30 Eylül 2013 Pazartesi

WOODY ALLEN VE BLUE JASMINE




Bugün Woody Alllen'ın son filmi Blue Jasmine'i izledim, Woody Allen yine harika bir filme imza atmış ve tabir-i caizse ne oldum değil ne olacağım demeli atasözünün filmini çekmiş, filmin bu kadar güzel olmasında en büyük pay kuşkusuz Jasmine rolünde harikalar yaratan Cate Blanchett'de, Blanchett rolü oynamamış resmen yaşamış, hissetmiş ve sonuna kadar hakkını vermiş canlandırdığı karakterin, şu an için belki çok erken ama ben bu rolden daha iyi bir oyunculuk olacağını sanmıyorum bu sene ve büyük ihtimal en iyi kadın Oscarını alacaktır Jasmine rolüyle Blanchett.


Gelelim Woody Allen'a, benim en sevdiğim 5 yönetmen arasına hiç düşünmeden soktuğum yönetmenlerden biridir Allen, bu zamana kadar çektiği 44 filmi, çoğunu 2 ve 3 kez olmak üzere izlediğim ve o 44 filmden biri için bile vakit kaybı demediğim, hepsinden bi şeyler çıkardığım, genellikle çok güldüğüm ama bazen gülerken düşündüğüm filmlerdir bunlar.

Gülerken düşündüğüm derken son filmi buna çok iyi bir örnek mesela, Blue Jasmine diğer allen filmlerine göre fazla güldürmüyor ama insanı ciddi anlamda düşünmeye sevk ediyo, çoğu kişi izlemediği için film hakkında bir şey yazmayacağım spoiler vermemek adına ama yazımın başında da dediğim gibi insanların bir anda en tepeden dibe vuruşunu çok güzel gösteren bir film olmuş Blue Jasmine.

Woody Allen'ın çektiği 44 filme tek tek bakarsak en az 10'unu hayatımın belli aralıklarında tekrar tekrar izleyeceğimden hiç şüphem yok, zaten büyük yönetmen de böyle olunuyor, bir filmi izlersin geçersin ama sen o filmi birden fazla izliyorsan eğer işte o film gerçekten iyi bir film olmuştur, işte Allen da gerçekten iyi filmler yapıyor, üstelik bunu her sene film çekerek yapıyor, çoğu büyük yönetmen az ve öz film çekerken Allen her sene mutlaka bir film çekiyor, geçen sene çektiği To Rome with Love Blue Jasmine'e göre vasat bir filmdi ama ondan önceki sene çektiği Midnight in Paris en az Blue Jasmine kadar harika bir filmdi mesela.

Sinemayı yaşam biçimi olarak gören her insanın en iyi filmlerinde mutlaka bir Allen filmi vardır. ben de bu yazıyı en sevdiğim 10 Allen filmiyle kapatayım, eğer bu yazıyı okuyorsanız bu 10 filmi bir şekilde izleyin derim, izledikten sonra siz farketmeseniz bile eminimim ki hayatınızda olumlu değişiklikler olacak.

En iyi 10 woody Allen filmi:

Annie Hall
Love and Death
Manhattan
Match Point
The Purple Rose of Cairo
Hannah and Her Sisters
Crimes and Misdemeanors
Midnight in Paris
Vicky Cristina Barcelona
Blue Jasmine

13 Eylül 2013 Cuma

FİLM EKİMİ 2013



Ekim dendi mi kimin aklına ne gelir bilinmez ama eğer bir sinefilseniz aklınıza ilk gelen şey kesinlikle Filmekimi olur, bugün Filmekiminin programı açıklandı, yine birbirinden güzel filmleri sinemalara girmeden önce izleme şansı bulacağız Filmekimi sayesinde, sizler için Filmekiminde mutlaka izlenmesi gereken filmleri yazmak istedim, 37 filmin gösterileceği Filmekiminde nokta atışı yaparak zaten kısıtlı olan zamanda en güzel filmleri izlemeniz için listeyi yapıyorum:

Inside Llewyn Davis: 2013 kışına damga vuracak filmler yazımda da yazmıştım, Coen kardeşlerin son filmi, Cannes film festivalinde de eleştirmenler tarafından oldukça güzel yorumlar aldı, Coen kardeşlerin müptelası olanlar kesinlikle izlemeli, tabi Justin Timberlake hayranları da.

In Bloom: Gürcistan sinemasından çıkan harika bir film, 1992 Tiflisinde geçen harika bir aile draması, Avrupa sineması sevenler kesinlikle bu filmi izlemeli.

Heli: Genç bir kızla polis arasında geçen bir aşk hikayesi, ikisi de uyuşturucu kartellerinin içinde ama farklı rollerde ve bu aşklarının imkansız hale gelmesini sağlıyor. Meksika yapımı bu film bizi tekrar uyuşturucu gerçeğinin içine sokuyor.

The Past: Yine 2013 kışına damgasını vuracak filmler yazımda yazmıştım, bu senenin yabancı oscar dalının en büyük adayı Asghar Farhadi'nin İran-Fransa arasında geçen bu filmi, 2 sene önce A Separation'la Oscarı alan Farhadi bu senede Oscara çok yakın.

Enough Said: The Sopranos'un efsanesi geçtiğimiz aylarda kalp krizinden genç yaşta aramızdan ayrılan James Gandolfini'nin son filmi olduğu için bile izlenmesi gereken bir film, güzel bir romantik komedi olan bu film, Filmekiminde romantik komedi arayanlar için biçilmiş kaftan.

Only Lovers Left Alive: Yönetmen Jim Jarmush, oyuncular da Tilda Swinton, Tom Hiddleston, Mia Wasikoska ve Anthon Yelchin ise, konuda iki vampirin aşk hikayesiyse bu film her türlü izlenir.

Blue is the Warmest Color: Benim bu sene ki Filmekiminde en heyecanla beklediğim film bu çünkü Cannes'da Altın Palmiyeyi bu film kazandı ve kazanmasıyla birlikte bir sürü tartışmayı başlattı, iki lezbiyen çiftin ilişkilerinin başlangıcı, gelişimi ve bitişini anlatan film kesinlikle izlenmesi gereken ilk film bu seneki Filmekiminde.

Moebius: Geçen sene Filmekiminde Kim Ki Duk'un Pieta filmini izlemiştik, harika bir filmdi, bu senede son filmi Moebius'u izleyeceğiz, Kim Ki Duk hayranlığı farklı bir hayranlıktır, ne çekse izlenir denen ender yönetmenlerdendir, o yüzden bu film de muhakkak izlenmeli diyorum.

Ain't them Bodies Saints: Başrollerini Rooney Maara ve Casey Affleck'in paylaştığı film hapisten kaçan ve daha önce hiç görmediği çocuğuna kavuşan adamın hikayesini anlatıyor, romantik bir dram izlemek isteyenler bu filmi tercih edebilirler.

Young and Beautiful: Francois Ozon'un son film 17 yaşındaki bir kızın hayatını anlatıyor, Ozon sinemasını bilenler bilir, hayatı tüm çıplaklığıyla yansıtır beyaz perdeye Ozon ve sağlam bir hayran kitlesi vardır, bu filmde de sinema salonu dolup taşacaktır diye düşünüyorum.

Sen Aydınlatırsın Geceyi: Filmekimindeki tek yerli yapım, Onur Ünlü'nün vizyona sokmadığı ve sadece festivallerde seyirci karşısına çıkardığı filmin oyuncu kadrosu da harika: Ali Atay, Damla Sönmez, Demet Evgar, Ercan Kesal, Ezgi Mola, Ahmet Mümtaz Taylan ve Derya Alabora'nın oynadığı film benim bu seneki Filmekiminde en çok beklediğim ikinci film.

The Broken Circle Breakdown: Belçika sinemasından bir örnek olarak karşımıza çıkan bu film, ilk görüşte aşık olan Elise ve Dider'in hayatını gözler önüne seriyor, Didier konuşmayı Elise dinlemeyi sever, Didier romantik Elise gerçekçidir, küçük kızlarının bir anda hastalanmasıyla bu iki farklı çift yaşamlarını sorgulamaya başlarlar, bu filmde hayatı farklı şekilde yaşamayı sevenlerin tercih etmesi gereken harika bir drama.

Honeymoon: Bu sefer Çek sinemasına gidiyoruz, bir akşamdan sabah saatine kadar süren film 98 dakikada bir düğünden başlayıp damat ve gelinin sakladıkları sırların ifşa olmasına kadar uzanan sabaha gidiyor, bu filmde gençlerin evlenirken birbirlerinden asla birşey saklamamaları gerçeğini gözler önüne seriyor.

A Touch of Sin: Bir Çin yapımı olan bu filmde, yönetmen Jia Zhang Ke Çin'in Twitter'ı sayılan Weibo'da denk geldiği 4 gerçek olayı ele alıyor, 4 farklı karakterin hayata tutunma çabalarını anlatan bu filmde vakti olanların mutlaka izlemesi gereken bir film.

The Look of Love: Listemizin son filmi de seks satar sloganıyla yola çıkarak ingiltere'nin en zengin kişisi olan paul raymond'un hayatını anlatan trajikomik bir hikaye.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

2013 KIŞINA DAMGA VURACAK FİLMLER


12 YEARS A SLAVE:
2008 senesinde Hunger filmiyle çıkış yapan, 2011’de Shame filmiyle o çıkışı sürdüren Steve Mcqueen 2013’ün en çok beklenen filmine imza atıyor, gerek Hunger’da gerekse Shame’de çok tartışılan konulara ele alan Mcqueen 12 Years a Slave’de de en az diğer filmleri kadar adından bahsettirecek.
Filmin kadrosunda Mcqueen’in Hunger ve Shame’de de rol verdiği Michael Fassbender, Brad Pitt, Paul Giamatti ve geçen sene Beasts of the Southern Wild filmiyle Oscar’a aday olan 12 yaşındaki genç yetenek Quvenzhane Wallis de yer alıyor.

AMERICAN HUSTLE:
2010 senesinde The Fighter ve geçen sene Silver Linings Playbook gibi iki çok iyi filme imza atan David O Russell bu senede en az o iki film kadar iddalı filme imza atıyor.
Kadroda The Fighter’da da oynayan Christian Bale(Oscar kazanmıştı) ve Amy Adams, Silver Linings Playbook’da oynayan Bradley Cooper ve Jennifer Lawrence(Oscar kazanmıştı) in dışında Jeremy Renner ve efsane oyuncu Robert De Niro da var, bu senenin en dikkat çeken castingini bir araya getiren Russel, iki filmde alamadığı Oscar’ı bakalım bu sefer alacak mı.

GRAVITY:
2001’de Y tu Mama Tambien filmiyle dikkatleri çeken Alfonso Cuaron bu filmdeki başarısını 2006’da çektiği efsane bilimkurgu Children of Men ile pekiştirmişti, bu senenin belki de tek bilimkurgusu Gravity’de iki oscarlı oyuncuyu buluşturuyor Cuaron, Sandra Bullock ve George Clooney, bakalım Cuaron bu filmiyle Children of Men’deki başarısını yakalayabilecek mi.

SAVING MR BANKS:
Saving Private Ryan’dan sonra bir başka Savingli filmde karşımıza çıkıyor Tom Hanks, işin esprisi bir yana bu filmde Walt Disney’i canlandıran Tom Hanks 3.oscarına da göz dikiyor, Hanks’e filmde Emma Thompson ve Colin Farrell eşlik ediyor, filmin konusu ise yılların kült müzikali Mary Poppins’in yapım aşaması.

THE MONUMENTS MEN:
George Clooney’in hem yazdığı hem yönettiği hem de oynadığı bu film Clooneyin 5.yönetmenlik macerası, Clooney’e bu filminde çok yakın arkadaşı Matt Damon’un yanı sıra Cate Blanchett, Bill Murray ve The Artist filmiyle Oscar kazanan Jean Dujardin eşlik ediyor.

INSIDE LLEWYN DAVIS:
Galası Cannes film festivalinde yapılan Coen kardeşlerin yeni filmi eleştirmenler tarafından çok olumlu yorumlar aldı, kadrosunda Justin Timberlake, John Goodman, Carey Mulligan’ı bulunduran bu filmde Coenler kendi tarzlarının dışına çıkıp müzik ağırlıklı bir film yapmışlar, bakalım bu filmin Oscar’da şansı ne olacak, izleyip göreceğiz.

AUGUST OSAGE COUNTY:
Meryl Streep ve Julia Roberts gibi iki dev oyuncunun yer aldığı filmde aykırı oyuncu Juliette Lewis’te onlara eşlik ediyor, film tatile çıkan kalabalık bir ailenin iç hesaplaşmasını konu alıyor, Julia Roberts ve Meryl Streep bu filmde Oscarlarına bir Oscar daha katabilecekler mi acaba, Meryl Streep Julia Roberts’ın önünü açmak için yardımcı dalda kendini yazdırdı, Roberts ikinci Oscar’ını alabilecek mi izleyip göreceğiz.

FOXCATCHER:
Channing Tatum, Steve Carrel, Mark Ruffalo, Sienna Miller ve usta oyuncu Vanessa Redgrave’in oynadığı filmde olimpik güreş şampiyonu Mark Schultz’un hayatından bir kesit izleyeceğiz.

THE WOLF OF WALL STREET:
Efsane yönetmen Martin Scorsese’nin bu filmde yine yeni yeniden Leonardo Dicaprio’yla çalışıyor, ikilinin 5.ortak filmi olacak bu yapımda Jordan Belfort’un gerçek hayat hikayesi anlatılıyor, Caprio’ya filmde Matthew Mcconaughey ve Jonah Hill eşlik ediyor, eleştirmenler Capiro’nun bu filmde o yıllardır beklediği Oscar’ı kucaklayabilme ihtimalini çok güçlü buluyorlar. Benimde en az Leo kadar beklediğim o heykelcik bakalım Leo’ya gidecek mi, eğer giderse ben de çok mutlu olacağım.

DALLAS BUYERS CLUB:
Teksas’lı elektrikçi Ron Woodroof’un Aids olması ve Aids’le mücadelesinin anlatıldığı filmde Matthew Mcconaughey harika bir performans sergiliyor, ona Jennifer Garner ve Jared Leto eşlik ediyor, akademinin böyle oyunculukları sevdiğini bildiğimiz için Matthew Mcconaughey’in Oscar’da şansının olduğunu da söylemek gerekir.

THE BUTLER:
Precious filmiyle 2009’da adından söz ettiren Lee Daniels yine siyahilerin hayatını eke aldığı bu filminde en az Precious kadar idaalı, beyaz sarayda kahyalık yapan Cecile Gaines’in hayatını anlatan filmde Oscar’lı oyuncu Forest Whitaker’e uzun zaman sonra beyazperdeye geçen Oprah Winfrey, usta oyuncu Jane Fonda ve John Cusack eşik ediyor.

RUSH:
Formula 1’in efsane şampiyonlarından Niki Lauda ve James Hunt arasındaki rekabeti konu alan filmi usta yönetmen Ron Howard yönetiyor, Lauda’yı Daniel Brühl, Hunt’ı Chris Hemsworth canlandırırken, onlara Olivia Wilde ve Natalie Dormer eşlik ediyor.

CAPTAIN PHILLIPS:
2009’da Amerikan bayraklı Maersk adlı geminin Somali korsanları tarafından kaçırılmasını anlatan filmde geminin kaptanı Phillips’i Tom Hanks canlandırıyor,Hanks e Catherine Keener eşlik ediyor, tamamen gerçek bir hikayeyi konu alan filmin yönetmeni ise yine bir kaçırılma hikayesi filmiyle bizleri hop oturtup hop kaldırtan Paul Greengrass, United 93 filmini hatırlamışsınızdır ayrıca Bourne serisinin de yönetmeni olan Greengrass bu filminde de bizleri fazlasıyla heyecanlandıracağından hiç şüphem yok.

BEFORE MIDNIGHT:
Her ne kadar Türkiye’de vizyona girmiş olsa da 2 hafta gibi kısıtlı sürede çok az sinemada gösterime giren bu filmi fanatikleri dışında kimse izlememiştir diye düşünüyorum, 1995’de Fefore Sunrise ve 2004’te Before Sunset’ten sonra 2013’de Before Midnigh’tla üçleme tamamlanıyor, izlediğim en güzel aşk filmlerinden olan Before serisinin 3.filmide diğer iki film kadar keyifli, Julie Delpy ve Ethan Hawke’ın oynadığı filmi eğer izlemediyseniz diğer iki filmi de izleyerek izleyin derim.

HER:
Sinemayı bıraktıktan sonra geçen sene The Master’la tekrar geri dönen Joaquin Phoenix’in başrolde olduğu filmde ona Amy Adams ve Rooney Mara eşlik ediyor, yalnızlık ve yaratıcılık sıkıntısı çeken bir yazarın hikayesini anlatan filmin yönetmeni de Being John Malkovich gibi efsane bir film yapan Spike Jonze.

LABOR DAY:
Kate Winslet, Josh Brolin ve Tobey Maguire’nin oynadığı filmde işçi bayramı hafta sonunda kaçak bir adamı eve almaları ve sonrasında gelişen olayları anlatıyor.

THE COUNSELOR:
Usta yönetmen Ridley Scott’un son filminin kadrosu adeta yıldızlar geçidi, başta Brad Pitt olmak üzere Michael Fassbender, Javier Bardem, Natalie Dormer, Penelope Cruz ve Cameron Diaz’ın oynadığı filmde uyuşturucu batağına saplanan bir avukatın oradan kurtulmak için yaptıklarını anlatıyor, bu senenin kadrosu sebebiyle merakla beklenen filmlerinden The Counselor 25 ekimde vizyona girecek.

PRISONERS:
Hugh Jackman, Jake Gyllenhaal, Melissa Leo ve Viola Davis’in oynadığı film şükran günü yemeği için toplanan iki ailenin çocuklarının kaçırılması sonucu gelişen olayları konu alıyor.

BLUE JASMINE:
Woody Allen’ın son filmi Blue Jasmin’de Cate Blanchet, Alec Baldwin, Sally Hawkins rol alıyor diğer Allen filmlerine göre daha az yıldızlı bir kadro olan bu filmde New York’lu ve gösterişli bir ev hanımının darboğaza düşmesi sonucu San Francisco’ya taşınması anlatılıyor.

LE PASSE:
A Separation filmiyle 2011 senesine damgasını vuran İran’lı yönetmen Asghar Farhadi’nin bu filmi de çok konuşulacağa benziyor, yine bir ayrılık filmi yapan Farhadi’nin bu filmi Paris’te geçiyor, The Artist filminden tanıdığımız Berenice Bejo’nun başrolünü oynadığı film, en iyi yabancı Oscar’ında İran’a 2.oscarını getirebilecek mi acaba, izleyip göreceğiz.

DIANA:
Skandallarıyla ünlü prenses Diana’nın hazin sonunun anlatıldığı filmde Diana’yı Naomi Watts canlandırıyor, akademi tarihi karakterleri canlandıranlara her zaman sıcak bakmıştır bakalım Naomi Watts bu rolüyle Oscar kazanabilecek mi?

GRACE OF MONACO:
Grace Kelly sinema tarihinin en güzel ve en elegance kadınlarından biridir, öyle ki Monaco prensi ona aşık olup evlenmiş ve onu prenses yapmıştır, prenses olduktan sonra sinemayı bırakan Kelly’nin hayatını anlatan filmde Kelly’yi en az onun kadar güzel Nicole Kidman canlandırıyor.

THE IMMIGRANT:
Başrollerini Oscar’lı oyuncu Marion Cotillard, Jeremy Renner ve Joaquin Phoen’ix in paylaştığı filmde 1920 New York’unda Polonya’dan New York’a geçen ve kadın tüccarlarının eline düşen bir kadının hikayesi anlatılıyor.

THE HUNGER GAMES: CATCHING FIRE
2012’ye damgasını vuran filmlerden biriydi The Hunger Games, o kadar büyük ilgi gördü ki, o kadar gişe yaptı ki, hemen devamının çekilmesi için çalışmalara başlandı ve devamı da bir sene sonra vizyona giriyor, güzeller güzeli Jennifer Lawrence’in patlama filmi olan ilk filmden sonra ikinci filmde de Jennifer Lawrence’i heyecanla bekliyoruz, Lawrence’a filmde Liam Hemsworth, Phlip Seymour Hofmman, Elizabeth Banks, Woody Harrelson ve Stanley Tucci eşlik ediyor.

THIS IS THE END:
2013’ün merakla beklenen komedilerinden This is The End umarım bu seneki  iğrenç komedilerin açığını giderir ve gerçekten kahkahlarla güleceğimiz bir film olur. Kadro olarak son zamanların en komik aktörlerini birleştiren filmde Seth Rogen, Jonah Hill, James Franco, Jay Baruchel, Michael Cera, Emma Watson oynuyor ayrıca bir sürü ünlü de konuk oyuncu olarak castingde yer alıyor. 13 eylül’de vizyona girecek filmi ben de merakla bekliyorum.

DON JON:
Scarlett Johansson ve Joseph Gordon Levitt’in başrollerini paylaştığı filmin yönetmeni de genç oyuncu Levitt, Levitt’in ilk yönetmenlik deneyiminde iki oyuncuya usta oyuncu Julianne Moore eşlik ediyor, 19 eylül’de vizyona girecek bu film senenin This is The End’den sonra en çok merak ettiğim ikinci komedisi.

NYMPHOMANIAC:
Bu film 2013’de en çok beklediğim film, en merak ettiğim film, çünkü bu film Lars Von Trier adlı sayko yönetmenin gerçek seks yapılarak çektiği bir film olarak sinema tarihine geçecek, filmin iki versiyonu çıkacak biri o sahneler kesilmiş olan, sinemalara öyle girecek, diğeri directors uncut. Filmde Trier’in Anthichrist ve Melancholia’da da oynattığı Charlotte Gainsbourg, yine sevdiği oyunculardan William Dafoe, Stellan Skarsgard, Shila Lebouf ve Uma Thurman rol alıyor, bu senenin en sıra dışı filmi 25 aralıkta vizyona girecek.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

KOS



Santorini'den gece 00.50'de Blue Star Lines'ın feribotuyla Kos yolculuğumuz başladı, feribot non stop 5.30 saatte Kos'a vardı, sabah 6.20'de Kos'a inmiştik, bizim gideceğimiz yer Kos merkeze 30 km uzaklıktaki Kos'un en güzel sahillerinin olduğu Kardamena kasabasıydı, sabah indiğimiz için daha hiç bir yer açık değildi sadece barlardan çıkan ayyaş İngiliz ve Hollanda'lılar çevreye sarıyordu, biraz araştırma yaptıktan sonra Kardamena'ya giden otobüsleri bulduk, ilk otobüs 9'daydı mecburen bekledik, otobüs 45 dakikada Kardamena'ya vardı, kişi başı 3.30 € ödedik, otelimiz Kardamena'ya 3 km uzaklıktaki Kalimera Mare'ydi, gayet güzel bir oteldi.

Mykonos-Santorini ve Kos yolculuğumuz sırasındaki en iyi oteldi diyebilirim, otele normalde 14'te check-in alıyorlarken biz sempatik ve yardımsever resepsiyonist Eli sayesinde 11.30'da yerleştik odamıza.

İlk gün dinlendikten sonra yemek için Kardamena merkeze gittik, hem yemek yiyip hem de araba kiralamaktı amacımız, Mykonos ve Santorini'de ne kadar kolay araba kiraladıysak Kardamena'da tam tersi oldu, hem araba bulamıyorduk hem de bulduklarımız gayet yüksek fiyat veriyorlardı, Mykonos ve Santorini'de 35 €'ya kiralarken, Kos'ta 40 €'ya Panda zor bulduk, fakat bu sefer daha ilginç bir olayla karşılaştık, Türk olduğumuzu duyan rent a carcı avrupa birliği üyesi olmayanlara araba kiralamıyoruz dedi, polis sorun çıkarıyormuş, Santorini ve Mykonos'ta kiraladığımızı söylememiz sayesinde zorda olsa ikna ettik sabah 10'da arabayı almak üzere anlaştık.

İlk akşam Captain's da yedik yemeği Yunanistan'ın ünlü yemeği Stifado yedim, dana etinden yapılan, haşlama tarzında ve tatlı soğanlarla lezzetini arttıran bir yemek Stifado, onun yanında Grek salata ve Cheese Saganaki yedim(Saganaki bizim Hellim peynirin çakması ama lezzetli bi şey) yemekten sonra otele gidip az dinlendik ve sonra Kardamena'nın hareketli geceleri için tekrar merkeze gittik.

Nette yazılanlar gibi gerçekten Kardamena'nın gece hayatı çok hareketli, barlar sokağında inanılmaz bir kalabalık oluyor ve barlarda kapı yok isteyen girip çıkıyor mekanlara, bodyguard falan da yok, mekanlara girişte ücretsiz sadece içtiğini ödüyorsun, gece 11.30 gibi başlıyor 4'e kadar sürüyor.

İlk gün Just Blue adlı bara gittik ve diğer yerlere göre en kalabalık mekan orasıydı, müziklerde gayet iyiydi, içkiler ise resmen bedava, inanılmaz ucuzdu, tekila shot 2 €, bira 5 € desem anlarsınız herhalde nasıl ucuz bi mekan olduğunu, Kardamena için küçük bir İngiliz kasabası yorumunu yapsam yanlış bi yorum olmaz, İngilizlerin yazlık olarak kullandığı bir mekan diyebilirim, İngiliz dışında çok az Rus vardı kasabada, gece mekanlardaki İngilizlerin yaş ortalaması biraz düşüktü, 15-18 yaş ortalaması olan İngiliz veletleri sigara, alkolün bolca tüketildiği geceler yaşıyorlardı Kardamena'da.

2.gün kalkıp kahvaltımızı yaptık, 10 gibi araba geldi, hedefimiz arabayla Kos'un merak ettiğimiz yerlerini gezmekti ama büyük bir sorunla karşılaştık, rent a carcı akşam 22'de arabayı geri vermemizi istiyordu, yani 1 gün değil 12 saat kiralamış oluyordu ve 40 €'ya, bunun çok saçma olduğunu söyleyip arabayı geri verdik, araba işi Kos'ta büyük sorun oldu, önce ehliyet sonra da bu olay olunca maalesef araba kiralayamadık ve Kardamena'da takılmak zorunda kaldık, otelin sahiline gittik, deniz fena değildi ama kumsalı kötüydü, Bodrum ve Çeşme varken Kardamena'ya asla gidilmez yani deniz manasında.

Denizden sonra odamızda dinlenip gece merkeze gittik tekrar, Blue Line tavernada yedik yemeğimizi, ben kalamar yedim bu sefer, biri Mykonos diğeri Kos olmak üzere 2 akşam kalamar yedim ve şunu söyleyebilirimki bizim kalamalarımız çok daha lezzetli, tabi her restoranın kalamar yapışı farklıdır ama Türkiye'de daha lezzetli bence kalamarlar.

Kardamena'daki mekanlarda az da olsa Türkçe biliyor çalışanlar, Bodrum'a sık sık gittikleri için, çat pat Türkçe öğrenmişler ve son derece sıcaklar, Blue Line'da yemeklerimiz geciktiği için 2.ouzoyu ikram ettiler ve kaç kere özür dilediler gecikmeden dolayı.

Yemekten sonra barlar sokağına gittik ve gece 2'ye kadar eğlendik, gece hayatı dediğim gibi gayet güzel ama insanların yaş ortalaması biraz küçük, ya da biz yaşlandık ve onları küçük görüyoruz.

3.gün artık 10 günlük tatilimizin son günüydü, 17.30'da Kos'tan Bodrum'a feribotumuz kalkacaktı, kahvaltımızı yaptıktan sonra Kardamena'dan Kos merkeze gittik, Kos'ta bavullarımızı bırakıp biraz gezmek için bir yer ararken arkadaş internetten bir Türk'ün işlettiği CARAVAN adlı restoranı buldu.

Merkeze yürüyerek 10 dakika uzaklıkta olan Hasan adlı bir abimizin işlettiği mekana bavullarla gitmemiz biraz sıkıntı olsa da sonuna kadar değdi, iyi ki gidip o mekanı bulmuşuz,  Hasan abi bizi son derece misafirperver bi şekilde karşıladı, restoranı zaten Kos'un en iyi 3 restoranından biri ve yemekler muazzam o konuda kesinlikle Kos'a gidenler CARAVAN'a uğramalı ama ben yemeklerden çok Hasan Abinin samimiyeti ve bizi ağırlamasından bahsetmek istiyorum

Sanki yıllardır hiç Türk görmemiş gibi sarıldı bize hiç tanımamasına rağmen, İzmir'den geldik deyince daha bi sevindi, çocuklar kiralık otel ayarlayayım isterseniz dedi ama biz bugün dönüyoruz diyince çok üzüldü, içecek, salata ve cacıkı da ikram olarak verdi, Hasan abi Girit Türk'ü olup bize gerçek bir Türk'ten çok daha candan davrandı, hatta akraba o kadar samimi davranmaz diyebilirim, Hasan abinin muhteşem yemeklerini yerken bize mutlaka bi daha gelin bunu saymam ramazan bitsin sizle rakı içelim dedi.

Bavulları restorana bıraktıktan sonra Hasan abinin tavsiyesiyle uzo almak için bi supermarkete gittik, adı Konstantinidisti, Hasan abinin restorandan yaklaşık 10 dk uzaklıkta ama gittiğimize değdi, satılan içkiler free shoptan en az 2-3 € daha ucuzdu, uzo almaya gidip, bir Olmeca, bir Absolut, bir Baileys ve 5 uzoyla çıktım ordan, hem ucuz hem de free shop gibi sınır yok, Kos için ikinci mutlaka gidin diyeceğim yerde hasan abinin CARAVAN adlı restoranından sonra Konstantinidis adlı market olacak, ordan içki stoğunuzu doldurup gelebilirsiniz Türkiye'ye.

Kos'ta Hasan abiyle tanışmamız Kos tatilimizin en güzel yanıydı ve o kadar memnun kaldık ki en kısa sürede Kos'a gidip Hasan abiyle bi rakı masası kurmaya söz verdik, içkilerimizi aldıktan sonra bavulları Hasan abiden alıp limana doğru gittik, 17.30'daki feribotumuz için 16.45'de pasaport sırasına girdik ve 17.25'te feribota çıkabildik, çoğu yolcu 17.30'a yetişemediği için feribotumuz 20 dk rotarlı kalktı, Ab vatandaşları elini kolunu sallayarak geçerken biz kuyrukta resmen çile çekiyoruz, oysa Kos'a en çok gelen turist Türk turist o konuda bi kolaylık gösterebilirler aslında, resmen çile çekiyorsun 45 dakika ayakta o kalabalıkta ve sıcakta.

Kos'tan Bodrum'a 25 dklık uzun! bir yolculuktan sonra vardık ve 10 günlük Mykonos-Santorini-Kos tatilimiz bitti, Kos tatili demeyelimde Kardamena diyelim çünkü araba kiralayamadığımız için orda tıkılı kaldık ama en kısa zamanda Kos'a tekrar gidip hem gezmeyi hem de Hasan abiyi ziyaret etmeyi düşünüyorum açıkçası. 

28 Temmuz 2013 Pazar

SANTORİNİ



Mykonos'tan Seajet feribotuyla Santorini'ye geçişimiz feribotun 1 saat rötar yapması ve direk sefer denmesine rağmen yaklaşık 4 adaya uğramasıyla biraz uzun sürdü, normalde 17.30'da Santorini'de olmamız gerekirken 19.30'da Santorini'ye vardık maalesef.

Santorini'nin en önemli olayı olan güneş batımını ilk gün kaçırdık ve ben bu yüzden Seajet'e ve kaptanına baya bi küfrettim, Santorini'ye iner inmez bir rent a carcı yakamıza yapıştı ve bize hayatımızın kıyağını yaptı diyebilirim, normalde biz hemen araba kiralamayıp, otele taksiyle gitmeyi düşünüyorduk ama limandan otele en az 35 € tutacağını öğrenince arabayı hemen kiralamanın en mantıklısı olduğunu anladık. 

Rent a car yerel bir firmaydı adı Thrifty cardı, adam 45'ten açtı kapıyı ama biz Mykonos'ta 35'e kiraladık diyince 35'e indi, üstelik önce Peugot 106 verecekken nissan micra aldık adamdan, santorini adası dağın etkelerine kurulmuş bir ada olduğu için inanılmaz virajlı ve uzun kıvrımlı yolları olan bir ada, eğer sevgilinizle gidecekseniz atv kiralamak çok mantıklı ya da motorsiklet ama 2'den fazla kişiyseniz araba çok daha ekonomik oluyor.

Santorini Mykonos'tan daha büyük bir ada ve dediğim gibi ada dağ eteklerine kurulu olduğu için maalesef dağın etrafını dolaraşak gidiyorsunuz heryere, biz oteli Oia'da tutmuştuk, Oia Santori'nin en romantik yeri çünkü güneş batımının en güzel izlendiği yer, açıkçası bende bu yüzden ordan aldım oteli ama aslında hiç gerek yokmuş çünkü Oia'nın tek olayı güneş batımı, ne gece hayatı var ne de deniz, o yüzden Oia'yı genelde balayı çiftleri tercih ediyor.

Kaldığımız Aethyro otel Mykonos'taki berbat otelden sonra bize adeta bir Çırağan geldi, bir ailenin işlettiği otel hem Oia'nın merkezinde hem de gayet sıcak bir otel, Mykonos'taki oteli nasıl tavsiye etmiyorsam, Santorini'de kaldığımız Aethyro oteli şiddetle tavsiye ederim, kahvaltısı da mükkemmeldi, yüzme havuzu da gayet güzeldi( her ne kadar yüzmesemde) üstelik wifi da ücretsizdi :)

Dediğim gibi kaldığımız yer olan Oia'nın tek olayı güneş batışının en güzel izlendiği yer olması olduğu için, biz kaldığımız 2 gün boyunca Oia'dan Fira'ya yaklaşık 4-5 kere gidip geldik, yollar o kadar virajlı ve darki, ben dualar ede ede yolculuğu bitirdim her defasında, çünkü sen ne kadar iyi şöför olursan ol karşıdaki bi hata yapsa, ikinizde direk uçurumdan denize(yaklaşık 1.5 km) uçarsınız.

İlk gün güneş batımını kaçırmanın burukluğu ve yolların o kadar berbat olduğunu görmenin siniriyle otele yerleştikten sonra Fira'ya(merkez)e gittik, ilk gün yemeğimizi Lithos tavernada yedik, denize nazır harika bir konumu vardı, yemekleri de gayet güzeldi ve garsonlar da gayet misafirperver, hizmette hızlıydı, yani ilk gece yediğimiz yemekten çok memnun kaldık.

Santorini'de de gece hayatı Mykonos kadar olmasada canlı, Fira'daki barlar gayet güzel, hatta Mykonos'a göre çok daha elit mekanlar var, bunlardan biri de Enigma bar, onun dışında Koo bar ve Franco's bar var, bu 3 mekan güzel ve kaliteli yerler, bu 3 yer dışında da çok yer var ama benim tavsiyem bu 3 mekan olacaktır.

Fira'dan uyumak için otele döndüğümüzde yolda yine dualarla dolu bir yolculuk yaptım, gece o berbat yolda hiçbir aydınlatma yok, sadece farla ve ay ışığıyla aydınlanıyor yolunuz, yol o kadar virajlı ve karanlık ki mecburen uzunları yakmak zorundasınız önünüzü görmek için, yapabileceğiniz maksimum hızda 40, 50'yle gitmek orda resmen intihar sebebi.

İlk gece yolunda verdiği yorgunlukla erken yatıp sabah erken kalkıp Santorini'yi gezecektik, zaten kısıtlı vaktimiz vardı ve vakit kaybetmemeliydik.

Sabah kalkıp kahvaltımızı yapıp yola koyulduk, önce adanın en meşhur beach'i olan Red Beach'e gittik, volkanik bir patlama sonucu oluşan adanın volkanik taşlarla çevrili bölgesinde kırmızı kayalarla çevrili ve kumu da kırmızı olan bir koydu Red Beach, denizi o kadar güzel değildi ama orayı görmedende kimse Santorini'den gitmez, gittik gördük, denize de girdik ama 1 saat kaldık çünkü her ne kadar doğa harikası bir sahil olsa da denizi iyi değildi, ordan çıktıktan sonra Perivolos'a geçtik, santori'nin denizi en güzel kasabası Perivolos.

Perivolos gayet uzun bir plaja sahip bir kasaba ve o plaj boyunca yaklaşık 7-8 beach club var, hepsinin otoparkı ve havuzu var, isteyen denizden çıkınca havuza da girebiliyor, aynı zamanda ücretsiz wifi hizmeti de var beachlerde, denizi tabiki Mykonos'la karşılaştırılmaz ama adanın diğer yerlerine göre gayet iyi, Santorini deniz açısından iyi bir tatil seçimi değil, deniz için Mykonos çok daha ağır basar, hatta kıyaslanamaz bile iki ada deniz açısından, Perivolos dışında Perissa ve Kamari'de denize girilebilecek yerler santorini'de, bu iki yerde aynı Perivolos gibi beach clubların olduğu sahil kasabaları, denizi de Black Beach denilen siyah kumlardan oluşan bir deniz, kumlar inanılmaz sıcak 5 saniye dayanmak mümkün değil, deniz olarakta dediğim gibi Santori'nin en iyi yerleri ama Mykonos'a göre çok vasat bir deniz var, zaten insanlarda Santorini'ye denize girmek için gelmiyorlar açıkçası.

Perivolos, Perissa ve Kamari dışında İmeroglivi ve Firostefani kasabaları da Santorini'de görülmesi gereken yerler, Oia dışında güneşin en güzel battığı ikinci yer de İmeroglivi ama ne olursa olsun güneş batımı Oia'da izlenmeli.

Denizden çıktıktan sonra Oia'ya otelimize döndük ve vakit kaybetmeden güneş batımını izlemek için Oia'nın yamaçlarına doğru yola çıktık, otelimizde de sırf gün batımını izlemek için özel sunset roof vardı ama açıkçası ben orayı tercih etmedim, güneşin batışının en iyi izlendiği yere gittik, inanılmaz bir kalabalık vardı, çektiğim videoları instagram ve vine'a da attım, o güneş batışını izlemek için dünyanın heryerinden turistler geliyor Santorini'ye.

19 gibi yerimi aldım ve beklemeye başladım, güneş 20.37'de batmasına rağmen insanlar 2-3 saat öncesinden gidip yer kapıyorlardı yamaçlarda, herkesin elinde Nikon, Canon dslr makineleri ve i phoneları, güneşin yavaş yavaş batışını fotoğraflıyordu, ben ki romantik bir adam değilim, o gün batımını izledikten sonra şunu çok açık söyleyebilirim ki, gerçekten muhteşem bir manzara ve an o batış anı ve eğer öyle şeylere meraklıysanız mutlaka ama mutlaka Santorini'ye gelip o anı izlemelisiniz, güneş batımını izledikten sonra insanlar Oia'yı boşaltıyorlar, güneş batana kadar Santori'nin en kalabalık yeri olan Oia, güneş battıktan sonra adeta bi hayalet şehir oluyor, herkes Fira'ya doğru yola çıkıyor, güneş batışının ardından sevgililer öpüşmeye başlıyor, hatta orda bir sürü insan sevgili oluyor o anı yaşarken.

İlk gün kaçırdığım güneş batımını ikinci gün büyük bir keyifle izledim ve fotoğrafladım, güneş battıktan sonra otele geçip ordan da Fira'ya gittik, yine denize nazır harika bir manzaraya karşı yemek yedik, Niki tavernada yedik ikinci gece yemeğimizi, ilk gün ne kadar memnun kaldıysak ikinci gün o kadar kötüydü yemek servisi, 45 dakikada geldi yemekler, ve menüde yazan şeyler için yok dendi, öyle kaliteli bir mekandan böyle şeyler beklemediğimiz için hayal kırıklığına uğradık.

Yemeği yedikten sonra Fira'da gezdik ve sonra otelimize döndük, 3. ve son günümüz için gemi turu aldık. 

3.gün Volkanik adayı gezme ve hot spring denen sıcak suda yüzmek için 14-17 arası gemi turuna çıktık, volkanik ada tamamen gereksiz, hiçbirşeyin olmadığı bir yer sadece volkanik taşlar var, hot springin de suyu çamurluydu o yüzden yüzmedim, kısacası gemi turu çok gereksiz eğer kısıtlı vaktiniz varsa hiç denemeyin bile.

Geminin kaltığı old porta Fira merkezden 3 şekilde inebilirsiniz: ya teleferik, ya eşek ya da yürüyerek, 2. ve 3. seçenegi tavsiye etmem, en mantıklısı teleferik, 4€ ve 3 dakikada indiriyor aşağıya, eşekler çok kötü kokuyor, ama daha vahimi bu muhteşem adanın simgesinin eşek olması, güneş batımı gibi mükemmel bi şey varken bu romantizm ve balayı adasının simgesi nasıl eşek olur anlayabilmiş değilim.

Gemi gezisinden sonra Fira'ya çıktık ve son gecemizde taverna yerine fast food tarzı yemek yedik, Mykonos'da 4, Santorini'de 2 toplam 6 gün boyunca hep deniz mahsülleri yiyen ben Santorini'deki son gecemizde pita ekmeğine yapılan kuzu kebab yedim( bizde lavaş neyse Yunanistan'da da pita ekmeği o) kebab tabi ki bizim ülkedeki gibi değil ama yine de fena değildi tadı, ben daha kötü bekliyordum.

Karnımızı da doyurduktan sonra tekrar Oia'ya doğru yol aldık, tabi ki amacımız güneşin batışını izlemekti, yine aynı yere gittik ve ilk günkü tecrübesizliğimi hemen avantaja çevirerek çok güzel bir yer kaptım, ilk gün tabi daha acemiydik, 2.gün çok daha güzel bir konumdan batırdık güneşi ve çok daha güzel fotolar çektik, güneş batınca yaşanan alkışlama ritüelini de ben başlattım 2.gün :)))

Güneşi batırdıktan sonra Santoriniden ayrılmak üzere yola koyulduk, feribotumuz geceyarısı 00.50'deydi ve normalde rent a carlar aldığın saatte arabayı geri alırken, abinin bize yaptığı harika kıyakla 19.30'da adlığımız aracı 22.00'da bıraktık ve bizden ekstra para almadı.

Santorini'de kaldığımız 3 gün 2 gece boyunca gezilecek heryeri gezdik, sadece Oia'nın hemen altındaki balıkçı kasabası Amoudi'ye gidemedik, tatil arkadaşlarım deniz mahsülü yemedikleri için Amoudi'yi maalesef pas geçtik, onun dışında 2 gece 3 gün santorini için gayet yeterli bir süre, keşke ilk günde güneş batışını kaçırmasaydık, o zaman çok daha güzel olurdu.

Benzin olayına da değinmek istiyorum, Mykonos'ta 4 gece 5 gün deli gibi araba sürerek sadece 30 euro benzin harcadık, Santorini'de ise 2 gece 3 günde 20 euro, Santorini'nin o deli virajlı yolları için gerçekten bedava diyebilirim bu benzine.

Ben bu yazıyı Santorini'den binip Kos'a geçtiğim Blue Horizon adlı dev feribot/gemi'de yazıyorum, 00.50'de bindiğimiz feribottan sabah 6.30'da Kos'a ineceğiz, Kos'ta da 2 gece 3 gün geçirip tatilimizi bitirip eve döneceğiz.

Kos'u gezdikten sonra onu da yazacağım tabi ki ama şimdilik şunu söyleyeyim deniz ve eğlence için Mykonos, romantizm ve doğa harikası bir ada için Santorini derim ama bence siz ikisini de görün, pişman olmayacaksınız.

MYKONOS


Geçen sene Atina-Girit-Rodos'la baslamıştım Yunanistan turuma bu seneki hedefimde Mykonos-Santorini ve Kos'tu.

Girit'e bayıldığını blogumu takip edenler bilir, derin bir Girit yazısı yazmıştım.

Bu seneki tura Mykonos'la başlayıp, Santorini ve Kos yapıp ordan Bodrum'a geçerek tamamlamak üzere planlarımı yaptım.

Ortaokuldan kankam Mihraç ve kardeşi Sertan'la 3 erkek Yunan adalarını keşfedip güzel bir tatil için herşeyi en ince ayrıntısına kadar planlayıp, Atlasjetin Sabiha Gökçen'den kalkan Mykonos seferiyle yola çıktık.

1 saatlik bir yolculuktan sonra Mykonos havaalanına indik.

Mykonos havaalanı tek pistten oluşan inanılmaz küçük bir havalimanı ama yazın tüm dünyadan uçakların indiği için inanılmaz yoğun bir havalimanı oluyor, nerdeyse 15 dakikada bir uçak iniyor Mykonos'a.

Uçaktan indikten sonra araba kiralamak için rent a car firmalarına gittik, en uygun fiyatı Sixtten aldık, günlüğü 35 €'dan 4 günlük Toyota Yaris aldık.

Mykonos çok küçük bir ada olsa da kesinlikle araba kiralayarak gezmek gerekiyor eğer tatilden zevk almak istiyorsanız ve adada ayak basmadık yer bırakmak istemiyorsanız tabi.

Otelimiz havalimanına yaklaşık 1.5 km uzaklıkta olan Giannolukas villagestı, otel açıkçası beni tatmin etmedi, personel çok soğuk, kahvaltıda hiç çeşit yoktu ve en önemlisi de wifi paralıydı, saati 2 €, o yüzden Mykonos'a gideceklere asla kaldığım oteli tavsiye etmem.

Otel Mykonos için sadece gece gidip yatılacak bir yer olduğu için otele çok para vermek büyük saçmalık olur, eğer araba kiralayacaksanız en uzak yerde çok daha ucuza kalmak mantıklı, arabayla adanın en ucundan diğer en ucuna yaklaşık 30 dakikada gidebiliyorsunuz, işte öyle küçük bir ada Mykonos.

İlk gün otele yerleştikten sonra Mykonos town'a gidip merkezi keşfedelim dedik, Mykonos town 30 dakikalık bir yürüyüşle bitecek kadar küçük bir yer ama labirent gibi sokakları olduğu için tam olarak 3.gün sonunda kaybolmayacak seviyeye geldim ben.

İlk gün Marco Polo tavernada yedik yemeğimizi gayet lezzetli ve misafirperver bir tavernaydı çok memnun kaldım açıkçası hem yemekten hem de hizmetten.
 
Malumunuz Mykonos gece hayatı ve eğlencesiyle meşhur bir ada, özgürlükler adası deniliyor, herkes istediği gibi takılıyor, kimse kimsenin umrunda değil.

Mykonos town'un en güzel mekanı Scandinavian Bar, eğlence 23.30 gibi başlayıp sabaha kadar sürüyor, bir içecek alan herkes giriyor içeri, fiyatlarıda gayet ucuz, içerde eğlence inanılmaz, mekan çok büyük bir mekan değil, ama gayet eğlendiren bir mekan, garsonlar ve barmenlerde gayet misafirperver.

2.gün sabah kalkar kalkmaz kahvaltımızı yapıp adanın en ünlü plajı olan Super Paradise'a gittik, Super Paradise hem denizi hem de 16'dan sonra başlayan beach partileriyle harika bir plajdı, denizi de kumsalı da çok güzeldi, üstelik wifi da ücretsiz beachte, fiyatlarda bence Mykonos gibi bi ada için gayet ucuzdu, Çeşme Aya Yorgi'de 50 tl'ye içeceğiniz bir içki orda 10 €.

Mykonos için özgürlükler adası demiştik ya o yüzden Super Paradise'da göreceğiniz üstsüzleri yadırgamamalısınız, Mykonos'un Dünya'da gayler adası olarak tanındığını da bilerek oraya gitmiştik ve daha gittiğimiz ilk plaj olan Super Paradise'da bir sürü erkeğin el ele tutuşarak gezmesine Türkiye'de alışık olmadığımız için açıkçası ilk başta şaşırdık ama 4.gün sonrası bu duruma alıştığımızı da söyleyeyim.

2.gün yemeğimizi adanın en ünlü tavernası Niko's da yedik, Marco Polo'ya göre çok daha popüler ve kalabalık olmasına rağmen, ben Marco Poloyu daha çok sevdim, ama şunu da belirtmem gerekir ki hayatımda yediğim en lezzetli levreki(ayda en az 1 kere levrek yiyen biri olarak) de Nikos'da yedim.

2.günde gece eğlencesi olarak Scandinavian'a gittik ordan çıktıktan sonra Tropicana'ya geçtik ama eğlence erken bitmiş olacak ki heryer kapalıydı biz de geceyi bitirdik.

3.gün ise güne büyük bir hayal kırıklığıyla başladık, internette adına methiyeler düzülen, Mykonos yazınca ilk çıkan yer olan Paradise Beach'e gittik ve tam anlamıyla fiyaskoyla karşılaştık, o yere göğe sığdırılamayan meşhur Paradise Beach resmen ölüydü, 2.gün Super Paradise'da yer bulamamışken, Paradise'da resmen 30-40 kişi vardı ve denizi de berbattı, kayalarla kaplı, yüzmekten hiç keyif alınamayan, kumsalının nerdeyse olmadığı bir yerdi Paradise, yanındaki Tropicana'nında ondan farklı yanı yoktu ama en azından Tropicana'da müzik ve eğlence vardı, Paradise için olumlu hiçbişey söyleyemem, wifi'ı bile parayla satıyorlardı, 30 dakikası 1 €, yani anlayacağınız Paradise çok büyük bir hayalkırıklığı oldu benim için, Super Paradise adından da anlaşılacağı gibi süperken, Paradise resmen bizim Özdere gibi bir yerdi, hatta Özdere'nin denizi çok daha güzel diyebilirim.

Paradise'da umduğumuzu bulamadığımız için fazla kalmadık, çıktık ve Super Paradise'a geldik ve orda yüzmeye devam ettik, 16'da başlayan beach partiyle nerdeyse tüm beach oynamaya başlıyor, inanılmaz bir eğlence başlıyor.

3.gün yemeğimizi Kostas tavernada yedik ve sabahki hayalkırıklığı yemekte de devam etti, garsonun yaptığı terbiyesizliği yazmadan duramam, adam ben telefonuma bakarlen menüyü önümden aldı, adamla kavga ettim, adada herkes gayet misafirperverken Kostas tavernadaki kel garsonun yaptığı gerçekten beni çok sinirlendirdi, masadan kalkacaktım ama arkadaşlar siparişlerini çoktan vermişlerdi, Kostas tavernayı kesinlikle tavsiye etmiyorum, yediğimiz en kötü yemekleri orda yedik.

3.gün çok yorulduğumuz için gece fazla kalamadık, internette okuduğum Galleraki bar'a gittik, internette methiyeler düzülen Galleriaki de berbattı, yani kısacası 3.gün her açıdan kötüydü bizim için, o yüzden geceyi erken bitirip 3 gibi otele döndük.

4.gün ise Elia beach'e gittik, araba kiraladığımız yerdeki eleman adayı tanıtırken en güzel beach ama içerde çok fazla gay var ve bir kısmı çıplaklar plajı olarak kullanılıyor demişti. 

3.gündeki Paradise hayalkırıklığından sonra Elia ilaç gibi gelmişti, gerçekten harika bir deniz ve plajla karşılaşmıştık, Super Paradise'dan bile iyiydi denizi, plaj olarak da gayet uzun bir plajdı, en sol tarafında aileler, orta taraflarda gençler en sağda da gayler ve çıplaklar plajı olarak 3 kısma ayrılıyordu Elia koyu, sağda Lgbt bayrağı da vardı, yani o kısmın gaylere ayrıldığını belirtiyordu.

Üstsüzler heryerde olduğu için onlara çoktan alışmıştık ama ilk defa bu kadar fazla gayi Elia'da gördük, dediğim gibi plajın sağ tarafı resmen onlarındı, plajı soldan başlayıp tamamen gezdim, gaylerle lezbiyenler plajlarında takılıyorlardı hiç bi problem olmadı da ama onların plajının içinde koyun en sağ tarafında yanlışlıkla çıplaklar plajına girince asıl dumuru yaşadım, her ne kafar filmlerde çok görsekte insan gerçekte anadan üryan bir sürü insanın güneşlenip, yüzdüğünü görünce dumur oluyor açıkçası, ama onlar inanılmaz rahatlar, kimse kimsenin umrunda değil, herkes sere serpe takılıyor, ne rahatsız edici göz var ne de laf, nudistlerin plajını da böylelikle görmüş oldum ve Mykonosa neden özgürlükler adası dendiğini iyice idrak etmiş oldum.

Elia'nın plajı o kadar güzeldiki akşam 7'ye kadar orda durduk ve doyasıya yüzüp güneşlendik, Mykonos'taki son gecemiz olan 4.gecemizde akşam yemeğini Paraportiani tavernada yedik, hem en güzel hem de en ucuz yemeğimiz oldu Paraportianideki yemeğimiz, gayet keyifli bir yemekti, üstelik yemek sonrası ikram edilen dondurma da cabası oldu, 4 gece boyunca 4 farklı tavernada yemek yedik: Marco Polo, Niko's, Kostas ve Paraportiani tavernaları, fiyat performans açısından en güzeli Paraportianiydi, sonra Marco Polo, sonra zaten adanın en ünlü tavernası olan Niko's ve en berbatı da Kostas'tı, Kostas dışında hepsinden memnun kaldım ben açıkçası.

Son gecemizde yemekten sonra Scandinavian'a gittik orda biraz takıldıktan sonra adanın en ünlü clubu Cavo Paradiso'ya gittik, Cavo Paradiso Paradise koyunda muhteşem bir clubtı, her gece dünyanın en ünlü dj'lerini konuk ediyordu, bize Nicky Romero denk geldi, hayatımda gittiğim en güzel partiydi diyebilirim, 01.30'da başlayan parti sabahın ilk ışıklarına kadar devam etti, biz 5.30 gibi çıktık, adamlar eğlendirmeyi çok iyi biliyor, harika bir geceydi.


Bir sürü gece clubu ve bar var Mykonos'ta ama iki tanesi aralarından sıyrılıyor, biri Scandinavian diğeri ise Cavo Paradiso, bu iki mekan eğlencenin dibine vurulan ve kaliteli mekanlar ve zaten Mykonos'a giderseniz, siz istemeseniz bile yolunuz bu iki mekana düşecektir.

5. ve son günümüzde sabah Nammos'a gittik, Nammos internette Mykonos'u araştırdığınızda pek karşınıza çıkmayan bir yer olmasına rağmen, kesinlikle gidilmesi gereken bir beach club, Paradise, Super Paradise reklamla şişirilen yerler oysa Nammos hiç reklamı olmamasına rağmen gittiğimiz en iyi yerdi diyebilirim.

Nammos hakkında sadece şunu söyleyebilirim, eğer Yunanistan'ın sosyete dünyası ve ünlülerini tanıyorsanız oraya gittiğinizde mutlaka bir kaçını görürsünüz, yani anlayacağınız Çeşme Marrakech gibi bi mekan ama çok daha kaliteli, denizi ve plajı çok daha iyi Marrakech'e göre.

Benim Nammos'un neden hiç reklamının yapılmadığına dair komplo teorim ise turistleri Paradise ve Super Paradise'a yönlendirip Nammos'u kendilerine bırakıyorlar Yunanlılar, Yunanlılar dediysem de Yunanistan'ın elit kesimi.

Nammos'tan çıktıktan sonra arabayı havalanında rent a cara bırakıp taksiyle Santorini feribotumuzun kalkacağı limana gittik, Mykonos'ta eğer araba kiralamam taksiyle giderim heryere diyorsanız, ya çok zenginsiniz ya da çok keriz, çünkü havaalanından limana(yaklaşık 2 km) taksici bizden 15 € aldı, yani adeta kazığa oturttu bizi, o yüzden siz siz olun Mykonos'ta asla taksiye binmeyin derim.

Mykonos'ta kaldığımız 4 gece 5 gün boyunca harika bir tatil geçirdik, hem deniz hem de gece hayatı olarak gayet tatmin edici bir ada, eğer bir tatilden beklentiniz bu ikisiyse kesinlikle tavsiye ederim Mykonos'u ve açıkçası nette okuduğum kadar pahalı bir ada da değil, Çeşme de Bodrum da çok daha pahallılar Mykonos'tan, o yüzden gayet ekonomik bir bütçeyle Mykonos'ta çok güzel bir tatil yapabilirsiniz ama 4 gece 5 günde açıkçası Mykonos gibi küçük bir ada için çok fazla, 2 gece 3 gün gayet yeterli, 3 gün sonunda heryerini ezberleyeceniz bir ada olup çıkıyor çünkü.

Mykonos macerası Santorini feribotuna bindiğimiz an bitti, iyiki gelmişim, görmüşüm, bi kaç şey dışında gayet güzel bir tatil oldu Mykonos tatili benim için.

3 Mart 2013 Pazar

OSCARLARIN ARDINDAN...



Evet geçen hafta bugün yapıldı Oscar töreni, normalde değerlendirme yazımı hemen ertesi gün yazardım ama bu sene böyle oldu, neden oldu bende bilmiyorum ama oldu, olsun ne demişler geç olsun güç olmasın, geçen hafta şu saatlerde televizyon başında heyecanla kim hangi ödülü alacak diye bekliyorduk, şimdi ben kısa kısa değerlendirmelerimi yazacağım, gecikme içinde affınıza sığınıyorum.


Öncelikle kırmızı halıyı değerlendirerek başlamak istiyorum yazıya, gerçekten son 10 senenin en kötü kırmızı halısı oldu diyebilirim, maalesef şık bulmak için resmen zorladık kendimizi, hani en şık 3 kadını bulmak için nerdeyse joker hakkımı kullanacaktım, herkes mi kötü giyinir bir Oscar töreninde aklım almadı, bu sene tasarımcılar sınıfta kaldı benim için.

Gecenin yıldızı herkesin tahmin ettiği üzere Jennifer Lawrence oldu, en iyi kadın oyuncu oscarını kazandı belki ama kırmızı halıda giydiği kıyafeti ona yakıştıramadım, ben çok daha güzel bir kıyafet bekliyordum çünkü, yıl boyu verilen tüm ödüllerde harika kıyafetler giymişti Lawrence, oscarda giydiği elbise en kötü elbisesiydi ödül törenlerindeki, oscardan bir gün önce indie spirit ödüllerinde giydiği siyah elbise mesela harikaydı keşke onu oscara saklasaydı.

Gelelim sunucu Seth Macfarlene’e bence harika bir tören sundu, çoğu kişi yaptığı esprilerden dolayı ona tepki gösterse de rating tam tersini söyledi, Abc son 10 senenin en iyi Oscar ratingini aldı Macfarlene’in sunuculuğunda, efsane sunucu Billy Crystal’ı bile geçti Farlene, ama herşey rating değil tabi ki, yaptığı esprilerde çok uç noktalara dokunduğu için sanırım seneye Oscar sunma ihtimali yok, törenin henüz başlangıcında yaptığı We saw your Boobs parodisi en çok tepki gören şovlarından biriydi mesela ama tabi ki bu tepkiler onun umrunda değil, ve bence işini layıkıyla yerine getirdi Farlene.

Kırmızı halı ve sunucudan sonra gelelim ödüllere;

En iyi yardımcı erkek dalında Christoph Waltz ikinci oscarını kazandı, ilk oscarını da yine bir Tarantino filmi olan Inglarious Basterds’de kazanmıştı, Django’da ikincisini aldı, o an twitter’da da yazdım ben, evet çok iyi oynamıştı filmde Waltz, ama maalesef yardımcı oyuncu değil başroldü Waltz Django filminde, bu yüzden bu ödülü onun değil Tommy Lee Jones’un kazanması gerekirdi.

En iyi yardımcı kadın dalında favori olan Hathaway kazandı oscarı, bu zaten beklenen bir şeydi ama Hathaway’in tören için seçtiği elbise tam anlamıyla skandal olarak nitelendirildi, hem gecenin en rüküşü oldu hem de o elbisenin içine sütyen giymediği için gece boyunca twitter’da en çok dalga geçilen kişi oldu, öyle ki Anne Hathaway’in göğüs uçları diye twitter hesabı bile açıldı.

En iyi senaryo dallarında bir sürpriz olmadı, orijinal senaryoda Tarantino Pulp Fiction’dan sonra 2.oscarını aldı Djangoyla, uyarlama senaryoda ise Affleck’in Argosu aldı oscarı.

En iyi yabancı film ve belgeselde de favoriler kazandı, Amour bu senenin en iyi filmi olarak yabancı filmde de çok rahat aldı oscarı, Searching for Sugar Men ise en iyi belgeseli kazandı, en iyi animasyonda maalesef skandal yaşandı, bu senenin en iyi animasyonu olan Wreck it Ralph kazanmalıydı ama Pixarın belki de en kötü animasyonu olan Brave lobiyle oscarı kazandı, madem her sene Pixar animasyonları kazanıyor, bu dalda başka adaylar çıkmasın boşuna, çünkü Brave gerçekten çok vasat bir animasyondu ve oscarı hak etmemişti.

Teknik dallarda sadece en iyi makyaj dalında çok ilginç bir şekilde Les Miserables kazandı oscarı, oysa filmde ben 2 kere izlememe rağmen makyaj falan göremedim, bu ödül kesinlikle Hobbit’in hakkıydı, diğer dallarda favoriler kazandı.

En iyi erkek oyuncu dalında beklenen oldu ve Daniel Day Lewis 3.kez en iyi erkek oyuncu oscarını kazanarak tarihe geçti, ilk oscarını 1990’da My Left Foot filmiyle kazanmıştı Lewis, 2.sini ise 4.adaylığı olan There will be Blood ile 2008’de kazandı, ve 3.oscarı için fazla beklemedi Lewis sadece 5 sene sonra 2013’de 3.oscarını kazandı, 3 oscarı olan tek erkek Jack Nicholson’du onunda 2’si en iyi erkek 1’i yardımcı erkekti, dolayısıyla Lewis 3 en iyi erkek oscarıyla hem Oscar hem de sinema tarihine geçmiş oldu.

En iyi kadın dalına gelirsek, ya Jennifer Lawrence ya da Emmanuelle Riva kazanacaktı, açıkçası Lawrence’i ne kadar sevsem de oscarın Riva’nın hakkı olduğunu düşünüyorum ama Lawrence yakaladığı rüzgarlar en iyi kadın oscarını kazandı, üstelik daha 22 yaşında ve önünde çok uzun bir kariyer var, Lawrence hem güzel hem de çok yetenekli bir oyuncu ve eminim ki bu onun ilk oscarı ama son oscarı olmayacak.

Gelelim en iyi yönetmen dalına, belki de bu senenin en merakla beklenen dalıydı en iyi yönetmen dalı, çünkü akademi Ben Affleck’i bu dalda aday bile göstermemişti ve Affleck oscarın habercisi diye adlandırılan tüm ödüllerde en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştı, o yüzden Affleck’in olmadığı bu dalda acaba kim kazanacaktı oscarı, iki kişi öne çıktı biri usta yönetmen Steven Spielberg diğeri ise Taiwan’ın dünya sinemasına kazandırdığı Ang Lee, Spielberg kazanırsa 3.oscarını alarak çok büyük bir prestij kazanacaktı, Lee kazandığı taktirde sessiz sedasız 2.oscarını kazanmış olacaktı, ben açıkçası Lincoln gibi bir filmden dolayı Spielberg’in kazanacağını düşünüyordum ama akademi sürprizini yaptı ve ödülü Lee’ye verdi, böylece Lee en iyi filmi kazanmadan en iyi yönetmen oscarını 2 kere kazanan yönetmen olarak Oscar tarihine geçmiş oldu, ilk oscarını Brokeback Mountain ile kazanmıştı, Life of Pi ilse Oscarlarını ikiledi Ang Lee.

Ve gecenin son ödülü tabi ki en iyi film ödülü oldu, yönetmende yapılan Ang Lee seçiminden sonra en iyi filmi kimin kazanacağı tamamen kesinleşmişti, çünkü eğer Spielberg en iyi yönetmeni alsaydı Lincoln en iyi film oscarını alabilirdi, ama Spielberg en iyi yönetmeni alamayınca Lincoln’un de şansı kalmadı, üstelik en iyi film ödülünü sunması için beyaz saraya bağlandıklarında artık açıklanmasına bile gerek kalmadan Argo’nun ödülü kazanacağını herkes anladı, first lady Michelle Obama beyaz saraydan en iyi film oscarını kazananı açıkladı ve ARGO adeta gövde gösterisi yaparak ödülü aldı.

Sanata siyaset karıştırılması açıkçası pek hoş olmadı, Amerika Oscar töreninde resmen İran’a ültimatom vermiş oldu, bu çok gereksizdi ama oldu, malumunuz Argo da İran devriminde İran’da tutsak kalan Amerika’lı elçilik çalışanlarını kurtarmaya yönelik operasyonu anlatıyordu.

Bir Oscar daha böylelikle gelmiş geçmiş oldu, bu sene gerçekten çok iyi filmler izledik, bakalım seneye neler olacak, umarım en az bu sene gibi güçlü yapımlar izletir bize Hollywood.

2013’te sinema açısından 2012 gibi geçerse muhteşem bir sinema senesi yaşamış oluruz, ve tabi ki muhteşem bir Oscar heyecanı yaşanır.