23 Kasım 2013 Cumartesi

EN İYİ 8 AKSİYON FİLMİ


Bir arkadaşım bugün rica etti, en iyi 5 aksiyon filmini listelesene diye ben de twitter'a yazdım, madem twitter' yazdım bloguma da koyayım, aslında dediğim gibi 5 yapacaktım ama çok iyi filmler var o yüzden 8 yaptım ama karakter bittiği için 8'de kaldım, aslında 10 yapacaktım madem twitter'da karakter problemi var buraya rahat rahat en iyi 10 aksiyon filmini yazayım dedim.

1-The Dark Knight: Nolan'ın sihirli dokunuşuyla efsaneleşen Batman serisinin en iyi filmi, Joker'in şehri cehenneme çevirmesi ve Batman'in onu durdurmak için her yolu denemesi, gelmiş geçmiş en iyi aksiyon filmidir.
2:Inception: Yine bir Nolan filmi ve muhteşem bir rüya bilmecesi, filmi ilk izlediğinde anlamayan çok kişi oldu hatta filmin sonundaki o gizem sayesinde ikincisi de çekilecek dendi ama çekilmedi, iyi ki de çekilmedi ve Inception efsane olarak kaldı.
3-Die Hard: Bruce Willis'i Bruce Willis yapan filmdir, gişedeki başarısından sonra devam filmleri çekildi ama hiçbiri ilki gibi olmadı.
4-The Bourne Serisi: Bu 3'lemeyi tek film olarak düşünün ve izleyin eğer 3 filmi ardarda izlerseniz, filmler bittiğinde vücudunuza dolan adrenalinle başaramayacağınız hiçbir şey olamaz.
5-Celda 211: Film bir hapishanede geçiyor ama başladığı andan bittiği ana kadar aksiyonun dibini yaşatıyor, ispanyolların çektiği en başarılı filmlerden olan Celda aksiyonun dibine vuruyor.
6-Casino Royale: Aksiyon denince akla ilk 007 James Bond gelir, aksiyon filmlerinin babasıdır James Bond ve o serinin en iyi filmi de 2006'da çekilen Casino Royale'dir.
7-Wo hu cang long: Bu listeye Uzak Doğu sinemasından bir film girmezse ayıp olurdu, Ang Lee'nin dünyaca tanınmasını sağlayan ve en iyi film dahil 4 Oscar kazanan bu film özellikle dövüş sahneleriyle efsaneleşmiştir.
8-Fast Five: Fast&Furious serisi aldı başını gidiyor, bu sene 7.sini izleyeceğiz kısmetse, genelde seri filmlerinin 1.si en iyi film olur ama bu seride kesinlikle 5.film efsane oldu, Rio sokaklarında geçen fast Five serinin en iyi filmi olarak listemize giriyor.
9-Leathal Weapon: Mel Gibson ve Danny Glover ikilisiyle efsaneleşen ve gişedeki hasılatı sebebiyle 3 kere daha çekilen filmin ilki her aksiyon severin en iyiler listesine girer, 87 senesinde böyle bir aksiyon yapmak gerçekten büyük bir başarı.
10-Taken: Listemizin son film Liam Neeson'un her saniyesi aksiyon dolu filmi Taken oluyor, Avrupada kaçırılan kızını bulmak için Amerika'dan gelen babayı canlandıran Neeson belki de kariyerinin en iyi performansını gösteriyor ve bize harika bir aksiyon filmi izlettiriyor.

31 Ekim 2013 Perşembe

EN İYİ 22 AŞK FİLMİ

13 Şubat 2012'de sevgililer günü hatrına en iyi 15 aşk filmini yazmışım blogda, geçen ay FilmeEkiminde izlediğim Blue is the Warmest Color'dan sonra o yazı aklıma gelmişti, şimdi o yazıyı tekrar okudum ve o listeye nasıl sokmamışım dediğim 7 film buldum ama sorun şu ki o listeden herhangi bir film çıkarmak da istemiyorum çünkü o listedeki tüm filmler harika aşk filmleri ama dediğim gibi bu 7 filmi de yazmazsam kendime saygısızlık yapmış olurum, o yüzden listeyi 22 filme çıkarıyorum ve bu sefer bu 22 filmi beni en çok etkileyeni 1 numara olmak üzere sıralıyorum, en kötüden en iyiye sıralayamam çünkü hepsi gerçekten çok iyi filmler:

22-Amour-2012

21-Mary&Max-2009

20-Wall-e-2008

19-Unfaithful-2002

18-Perfect Sense-2011

17-500 Days of Summer-2009

16-Ae Fond Kiss-2004

15-Dirty Dancing-1987

14-The Notebook-2004

13-Before Sunrise/Sunset/Midnight-1995/2004/2013

12-Moulin Rouge-2001

11-Eternal Sunshine of the Spotless Mind-2004

10-An Affair to Remember-1957

9-An Officer and a Gentleman-1982

8-A Moment to Remember-2004

7-West Side Story-1961

6-Gone with the Wind-1939

5-Blue Valentine-2011

4-Harold&Maude-1971

3-A Bout de Souffle-1960

2-Casablanca-1943

1-Brief Encounter-1945

0-BLUE is the WARMEST COLOR-2013

P.s: Blue is the Warmest Color neden 0 derseniz, bu listedeki 22 filme asla saygısızlık etmek istemem, hepsi başyapıt ve kült olmuş filmler ama bu film çok başka bir film, onun bende bıraktığı etki 22 filmin bıraktığı etkinin toplamından bile fazla, o yüzden bu film çok farklı bir boyutta benim için. bu filmden daha iyi bir aşk filmi çekilemez bundan sonra, o hep en iyi aşk filmi olarak kalacaktır benim için.

RÜZGAR GİBİ GEÇTİ: WTA İSTANBUL




3 sene boyunca bize harika tenis maçları izleten dünyanın en iyi 8 tenisçisinin geldiği Wta masters istanbul maalesef bitti, 3 sene boyunca iznimin yarısını bu turnuvada kullandığım için o kadar mutluyum ki, tabir-i caizse resmen tenise doyduk bu 3 senede, gönül isterdi ki uzasın seneye de izleyelim ama her güzel şeyin bir sonu oluyor ve bu da bitti, seneye Singapur'da devam edecek bu turnuva.

Bu harika organizasyonu Türkiye'ye getiren ve bize 3 sene izleten herkese burdan teşekkür etmek istiyorum, bu 3 senede tahmin edildiğinden çok daha fazla seyirci geldi Sinan Erdem'e, ilk sene 70 bin 824, ikinci sene 73 bin 72 seyirci geldi turnuvaya, bu sene ise 69 bin 83 kişi izledi turnuvayı, ikinci sene kurban bayramına denk gelmesi de seyirci rekorunun kırılmasına yardımcı oldu aslında, bu sene diğer senelere göre düşük olmasının sebebi ise hiç tatile denk gelmemesiydi, ama yine de final maçını tam 16 bin 57 kişi izledi bu sayı Sinan Erdem'de bir günde en fazla seyirci sayısı olarak tarihe geçti, Dünya Basket Şampiyonası finalinde Türkiye-Amerika maçını bile 15 bin kişi izlemişti.

Gelelim turnuvanın kısa özetine, ilk sene çok çekişmeli geçen turnuvada finali Azarenka-Kvitova oynadı ve çekişmeli bir maç sonrası Kvitova şampiyon olmuştu, geçen sene ise turnuvaya Serena Williams damgasını vurdu, Serena ilk maçtan beri domine ettiği turnuvayı finalde Sharapova'yı 2-0 yenerek çok kolay bir şekilde kazandı, turnuvayı kazanmakla kalmadı turnuva boyunca sergilediği sempatik tavırlarla seyircilerin de kalbini kazandı, her maç sonrası imza ne kadar top varsa imzaladı mesela, çoğu tenisçi bunu yapmamıştı oysa ki.

Bu seneye geldiğimizde ise herkes Serena'nın geçen seneki gibi çok rahat kazanacağını düşünüyordu, Sharapova da sakatlığı nedeniyle çekilince turnuvadan, tek rakibi bu sene onu 2 kere yenmeyi başaran Azarenka'ydı, grup maçlarında yine Serena fırtınası esti, adeta süpürdü ve sırasıyla Kerber'i Radwasnka ve Kvitova'yı yenerek yarı finale çıktı Serena, diğer grup çok daha çekişmeli geçti ve büyük bir süpriz gerçekleşti, Serena'nın en büyük rakibi Azarenka gruptan çıkamadı, Li Na ve Jankovic yarı finale çıkan iki tenisçi oldu diğer gruptan.

Serena yarı finalde Jankovic'le oynadı, ilk seti zorlansa da kazandı ama ikinci sette öyle kötü bir Serena izlediki salondakiler, sanki hayal görür gibiydiler, Serena hiçbir varlık gösteremediği ikinci seti kaybetti, üçüncü seti ise çok zor da olsa kazandı ve finale çıktı ama ben yıllardır Serena'yı bu kadar bıkkın ve suratı düşmüş görmemiştim, 2.sette adeta bıraktı çünkü gerçek Serena o değildi bunun o da farkındaydı, maç bitiminde sorulan neden 2.sette öyleydin sorularına ise bu sene o kadar fazla maç oynadım ki artık enerjim bitti, kolumu kaldıramıyordum 2.sette, üçüncü sette adrenalin devreye girdi ve maçı kazandım, umarım finalde de öyle bir şey olur dedi Serena, final için tam 1 günü vardı ama rakibi de Li Na olmuştu, ilk defa final oynayacaktı bu turnuvada ve çok tecrübeli bir rakipti.

Final günü geldi çattı, her zaman korta çok enerjik bir biçimde çıkan Serena, korta bile sanki ayakları geri geri gider gibi çıktı, ısınırken bile anlaşılıyordu Serena'nın enerjisinde sıkıntı olduğu ve maç başladı, Li Na ilk sette fırnıta gibiydi adeta, harika forehandlar atıyor Seren'ayı sağa sola koşturuyordu, servisleri de çok iyi olunca ilk seti 6-2 kazanmayı başardı, Serena ilk sette yarı finalde Jankovic'e oynadığı ve kaybettiği set gibiydi, ruhsuz ve enerjisiz, herkes Serena'nın finali böyle kolay kaybetmeyeceğini düşünüyordu ama korttaki görüntü tam tersiydi, o kortta hırslı ve en ufak hatayı bile kabullenmeyen Serena toplara bile koşmamıştı ilk set, ikinci set başladı ve Serena o beklenilen Serena olmasa da yavaş yavaş ben bu kupayı sana kolay vermem der gibiydi ve öyle de oldu ikinci seti zorda olsa 6-3 kazandı Serena, o beklenilen Come On'lar gelmeye başlamış, herkesin görmek istediği Serena geri dönmüştü, son set ise tamamen Serena'nın istediği gibi geçti ve ilk setin başında 145'le servis atan Serena gitmiş 195'lerle servis atan Serena gelmişti, zaten eğer Serena rakibinden daha yavaş servis atıyorsa o gün Serena'da bir problem vardır, çünkü en büyük kozu servisleriydi Serena'nın ve son set 6-0 bitti, Li Na'yı adeta korttan sildi ve şampiyonluk puanından sonra yere çöktü, gözünden akan yaşları tüm seyirciler gördü, dile kolay 32 yaşında ve bir sezonda tam 82 maç oynamak her yiğidin harcı değildi, Serena belki de enerjisinin son damlasıyla o son puanı aldı ve Wta İstanbul'u şampiyonlukla kapadı.

İlk sene sakatlığı sebebiyle katılamadığı turnuvaya kalan 2 senede resmen damga vurdu ve 10-0'lık bir seriyle bitirdi 2 seneyi, İstanbul'dan yenilmez bir kraliçe olarak ayrıldı Serena ve bu 2 senede bir çok çocuğa tenisi sevdirdi, belki de onun sayesinde bir çok anne baba çocuklarını tenise yazdırdı, Serena tenis dünyasının yenilmez kraliçesi ve en büyük yıldızı, şu an 32 yaşında ve daha ne kadar oynar bilinmez ama eğer bu formunu sürdürürse kırılmadık rekor bırakmayacağı da kesin, bu 3 senede gerçekten muhteşem maçlar izledik İstanbul'da, özellikle Serenanın olduğu son 2 sene gerçekten muhteşemdi, dilerim Wta'den sonra Atp masters'da gelir ülkemize, bu 3 senede o kadar güzel organizasyon yapıldı ki gelmemesi için hiç bir sebep yok.
yazımı tenis hakkında bir sözle kapatmak istiyorum, futbol, basketbol, voleybol'da takımınızda kötü gününde bir oyuncu olsa da kazanabilirsiniz ama teniste eğer kötü gününüzdeyseniz asla kazanamazsınız çünkü sizi kurtaracak bir başka oyuncu yoktur, işte ben de tenisi bu yüzden çok seviyorum, o kortta teksin ve seni sadece sen kurtarabilirsin.

8 Ekim 2013 Salı

BLUE iS THE WARMEST COLOR



Cannes film festivali sinema dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olarak her sene kendi gündemini yaratır Mayıs ayında, benim için de çok önemli bir festivaldir Cannes, hatta Oscar'dan sonra en çok önem verdiğim ödül töreni diyebilirim Cannes için.

2012'de ünlü yönetmen Haneke'nin Amour filmi kazanmıştı hatırladığımız üzere Cannes'da Altın Palmiyeyi, Amour o kadar güçlü bir filmdi ki sadece Cannes'da değil Oscar'da en iyi yabancı film Oscarını da almayı başarmıştı.

Her sene farklı jürilerin oluşumuyla düzenlenir Cannes film festivali, 2013'te de ünlü yönetmen Steven Spielberg'in jüri başkanı yaptığı festivalde ayrıca Nicole Kidman, Ang Lee ve Christopher Waltz da yer aldı, bu 4 önemli ismin ortak özellikleri ise evlerinde Oscar heykelciği bulunmasıdır.
Bu 4 önemli ismin yanında dünya sinemasında söz sahibi ülkelerden önemli yönetmen ve oyuncularda vardı jüride.

Altın palmiyeyi kazanmak için Roman Polanski'den Francois Ozon'a, Asghar Farhadi'den, Coenlere çok önemli yönetmenlerin filmleri kıyasıya bir yarış içine girdiler, jüri çok zorlandı belki ve Altın palmiyeyi Blue is the Warmest Color filmiyle Abdellatif Kechiche kazandı.

Orjinal adı La Vie d'Adele olan film festival sırasında gösterilidğinde bile çok büyük tartışmalara sebep olmuştu, 2 lezbiyenin aşkını anlatan film Fransa gibi bir ülkede bile büyük tepki çekince açıkçası ben de filmi çok merak etmiştim, Spielberg gibi bir ustanın jürisi bu filmi seçtiyse elbet bir bildikleri vardır diye düşünmeden de edememiştim.

Filmi biraz araştırdığımda ve neden tepki çektiğini öğrendiğimde Türkiye'de vizyona girmesinin büyük bir hayal olduğunu düşünmüştüm ki yanılmadım bu konuda, artık tek beklentim Filmekiminde izlemekti filmi ve Filmekimi programı açıklandığında bu filmi listede görünce inanılmaz sevinmiştim, İzmir Filmekimi programı belli olduğunda Cuma günü gösterileceği belli oldu filmin, ben Cuma günü çalıştığım için filme gidemeyecektim, uzun zaman beklediğim filme gidemeyecek olmanın verdiği hayalkırıklığıyla Filmekiminin diğer filmlerine giderken, hiç olmayacak bir şey oldu ve ilk defa Filmekimi bir gün uzatıldı, her zaman Cuma, Cumartesi, Pazar olan festival yoğun ilgi sebebiyle Pazartesine kadar uzatıldı ve Pazartesi günü Filmekiminin kapanış filmi Blue is the Warmest Color olduğunu gördüğümde yaşadığım sevinç uzun süre yaşamadığım bir sevinçti, Pazartesi akşamı 21.30'da Karaca sinemasında yerimizi aldık ve deli gibi beklediğim filmin başlaması için koltuğuma geçtim, film 3 saat oldğundan mısırımı ve kolamı aldım, wc'ye uğradım tüm hazırlıklarımı yaptım ve telefonumu kapatıp yerime oturdum.

Günümüzde insanların tahammül ve odaklanma sınırı düştüğünden dolayı film süreleri genelde 90-120 dakika arasında tutulur, olması gerekende odur aslında, bu film 180 dakikaydı, üstelik sanat filmiydi, sanat filmleri genelde 90 dakika bile sürmez çünkü toplumun genel çoğunluğu sıkıcı bulur o tür filmleri, o yüzden 180 dakika gerçekten çok uzun bir süreydi bu film için, 3 saat süren filmler genelde savaş filmleri olur onlarda her sahnesinde aksiyon olduğu için izleyiciyi bağlar, Blue is the Warmest Color 3 saatlik süresinde bana bir saniye bile of bitse de gitsek dedirtmedi, 1 saniye bile telefona ya da saate bakma isteği getirmedi, hep derim eğer 3 saatlik bir film kendini izlettiriyorsa, izleyici sıkılmıyorsa ve bitmesini istemiyorsa o film ÇOK İYİ BİR FİLMDİR..

EVET Blue is the Warmest Color'da 3 saatlik süresinde bir kez bile bitsede gitsek dedirtmedi bana, her sekansında beni şaşırttı, sarstı, etkiledi ve bunu çok açık yüreklilikle söyleyebilirim ki izlediğim en çarpıcı AŞK filmlerinden biriydi.

Film iki lezbiyenin aşk hikayesini anlatıyor, kahramanlarımızdan biri Adele rolünde Adele Exarchopoulos, diğeri ise Emma rolünde Lea Seydoux, iki oyuncu da bence hayatlarının rolünü oynamışlar, Lea Seydoux'da çok başarılı ama Adele bence hayatı boyunca bir daha böyle oynayamaz.

Adele Exarchopoulos beni öyle etkiledi ki bundan sonraki filmini özellikle bekliyorum, bu filmdeki performansının yarısını sergilerse dünya sinemasının uzun süre en iyi oyuncularından biri olarak izleyebiliriz Adele'i, gelelim Lea Seydoux'a, Seydoux bu filmden önce de bir çok filmde oynamış, Hollywood'da da yavaş yavaş kendini ıspatlayan bir oyuncu olarak dikkat çekmeye başlamıştı, Inglarious Basterds, Midnight in Paris, Mission Impossible: Ghost Protocol, Robin Hood gibi Hollywood'un A class filmlerinde de rol alan Seydoux asıl patlamasını bu filmde yaptı ve bundan sonra dünya sinemasında önü çok açık, hem güzelliği hem oyunculuğuyla bundan sonra adından sıkça bahsettirecektir Lea Seydoux.

Bu film hakkında daha çok şey yazmak istiyorum aslında ama bundan sonra yazacaklarım maalesef spoiler olur, spoiler vermeden sadece şunu söyleyebilirim ki filmin bitiş sahnesi o kadar başarılı ki, ADELE o son sahneyi o kadar iyi oynamış ki, film bittiğinde kalbinize bir yumru oturacak, yutkunmakta zorlanacaksınız. o yüzden bu muhteşem filmi her ne kadar Türkiye'de vizyona girmeyecek olsa da internete düştüğü zaman indirip izleyin diyorum, ben filme lezbiyenlerin aşkı olarak bakmadım, yani demem o ki önyargısız bir şekilde izlendiği zaman, bu filmde gerçek AŞKI izleyeceksiniz.

Bu film Oscar'da en iyi yabancı film adaylığına başvurmadı, yapımcı bize Cannes'da aldığımız Altın Palmiye yeter dedi, eğer aday olsaydı en iyi yabancı Oscarını da kazanırdı, filmin Oscar'a aday olmaması açıkçası beni fazla üzmedi ama ADELE EXARCHOPOULOS en iyi kadın Oscarına aday gösterilmezse bu performansıyla benim için Oscar ciddi anlamda değer kaybeder, bu senenin açık ara en iyi performansı(Cate Blanchett da çok iyiydi Blue Jasmine'de ama üzgünüm) ve kesinlikle adaylığı hak ediyor, eğer aday olursa ben Oscarı da kazanacağını düşünüyorum, Adele gibi LEA SEYDOUX da en iyi yardımcı kadın adaylığında olmalı, bu iki efsane performans kesinlikle göz ardı edilmemeli.

Eğer ikisi de Oscara aday gösterilip ödülleri kazanırlarsa sabahın 6 sı olmasına bakmam evden çıkar ikisinin de posterlerini sallayarak Alsancağa gidip Kordon da şeref turu atarım, çünkü bu performanslar bunu hak ediyor

FİLMEKİMİ DEĞERLENDİRMEM


Geçtiğimiz Cuma-Cumartesi ve Pazar İzmirde 3 gün boyunca Filmekimi vardı, son 2 senedir İzmirde de Filmekiminin yapılmaya başlanmasıyla İzmirli sinemaseverler Karaca sinemasını tıklım tıklım doldurarak adeta 3 gün yetmez, İzmir'de de İstanbuldaki gibi 1 hafta olsun mesajı verdiler.

Geçen sene de gayet doluydu salonlar ama bu sene biletler resmen çıktığı gün bitti, biletixten bilet alamayanlar bilet bulamadılar gişelerde, ben Cuma günü çok güzel filmler olmasına rağmen maalesef çalıştığım için gidemedim, Cumartesi ve Pazar 3'er filme gittim.

Cuma günü bu festivalde en çok gitmek istediğim film Cannes'da da Altın Palmiye kazanan ve büyük tartışmalara neden olan Blue is the Warmest Color'a gidemediğim için çok üzülmüştüm ki, yoğun ilgi sebebiyle Filmekiminin Pazartesine uzatıldığını biletixte gezerken gördüm, ilk 3 gün en yoğun ilgiyle izlenen 3 film Pazartesi tekrar gösterilecekti ve bunlardan biri de Blue is the Warmest Color'du hemen biletimi aldım ve Pazartesi günü 21.30 seansıyla yani Filmekiminin kapanış filmi olarak Blue is the Warmest Color'a da gitmiş oldum.

Şimdi 3 gün boyunca gittiğim 7 filmin 6'sını kısaca değerlendirmek istiyorum, Blue is the Warmest Color'u ise ayrı bir blog yazısı olarak yazacağım.

Cumartesi günü ilk filmim Jim Jarmusch'un Only Lovers Left Alive'dı, vampir filmlerini zaten çok severdim bide yönetmen Jarmusch olunca bu film bu seneki filmekiminde muhakkak görülmesi gereken filmlerden biri olmuştu, filme çok büyük bir beklentiyle girmiştim ve Jarmusch beni şaşırtmadı, tam ondan beklenilen bir vampir filmi olmuş, üstelik Tilda Swinton da harika bir oyunculuk göstermiş, vampir filmlerinde top 5'ime şimdiden girdi bile Only Lovers Left Alive.

Cumartesi ikinci filmim Coen kardeşlerin inside Llewyn Davis'ti, bir müzisyenin hayatını anlatan filmde Justin Timberlake de kısa bir rolle karşımıza çıkıyor, Coenlerin kara mizah filmlerinin hastası çoktur, kendilerine has bir tarzları vardır ama maalesef bu film Coenlerin sinemasına biraz yabancı kalmış ve vasatı aşamamış, Coenler olmasa gidilmez bile, öyle sıradan bir film olmuş, zaten gittiğim 7 filmden keşke izlemeseydim dediğim tek film oldu.

Cumartesi son filmimiz Onur Ünlü'nün vizyona sokmadığı sadece festivallerde gösterilen Sen Aydınlatırsın Geceyiydi, Onur Ünlü farlkı sinema tarzıyla Türkiye'de beğenediğim ender yönetmenlerden biridir, ilk iki filmi Polis ve Güneşin Oğlu filmlerinde maalesef istediğini alamamıştı Ünlü, sonra 5 şehir filmiyle çıkışa geçen ve 2 sene önce Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesiyle Adana'da Altın Kozayı kazanan Ünlü'nün son filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi tam anlamıyla beklediğim kalitedeydi, çok beğendim filmi ve vizyona girmemesi bence Türk sineması adına büyük kayıp, film bittikten sonra Onur Ünlü söyleşi için salona girdi ve gerek bu film gerekse Türk sineması hakkında 45 dakikalık soru cevap şeklinde bir söyleşi gerçekleştirdik, özellikle filmi neden vizyona sokmadığı konusunda sorulan sorulara Ünlü tüm içtenliğiyle cevap verdi, yapım şirketlerinin şerefsizliklerini anlattı kısaca ve maalesef Türkiye'de bir film ne kadar çok ödül kazanırsa o kadar az yapımcı sahip çıkıyor gerçeği bir kez daha altını çizilerek konuşuldu.

Cumartesi günü izlediğim 3 filmden ikisinden çok büyük keyif alarak Pazar günü seansına geçtim, Pazar ilk filmimiz Fruitvale Stationdu, Amerikan bağımsız sinemasının son yıllarda çok kaliteli filmler çıkardığını bildiğimden ama yine de büyük bir beklentim olmadan gittim bu filme, filmi izledikten sonra gezi olaylarında hiçbir suçu yokken başından vurularak öldürülen Ethem Sarısülük geldi aklıma ve bence o an sinemada olan herkesin aklına da geldi Ethem, film beklediğimden çok daha iyi bir filmdi, iyi ki gitmişim dedim, filmin sonunda salondan çıkan her 4 kişiden 3'ünün gözleri yaşlıydı ve zaten insan olan o filmden duygulanmadan çıkamaz, film bu Cuma vizyona giriyor, herkes muhakkak izlemeli diyorum. Fruitvale Station kesinlikle kaçmaz.

Pazar günü ikinci filmimiz Fransızların ünlü yönetmeni Francois Ozon'un Young&Beautiful filmiydi, 17 yaşında bir kızın 4 mevsiminin anlatıldığı gayet başarılı bir film olmuş, Ozon'un sinemasını bilen bilir, insan vücudunu filmlerinde ön plana çıkarmayı seven bir yönetmendir ve filmlerini genellikle insan vücudu üzerinden anlatır, bu filmde de 17 yaşındaki Fransız bir kızın hayatında yaşanan olayları ilginç bir şekilde anlatıyor Ozon, bu film de beklediğim gibiydi, gayet keyifle kendini izlettirdi, Ozon severlerin kaçırmayacağını biliyorum ama sinema seven herkes bu filmi izlemeli diyorum.

Pazar son filmimiz ise 2011 senesinde A Separation filmiyle dikkatleri çeken İran'lı yönetmen Asghar Farhadi'nin the past filmiydi, İran'lı bir adam ve Fransız bir kadının 4 sene aradan sonra boşanmak üzere bir araya gelmesi ve geçmişleriyle yüzleşmesini konu alan film gerek oyunculuk gerek hikaye anlamında çok güçlü bir yapım olmuş, Farhadi bu filminde de ağır bir dramatik yapı kurmayı başarmış, film ağır ağır ilerleyip sonunda izleyiciyi can evinden vuruyor, bu sene İran'ın oscar adayı olan The Past, Farhadi'ye ikinci oscarını getirbilecek mi bakalım. dram sevenler bu filmi vizyona girdiği zaman kaçırmamalı diyorum.

Cumartesi ve Pazar izlediğim 6 filmde içime sinmeyen tek film inside Llewyn Davis oldu, onun dışındaki 5 filmde iyi ki gelip izlemişim dediğim filmlerdi, özellikle Frutivale Station en az beklentiyle gidip en çok beğendiğim film oldu diyebilirim.

Filmekiminde en çok izlemek istediğim film olan Blue is the Warmest Color filmine de İzmir'de katılımın yoğun olması nedeniyle Pazartesi gününün de ekstradan konulmasıyla gidebildim, uzun zamandır bir şeye böyle sevinmemiştim açıkçası, çünkü Cuma çalıştığım için gidememiştim ve çok üzülmüştüm, Pazartesi ekstradan film tekrar gösterilince hemen biletimi aldım ve Pazartesi 21.30'da karaca sinemasında yerimi aldım, film 3 saat olduğu için mısırımı ve kolamı alıp, wc'yi de ziyaret edip salona geçtim, bu filmin değerlendirmesini ayrı bir blogda yazacağım demiştim evet yazacağım ama bu yazımı bitirirken sadece şunu yazmak istiyorum, 18 yaşımdan beri yani 10 senedir günde en az 1 çoğu zaman 2-3 film izleyen biri olarak, yaklaşık 6000-7000 civarı film izlemişimdir, şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, beni böyle etkileyen film sayısı 50'yi geçmez ve bu film onların arasına girdi, izlediğim en iyi aşk filmlerinden biri olarak tarihe geçti, BLUE iS THE WARMEST COLOR'U İZLEYİN İZLETTİRİN.

30 Eylül 2013 Pazartesi

WOODY ALLEN VE BLUE JASMINE




Bugün Woody Alllen'ın son filmi Blue Jasmine'i izledim, Woody Allen yine harika bir filme imza atmış ve tabir-i caizse ne oldum değil ne olacağım demeli atasözünün filmini çekmiş, filmin bu kadar güzel olmasında en büyük pay kuşkusuz Jasmine rolünde harikalar yaratan Cate Blanchett'de, Blanchett rolü oynamamış resmen yaşamış, hissetmiş ve sonuna kadar hakkını vermiş canlandırdığı karakterin, şu an için belki çok erken ama ben bu rolden daha iyi bir oyunculuk olacağını sanmıyorum bu sene ve büyük ihtimal en iyi kadın Oscarını alacaktır Jasmine rolüyle Blanchett.


Gelelim Woody Allen'a, benim en sevdiğim 5 yönetmen arasına hiç düşünmeden soktuğum yönetmenlerden biridir Allen, bu zamana kadar çektiği 44 filmi, çoğunu 2 ve 3 kez olmak üzere izlediğim ve o 44 filmden biri için bile vakit kaybı demediğim, hepsinden bi şeyler çıkardığım, genellikle çok güldüğüm ama bazen gülerken düşündüğüm filmlerdir bunlar.

Gülerken düşündüğüm derken son filmi buna çok iyi bir örnek mesela, Blue Jasmine diğer allen filmlerine göre fazla güldürmüyor ama insanı ciddi anlamda düşünmeye sevk ediyo, çoğu kişi izlemediği için film hakkında bir şey yazmayacağım spoiler vermemek adına ama yazımın başında da dediğim gibi insanların bir anda en tepeden dibe vuruşunu çok güzel gösteren bir film olmuş Blue Jasmine.

Woody Allen'ın çektiği 44 filme tek tek bakarsak en az 10'unu hayatımın belli aralıklarında tekrar tekrar izleyeceğimden hiç şüphem yok, zaten büyük yönetmen de böyle olunuyor, bir filmi izlersin geçersin ama sen o filmi birden fazla izliyorsan eğer işte o film gerçekten iyi bir film olmuştur, işte Allen da gerçekten iyi filmler yapıyor, üstelik bunu her sene film çekerek yapıyor, çoğu büyük yönetmen az ve öz film çekerken Allen her sene mutlaka bir film çekiyor, geçen sene çektiği To Rome with Love Blue Jasmine'e göre vasat bir filmdi ama ondan önceki sene çektiği Midnight in Paris en az Blue Jasmine kadar harika bir filmdi mesela.

Sinemayı yaşam biçimi olarak gören her insanın en iyi filmlerinde mutlaka bir Allen filmi vardır. ben de bu yazıyı en sevdiğim 10 Allen filmiyle kapatayım, eğer bu yazıyı okuyorsanız bu 10 filmi bir şekilde izleyin derim, izledikten sonra siz farketmeseniz bile eminimim ki hayatınızda olumlu değişiklikler olacak.

En iyi 10 woody Allen filmi:

Annie Hall
Love and Death
Manhattan
Match Point
The Purple Rose of Cairo
Hannah and Her Sisters
Crimes and Misdemeanors
Midnight in Paris
Vicky Cristina Barcelona
Blue Jasmine

13 Eylül 2013 Cuma

FİLM EKİMİ 2013



Ekim dendi mi kimin aklına ne gelir bilinmez ama eğer bir sinefilseniz aklınıza ilk gelen şey kesinlikle Filmekimi olur, bugün Filmekiminin programı açıklandı, yine birbirinden güzel filmleri sinemalara girmeden önce izleme şansı bulacağız Filmekimi sayesinde, sizler için Filmekiminde mutlaka izlenmesi gereken filmleri yazmak istedim, 37 filmin gösterileceği Filmekiminde nokta atışı yaparak zaten kısıtlı olan zamanda en güzel filmleri izlemeniz için listeyi yapıyorum:

Inside Llewyn Davis: 2013 kışına damga vuracak filmler yazımda da yazmıştım, Coen kardeşlerin son filmi, Cannes film festivalinde de eleştirmenler tarafından oldukça güzel yorumlar aldı, Coen kardeşlerin müptelası olanlar kesinlikle izlemeli, tabi Justin Timberlake hayranları da.

In Bloom: Gürcistan sinemasından çıkan harika bir film, 1992 Tiflisinde geçen harika bir aile draması, Avrupa sineması sevenler kesinlikle bu filmi izlemeli.

Heli: Genç bir kızla polis arasında geçen bir aşk hikayesi, ikisi de uyuşturucu kartellerinin içinde ama farklı rollerde ve bu aşklarının imkansız hale gelmesini sağlıyor. Meksika yapımı bu film bizi tekrar uyuşturucu gerçeğinin içine sokuyor.

The Past: Yine 2013 kışına damgasını vuracak filmler yazımda yazmıştım, bu senenin yabancı oscar dalının en büyük adayı Asghar Farhadi'nin İran-Fransa arasında geçen bu filmi, 2 sene önce A Separation'la Oscarı alan Farhadi bu senede Oscara çok yakın.

Enough Said: The Sopranos'un efsanesi geçtiğimiz aylarda kalp krizinden genç yaşta aramızdan ayrılan James Gandolfini'nin son filmi olduğu için bile izlenmesi gereken bir film, güzel bir romantik komedi olan bu film, Filmekiminde romantik komedi arayanlar için biçilmiş kaftan.

Only Lovers Left Alive: Yönetmen Jim Jarmush, oyuncular da Tilda Swinton, Tom Hiddleston, Mia Wasikoska ve Anthon Yelchin ise, konuda iki vampirin aşk hikayesiyse bu film her türlü izlenir.

Blue is the Warmest Color: Benim bu sene ki Filmekiminde en heyecanla beklediğim film bu çünkü Cannes'da Altın Palmiyeyi bu film kazandı ve kazanmasıyla birlikte bir sürü tartışmayı başlattı, iki lezbiyen çiftin ilişkilerinin başlangıcı, gelişimi ve bitişini anlatan film kesinlikle izlenmesi gereken ilk film bu seneki Filmekiminde.

Moebius: Geçen sene Filmekiminde Kim Ki Duk'un Pieta filmini izlemiştik, harika bir filmdi, bu senede son filmi Moebius'u izleyeceğiz, Kim Ki Duk hayranlığı farklı bir hayranlıktır, ne çekse izlenir denen ender yönetmenlerdendir, o yüzden bu film de muhakkak izlenmeli diyorum.

Ain't them Bodies Saints: Başrollerini Rooney Maara ve Casey Affleck'in paylaştığı film hapisten kaçan ve daha önce hiç görmediği çocuğuna kavuşan adamın hikayesini anlatıyor, romantik bir dram izlemek isteyenler bu filmi tercih edebilirler.

Young and Beautiful: Francois Ozon'un son film 17 yaşındaki bir kızın hayatını anlatıyor, Ozon sinemasını bilenler bilir, hayatı tüm çıplaklığıyla yansıtır beyaz perdeye Ozon ve sağlam bir hayran kitlesi vardır, bu filmde de sinema salonu dolup taşacaktır diye düşünüyorum.

Sen Aydınlatırsın Geceyi: Filmekimindeki tek yerli yapım, Onur Ünlü'nün vizyona sokmadığı ve sadece festivallerde seyirci karşısına çıkardığı filmin oyuncu kadrosu da harika: Ali Atay, Damla Sönmez, Demet Evgar, Ercan Kesal, Ezgi Mola, Ahmet Mümtaz Taylan ve Derya Alabora'nın oynadığı film benim bu seneki Filmekiminde en çok beklediğim ikinci film.

The Broken Circle Breakdown: Belçika sinemasından bir örnek olarak karşımıza çıkan bu film, ilk görüşte aşık olan Elise ve Dider'in hayatını gözler önüne seriyor, Didier konuşmayı Elise dinlemeyi sever, Didier romantik Elise gerçekçidir, küçük kızlarının bir anda hastalanmasıyla bu iki farklı çift yaşamlarını sorgulamaya başlarlar, bu filmde hayatı farklı şekilde yaşamayı sevenlerin tercih etmesi gereken harika bir drama.

Honeymoon: Bu sefer Çek sinemasına gidiyoruz, bir akşamdan sabah saatine kadar süren film 98 dakikada bir düğünden başlayıp damat ve gelinin sakladıkları sırların ifşa olmasına kadar uzanan sabaha gidiyor, bu filmde gençlerin evlenirken birbirlerinden asla birşey saklamamaları gerçeğini gözler önüne seriyor.

A Touch of Sin: Bir Çin yapımı olan bu filmde, yönetmen Jia Zhang Ke Çin'in Twitter'ı sayılan Weibo'da denk geldiği 4 gerçek olayı ele alıyor, 4 farklı karakterin hayata tutunma çabalarını anlatan bu filmde vakti olanların mutlaka izlemesi gereken bir film.

The Look of Love: Listemizin son filmi de seks satar sloganıyla yola çıkarak ingiltere'nin en zengin kişisi olan paul raymond'un hayatını anlatan trajikomik bir hikaye.