termini de birleşiyor, bizim otelin hattı ana hat olan kırmızı hattı, terminiden 2 durak sonra manzoniden inince direk karşınıza hotel minton çıkıyor, yer olarak da elit bir yer manzoni. terminide indikten sonra ilk işimiz Roma pass almak oldu, 2 çeşit roma pass var 48 ve 72 saatlik, biz 48 saatliğinden aldık, 48 saatliğinde tüm metro, otobüslere sınırsız biniş ve 1 müze bileti bedava oluyor, 72 saatlikte artı olarak bir yerine iki müze bileti bedava, 72 saat çok gereksiz boşuna 8 euro fazla vermeye gerek yok bence o yüzden 48 saat ideal. 

Roma passimizi aldıktan sonra metroyla manzoniye geçip otelimize yerleştik, resepsiyonist Roma turistik haritası çıkarıp kaç gün kalacağımızı sordu ve 3 günde gitmemiz gereken yerleri işaretledi, ben de Romaya gelmeden önce gitmemiz gereken yerleri yazmıştım, resepsiyonistte benim yazdıklarımın aynısını işaretledi. otele yerleşir yerleşmez zaten 3 günümüz olduğundan hemen gezmeye başladık, ilk durağımız İspanyol Merdivenleriydi, oraya gitmek için spagna metro durağında inmeniz gerek, metrodan indikten sonra zaten karşınıza çıkıyor Trinita Dei Monti(ispanyol merdivenleri) hemen hemen her milletten insan görebileceğiniz adeta ufak birleşmiş milletler ispanyol merdivenleri ve çok keyifli orda oturmak, oturup biranızı açıp etrafı izlemek, sohbet etmek, dinlenmek için ispanyol merdivenleri gerçekten harika bir yer, Romaya çok farklı bir hava katıyor bence, ispanyol merdivenlerinden 5 dakika yürüme mesafesinde Fontana Di Trevi(aşıklar çeşmesi) var, burası da Romanın simgelerinden biri ama maalesef biz gittiğimizde tadilat vardı, ona rağmen görmek için inanılmaz bir kuyruk vardı aşıklar çeşmesinde, tadilat olduğu için arkamızı dönüp para atıp dilek dileyemedik bu da Roma tatilimizin en talihsiz anı oldu, eğer direk metroyla gitmek isterseniz barberini metro istasyonunda inip önce Fontana Del Tritoneyi görüp 3 dakika yürümeniz aşağıya yürüdüğünüz taktirde Fontana Di Treviyi görürsünüz. orayı da gezdikten sonra romanın en büyük meydanı olan Piazza Del Popoloya gittik, Piazza Del Popolaya gitmek için flaminio metro durağında inmeniz gerekiyor, metrodan yukarı çıktığınızda karşınıza kocaman bir meydan çıkıyor işte o meydan Piazza Del Popolo meydanı, biz ilk gün gittiğimizde Lazio taraftarları toplanmış bağırıp çağırıyorlardı, tezahüratlar ve bayraklarla takımlarını destekliyorlardı, baya kalabalık bir kitle vardı, meydanın tam ortasında 3 tarafından su akan bir heykel var, zaten romanın her yerinde etrafından su akan heykelleri görmek mümkün üstelik o suların hepsi de içiliyor, Piazza del popoloda yürümeye başlayınca çok uzun bir çarşısı var, o çarşıda hemen hemen aradığınız tüm markaları görmeniz mümkün, o meşhur İtalyan markaları Prada, Armani, Dolce Gabbana gibi, çok eğlenceli bir cadde ama biz yarısına kadar gezip geri döndük diğer gezmemiz gereken yerleri görmek için 3.gün vaktimiz kalırsa tekrar dönmek üzere, Piazza del popolodan sonra Piazza della repubblica meydanını görmek için repubblica metro durağına gittik, Piazza del popolo kadar olmasa da burası da gayet güzel bir meydandı burayı da gezdikten sonra ilk günün son durağı olan San giovanni lateranoyu görmek için san giovanni metrosunda indik orayı da gördükten sonra tam metroya giderken coin diye bir avm’ye girdik, tamamen şans eseri olarak girdiğimiz yerde büyük indirim vardı ve biraz alışveriş yaptık, alışverişten sonra bitmiş olarak otele geri döndük, o kadar yorulmuştuk ki yakınlarda bir yemek yiyip uyumak ve 2.güne dinç bir şekilde kalkmak gerekiyordu, otele çok yakın bir restoranda yemeklerimizi yedik, italyanların o meşhur bruşettasını yedik, açıkçası neden bu kadar meşhur oldugunu da anlamadım, 4 tane ekmek dilimi üzerine, salça, domates, salatalık ve peynir konulmuş olarak servis edilen son derece basit bir apetarif ama her İtalyanın masasında görmek münkün, nerdeyse gittiğimiz her restoranda İtalyanlar başlangıç olarak bruşetta yiyorlar ama biz beğenmedik açıkçası, ilk gün lazanya yedim, çok lezzetliydi, İtalyan mutfağının en sevdiğim yemeklerinden birini hiç bu kadar lezzetli yememiştim. yemeklerimizi yedikten sonra otele çıkıp dinlendik ve 2.gün için enerji topladık.

2.gün:

2.gün ilk hedefimiz Kolezyumdu, Romanın en büyük simgelerinden biri olan Kolezyumu görmek için metroyla colosseo durağında indik, colosseo durağı mavi hatta o yüzden terminiden aktarma yapmak zorunda kaldık, durakta inince yukarı çıktığınızda sizi dev Kolezyum karşılıyor, kolezyum o kadar ihtişamlı, o kadar muhteşem bir yapı ki, insanın gerçekten aklı başından gidiyor, dünyanın 7 yeni harikasından biri olan Kolezyum zamanında gladyatör dövüşlerinin yapıldığı dev bir arena, depremler sayesinde çok yıpranmış olsa da hala inanılmaz bir yapı, Kolezyumu tam anlamıyla gezmek 2 saatini alıyor insanın bir de bilet kuyruğu yaklaşık 1 kilometre var ama roma passiniz varsa kuyruk beklemeden direk geçiyorsunuz, sırf bu yüzden bile roma pass alınır, o bilet kuyruğuna girerseniz eğer en az 3 saat sıra beklemeniz gerekiyor üstelik o sıcakta ve kuyruğun %90’ı da uzak doğulu, yani roma pass kesinlikle alınması gereken bir şey onu tekrar söyleyeyim. kolezyumu dışardan, içerden keyfini çıkararak, hakkını vererek 2 saatte geziyoruz ve büyülenmiş olarak içinden çıkıyoruz.

Kolezyumdan çıkar çıkmaz hemen yanındaki Roma foruma geçiyoruz, roma forumunu gezdikten sonra o da yaklaşık 1 saatimizi alıyor ve içinde arco di constantino, palatino ve son olarak circo massimo var, bir sonraki hedefimiz olan Pantheona geçiyoruz, 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra Pantehona geliyoruz, Patheon da beni etkileyen yapılardan biri, meydanı geniş ve 3 tane büyük heykel var etrafından sular akan, Pantheondan sonra pizza navona ve hemen altındaki campo de floriyi gezip 2.günde görmemiz gereken son iki yeri görmek için metroyla cavour istasyonuna gidiyoruz, s. pietro in vincoli ve santa maria maggiore yapılarını da görüp sabah 9 da başladığımız gezimizi akşam 7 itibariyle sonlandırıyoruz.

2.günde baya bir gezip nerdeyse Romanın altını üstüne getirmeyi başarıyoruz, bu kadar çok yer görmemizin en önemli sebebi hem yürümeyi sevmemiz hem de Romada turistlerin göreceği yerlerin birbirlerine çok yakın olmaları bütün turistik yerler nerdeyse bir çember içinde gibi uzak olanlara da metroyla gidilebiliyor, o konuda Roma gerçekten çok başarılı bir şehir, ulaşım sıkıntısı kesinlikle yok. gezimizi tamamlayıp otele geçiyoruz, biraz dinlenip akşam yemeğini yemek için romanın en güzel yerlerinden biri gece hayatı ve şık restoranların olduğu Trastevere bölgesine gidiyoruz.

Trastevere de mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri, Fiume Tevere nehriyle romadan ayrılan trastevere, Romanın eğlence bölgesi diyebiliriz, şık restoranlar ve barların olduğu bölge cidden çok renkli bir yer, bizim resepsiyonistin de tavsiyesiyle gidiyoruz Trastevereye, ben pizza arkadaşım makarna yiyor ve resmi olarak İtalyan mutfağıyla tanışmış oluyoruz, pizzalar ortalama 10 euro keza makarnalarda, aslında İtalyaya göre ucuz ama bizim paramız değersiz olduğundan 30 tl gibi bir şey vermiş oluyorsunuz makarna ve pizzaya, burda yediğimizin iki katı yani, yemeğimizi yedikten sonra caddede yürüyüp meydanında oturuyoruz, barların oldugu caddeden geçiyoruz, Romada bar kültürü bizimkine göre çok farklı, barlar çok küçük sadece içki almaya giriryorsunuz, barın sokağında eğleniyor herkes, yani sokaklarda dans edip sohbet ediyorsunuz, bar sadece içki almak için girilen mekan oluyor. 2.günü de böylece bitirmiş oluyoruz, 3.günde de hedefimiz Vatikan olduğu için otele dönüp uyuyoruz ve Vatikan için enerji topluyoruz.

3.gün:

3.gün yani Romadaki son günümüzde ilk hedefimiz Vatikandı, zaten 2 günde Romadaki her yeri gezmiştik evet biraz yorulmuştuk(iki günde ortalama 14.5km yürüdük) ama değmişti son güne sadece Vatikanı bırakmaktı hedefimiz ve bu hedefi tutturmuştuk, uyandık kahvaltımızı yaptıktan sonra(otelin kahvaltısı çok güzeldi, otel de çok güzeldi, Romaya gidecekseniz eğer kesinlikle hotel Minton Roma’yı tavsiye ediyorum) otelin hemen önünden manzoni metro istasyonundan metroya binip Vatikanın olduğu ottaviano metro istasyonuna gittik, metrodan indikten yaklaşık 5 dakika yürüdükten sonra karşınıza Vatikan çıkıyor, Romanın Kolezyumdan sonra en kalabalık yeri kuşkusuz Vatikandı hatta belkide Kolezyumdan da kalabalıktı, eğer Vatikana gelmeden önce internetten bilet almazsanız, yaklaşık 1 km uzunluğundaki kuyruğa girip sıra beklersiniz ve o kuyruk bitip siz Vatikana girdiğinizde o gün de bitmiş olur, yani kesinlikle internetten Vatikan biletinizi alıp da gidin Vatikanı gezmeye, 20 euro verip biletinizi alıp bastırıyorsunuz ve hiç sıra beklemeden sıra bekleyen yaklaşık 1 km civarı kalabalığın yanından gülerek geçerek Vatikana giriyorsunuz, yani Romaya gitmeden önce şunu bilmelisiniz ki roma pass alıp Kolezyuma, Vatikan bileti alıp Vatikana sıra beklemeden girersiniz, ben 20 euro verdiğimde bu ne ya çok pahalı demiştim ama o sırayı görünce 50 euro da olsa verirdim dedim.

Gelelim Vatikana, Vatikan malum katoliklerin başı papanın yaşadığı Romanın içinde olmasına rağmen ülke sayılan ve kendi kanunları olan bir yer olup nüfusu yaklaşık 900 kişidir, dünyanın en küçük ülkesi olan Vatikanı 100 kişilik İsviçre vatandaşı olması mecbur olan askerler korur. Vatikan gerçekten gerek müzesi gerek de o devasa San Pietro katedraliyle mutlaka her turistin görmesi gereken bir yer, papanın halka seslendiği San Pietro bazilikası da bu zamana kadar gördüğüm en güzel yapılardan biriydi, Vatikan ve San Pietro bazilikasını yaklaşık 3 saatte geziyoruz ki biz hızlı bir şekilde gezdik eğer gerçekten tam anlamıyla gezmek istesen 6 saatini alır o alanı gezmek, Vatikanı da gezdikten sonra roma gezimizde gezilmesi, görülmesi gereken her yer 3.günün ortalarında bitmiş oluyor, hedeflerimize ulaşmanın verdiği keyifle o saatten sonra görüp keyfini çıkaramadığımız yerlere gidip keyifle gezmek üzere ilk durağımız olan Romanın en büyük meydanı Piazza del popoloya gidiyoruz, ilk gün yarım bıraktığımız yürüyüşü tamamlamak ve bi mekanda oturup bira keyfi yapmak için del popoloda yürüyoruz, popoloda yürüdükten sonra o meydan bizi otomatikman İspanyol Merdivenlerine çıkarıyor bunu da keşfetmiş oluyoruz, ama önce Aşıklar Çeşmesine tekrar gidip orda da biraz keyif oturuşu yapıyoruz ordan İspanyol Merdivenlerine geçiyoruz ve orda da biraz keyif oturuşu yaptıktan sonra romanın en lüks caddesine geçiyoruz, lüks İtalyan markalarının olduğu caddede yürürken mağaza camlarından 10 bin 20 bin euro fiyatlı çanta, elbise ve takımlara bakarak sinirimizi bozuyoruz ve tekrar İspanyol Merdivenlerine dönerek oturup küçük birleşmiş milletler olan merdivenlerde dinleniyoruz, ordan spagna metrosuna binip otele dönüyoruz ve biraz dinlenip son gece yemeğimizi yemek üzere tekrar trastevereye gidiyoruz. Romada kaldığımız 3 günde bol dondurma, pizza ve makarna yiyerek geçirdik çok gezdik, ayaklarımızı nerdeyse 2 senelik yıprattık ama bu yorgunluğa değdi açıkçası, yazının başında da dediğim gibi Romaya 3 gün yeter ama gerçekten çok yoruluyorsunuz, Romayı rahat rahat gezmek için 4 gün lazım, Roma planlamasını 4 güne göre yapmak çok daha mantıklı.