31 Ekim 2013 Perşembe

EN İYİ 22 AŞK FİLMİ

13 Şubat 2012'de sevgililer günü hatrına en iyi 15 aşk filmini yazmışım blogda, geçen ay FilmeEkiminde izlediğim Blue is the Warmest Color'dan sonra o yazı aklıma gelmişti, şimdi o yazıyı tekrar okudum ve o listeye nasıl sokmamışım dediğim 7 film buldum ama sorun şu ki o listeden herhangi bir film çıkarmak da istemiyorum çünkü o listedeki tüm filmler harika aşk filmleri ama dediğim gibi bu 7 filmi de yazmazsam kendime saygısızlık yapmış olurum, o yüzden listeyi 22 filme çıkarıyorum ve bu sefer bu 22 filmi beni en çok etkileyeni 1 numara olmak üzere sıralıyorum, en kötüden en iyiye sıralayamam çünkü hepsi gerçekten çok iyi filmler:

22-Amour-2012

21-Mary&Max-2009

20-Wall-e-2008

19-Unfaithful-2002

18-Perfect Sense-2011

17-500 Days of Summer-2009

16-Ae Fond Kiss-2004

15-Dirty Dancing-1987

14-The Notebook-2004

13-Before Sunrise/Sunset/Midnight-1995/2004/2013

12-Moulin Rouge-2001

11-Eternal Sunshine of the Spotless Mind-2004

10-An Affair to Remember-1957

9-An Officer and a Gentleman-1982

8-A Moment to Remember-2004

7-West Side Story-1961

6-Gone with the Wind-1939

5-Blue Valentine-2011

4-Harold&Maude-1971

3-A Bout de Souffle-1960

2-Casablanca-1943

1-Brief Encounter-1945

0-BLUE is the WARMEST COLOR-2013

P.s: Blue is the Warmest Color neden 0 derseniz, bu listedeki 22 filme asla saygısızlık etmek istemem, hepsi başyapıt ve kült olmuş filmler ama bu film çok başka bir film, onun bende bıraktığı etki 22 filmin bıraktığı etkinin toplamından bile fazla, o yüzden bu film çok farklı bir boyutta benim için. bu filmden daha iyi bir aşk filmi çekilemez bundan sonra, o hep en iyi aşk filmi olarak kalacaktır benim için.

RÜZGAR GİBİ GEÇTİ: WTA İSTANBUL




3 sene boyunca bize harika tenis maçları izleten dünyanın en iyi 8 tenisçisinin geldiği Wta masters istanbul maalesef bitti, 3 sene boyunca iznimin yarısını bu turnuvada kullandığım için o kadar mutluyum ki, tabir-i caizse resmen tenise doyduk bu 3 senede, gönül isterdi ki uzasın seneye de izleyelim ama her güzel şeyin bir sonu oluyor ve bu da bitti, seneye Singapur'da devam edecek bu turnuva.

Bu harika organizasyonu Türkiye'ye getiren ve bize 3 sene izleten herkese burdan teşekkür etmek istiyorum, bu 3 senede tahmin edildiğinden çok daha fazla seyirci geldi Sinan Erdem'e, ilk sene 70 bin 824, ikinci sene 73 bin 72 seyirci geldi turnuvaya, bu sene ise 69 bin 83 kişi izledi turnuvayı, ikinci sene kurban bayramına denk gelmesi de seyirci rekorunun kırılmasına yardımcı oldu aslında, bu sene diğer senelere göre düşük olmasının sebebi ise hiç tatile denk gelmemesiydi, ama yine de final maçını tam 16 bin 57 kişi izledi bu sayı Sinan Erdem'de bir günde en fazla seyirci sayısı olarak tarihe geçti, Dünya Basket Şampiyonası finalinde Türkiye-Amerika maçını bile 15 bin kişi izlemişti.

Gelelim turnuvanın kısa özetine, ilk sene çok çekişmeli geçen turnuvada finali Azarenka-Kvitova oynadı ve çekişmeli bir maç sonrası Kvitova şampiyon olmuştu, geçen sene ise turnuvaya Serena Williams damgasını vurdu, Serena ilk maçtan beri domine ettiği turnuvayı finalde Sharapova'yı 2-0 yenerek çok kolay bir şekilde kazandı, turnuvayı kazanmakla kalmadı turnuva boyunca sergilediği sempatik tavırlarla seyircilerin de kalbini kazandı, her maç sonrası imza ne kadar top varsa imzaladı mesela, çoğu tenisçi bunu yapmamıştı oysa ki.

Bu seneye geldiğimizde ise herkes Serena'nın geçen seneki gibi çok rahat kazanacağını düşünüyordu, Sharapova da sakatlığı nedeniyle çekilince turnuvadan, tek rakibi bu sene onu 2 kere yenmeyi başaran Azarenka'ydı, grup maçlarında yine Serena fırtınası esti, adeta süpürdü ve sırasıyla Kerber'i Radwasnka ve Kvitova'yı yenerek yarı finale çıktı Serena, diğer grup çok daha çekişmeli geçti ve büyük bir süpriz gerçekleşti, Serena'nın en büyük rakibi Azarenka gruptan çıkamadı, Li Na ve Jankovic yarı finale çıkan iki tenisçi oldu diğer gruptan.

Serena yarı finalde Jankovic'le oynadı, ilk seti zorlansa da kazandı ama ikinci sette öyle kötü bir Serena izlediki salondakiler, sanki hayal görür gibiydiler, Serena hiçbir varlık gösteremediği ikinci seti kaybetti, üçüncü seti ise çok zor da olsa kazandı ve finale çıktı ama ben yıllardır Serena'yı bu kadar bıkkın ve suratı düşmüş görmemiştim, 2.sette adeta bıraktı çünkü gerçek Serena o değildi bunun o da farkındaydı, maç bitiminde sorulan neden 2.sette öyleydin sorularına ise bu sene o kadar fazla maç oynadım ki artık enerjim bitti, kolumu kaldıramıyordum 2.sette, üçüncü sette adrenalin devreye girdi ve maçı kazandım, umarım finalde de öyle bir şey olur dedi Serena, final için tam 1 günü vardı ama rakibi de Li Na olmuştu, ilk defa final oynayacaktı bu turnuvada ve çok tecrübeli bir rakipti.

Final günü geldi çattı, her zaman korta çok enerjik bir biçimde çıkan Serena, korta bile sanki ayakları geri geri gider gibi çıktı, ısınırken bile anlaşılıyordu Serena'nın enerjisinde sıkıntı olduğu ve maç başladı, Li Na ilk sette fırnıta gibiydi adeta, harika forehandlar atıyor Seren'ayı sağa sola koşturuyordu, servisleri de çok iyi olunca ilk seti 6-2 kazanmayı başardı, Serena ilk sette yarı finalde Jankovic'e oynadığı ve kaybettiği set gibiydi, ruhsuz ve enerjisiz, herkes Serena'nın finali böyle kolay kaybetmeyeceğini düşünüyordu ama korttaki görüntü tam tersiydi, o kortta hırslı ve en ufak hatayı bile kabullenmeyen Serena toplara bile koşmamıştı ilk set, ikinci set başladı ve Serena o beklenilen Serena olmasa da yavaş yavaş ben bu kupayı sana kolay vermem der gibiydi ve öyle de oldu ikinci seti zorda olsa 6-3 kazandı Serena, o beklenilen Come On'lar gelmeye başlamış, herkesin görmek istediği Serena geri dönmüştü, son set ise tamamen Serena'nın istediği gibi geçti ve ilk setin başında 145'le servis atan Serena gitmiş 195'lerle servis atan Serena gelmişti, zaten eğer Serena rakibinden daha yavaş servis atıyorsa o gün Serena'da bir problem vardır, çünkü en büyük kozu servisleriydi Serena'nın ve son set 6-0 bitti, Li Na'yı adeta korttan sildi ve şampiyonluk puanından sonra yere çöktü, gözünden akan yaşları tüm seyirciler gördü, dile kolay 32 yaşında ve bir sezonda tam 82 maç oynamak her yiğidin harcı değildi, Serena belki de enerjisinin son damlasıyla o son puanı aldı ve Wta İstanbul'u şampiyonlukla kapadı.

İlk sene sakatlığı sebebiyle katılamadığı turnuvaya kalan 2 senede resmen damga vurdu ve 10-0'lık bir seriyle bitirdi 2 seneyi, İstanbul'dan yenilmez bir kraliçe olarak ayrıldı Serena ve bu 2 senede bir çok çocuğa tenisi sevdirdi, belki de onun sayesinde bir çok anne baba çocuklarını tenise yazdırdı, Serena tenis dünyasının yenilmez kraliçesi ve en büyük yıldızı, şu an 32 yaşında ve daha ne kadar oynar bilinmez ama eğer bu formunu sürdürürse kırılmadık rekor bırakmayacağı da kesin, bu 3 senede gerçekten muhteşem maçlar izledik İstanbul'da, özellikle Serenanın olduğu son 2 sene gerçekten muhteşemdi, dilerim Wta'den sonra Atp masters'da gelir ülkemize, bu 3 senede o kadar güzel organizasyon yapıldı ki gelmemesi için hiç bir sebep yok.
yazımı tenis hakkında bir sözle kapatmak istiyorum, futbol, basketbol, voleybol'da takımınızda kötü gününde bir oyuncu olsa da kazanabilirsiniz ama teniste eğer kötü gününüzdeyseniz asla kazanamazsınız çünkü sizi kurtaracak bir başka oyuncu yoktur, işte ben de tenisi bu yüzden çok seviyorum, o kortta teksin ve seni sadece sen kurtarabilirsin.

8 Ekim 2013 Salı

BLUE iS THE WARMEST COLOR



Cannes film festivali sinema dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olarak her sene kendi gündemini yaratır Mayıs ayında, benim için de çok önemli bir festivaldir Cannes, hatta Oscar'dan sonra en çok önem verdiğim ödül töreni diyebilirim Cannes için.

2012'de ünlü yönetmen Haneke'nin Amour filmi kazanmıştı hatırladığımız üzere Cannes'da Altın Palmiyeyi, Amour o kadar güçlü bir filmdi ki sadece Cannes'da değil Oscar'da en iyi yabancı film Oscarını da almayı başarmıştı.

Her sene farklı jürilerin oluşumuyla düzenlenir Cannes film festivali, 2013'te de ünlü yönetmen Steven Spielberg'in jüri başkanı yaptığı festivalde ayrıca Nicole Kidman, Ang Lee ve Christopher Waltz da yer aldı, bu 4 önemli ismin ortak özellikleri ise evlerinde Oscar heykelciği bulunmasıdır.
Bu 4 önemli ismin yanında dünya sinemasında söz sahibi ülkelerden önemli yönetmen ve oyuncularda vardı jüride.

Altın palmiyeyi kazanmak için Roman Polanski'den Francois Ozon'a, Asghar Farhadi'den, Coenlere çok önemli yönetmenlerin filmleri kıyasıya bir yarış içine girdiler, jüri çok zorlandı belki ve Altın palmiyeyi Blue is the Warmest Color filmiyle Abdellatif Kechiche kazandı.

Orjinal adı La Vie d'Adele olan film festival sırasında gösterilidğinde bile çok büyük tartışmalara sebep olmuştu, 2 lezbiyenin aşkını anlatan film Fransa gibi bir ülkede bile büyük tepki çekince açıkçası ben de filmi çok merak etmiştim, Spielberg gibi bir ustanın jürisi bu filmi seçtiyse elbet bir bildikleri vardır diye düşünmeden de edememiştim.

Filmi biraz araştırdığımda ve neden tepki çektiğini öğrendiğimde Türkiye'de vizyona girmesinin büyük bir hayal olduğunu düşünmüştüm ki yanılmadım bu konuda, artık tek beklentim Filmekiminde izlemekti filmi ve Filmekimi programı açıklandığında bu filmi listede görünce inanılmaz sevinmiştim, İzmir Filmekimi programı belli olduğunda Cuma günü gösterileceği belli oldu filmin, ben Cuma günü çalıştığım için filme gidemeyecektim, uzun zaman beklediğim filme gidemeyecek olmanın verdiği hayalkırıklığıyla Filmekiminin diğer filmlerine giderken, hiç olmayacak bir şey oldu ve ilk defa Filmekimi bir gün uzatıldı, her zaman Cuma, Cumartesi, Pazar olan festival yoğun ilgi sebebiyle Pazartesine kadar uzatıldı ve Pazartesi günü Filmekiminin kapanış filmi Blue is the Warmest Color olduğunu gördüğümde yaşadığım sevinç uzun süre yaşamadığım bir sevinçti, Pazartesi akşamı 21.30'da Karaca sinemasında yerimizi aldık ve deli gibi beklediğim filmin başlaması için koltuğuma geçtim, film 3 saat oldğundan mısırımı ve kolamı aldım, wc'ye uğradım tüm hazırlıklarımı yaptım ve telefonumu kapatıp yerime oturdum.

Günümüzde insanların tahammül ve odaklanma sınırı düştüğünden dolayı film süreleri genelde 90-120 dakika arasında tutulur, olması gerekende odur aslında, bu film 180 dakikaydı, üstelik sanat filmiydi, sanat filmleri genelde 90 dakika bile sürmez çünkü toplumun genel çoğunluğu sıkıcı bulur o tür filmleri, o yüzden 180 dakika gerçekten çok uzun bir süreydi bu film için, 3 saat süren filmler genelde savaş filmleri olur onlarda her sahnesinde aksiyon olduğu için izleyiciyi bağlar, Blue is the Warmest Color 3 saatlik süresinde bana bir saniye bile of bitse de gitsek dedirtmedi, 1 saniye bile telefona ya da saate bakma isteği getirmedi, hep derim eğer 3 saatlik bir film kendini izlettiriyorsa, izleyici sıkılmıyorsa ve bitmesini istemiyorsa o film ÇOK İYİ BİR FİLMDİR..

EVET Blue is the Warmest Color'da 3 saatlik süresinde bir kez bile bitsede gitsek dedirtmedi bana, her sekansında beni şaşırttı, sarstı, etkiledi ve bunu çok açık yüreklilikle söyleyebilirim ki izlediğim en çarpıcı AŞK filmlerinden biriydi.

Film iki lezbiyenin aşk hikayesini anlatıyor, kahramanlarımızdan biri Adele rolünde Adele Exarchopoulos, diğeri ise Emma rolünde Lea Seydoux, iki oyuncu da bence hayatlarının rolünü oynamışlar, Lea Seydoux'da çok başarılı ama Adele bence hayatı boyunca bir daha böyle oynayamaz.

Adele Exarchopoulos beni öyle etkiledi ki bundan sonraki filmini özellikle bekliyorum, bu filmdeki performansının yarısını sergilerse dünya sinemasının uzun süre en iyi oyuncularından biri olarak izleyebiliriz Adele'i, gelelim Lea Seydoux'a, Seydoux bu filmden önce de bir çok filmde oynamış, Hollywood'da da yavaş yavaş kendini ıspatlayan bir oyuncu olarak dikkat çekmeye başlamıştı, Inglarious Basterds, Midnight in Paris, Mission Impossible: Ghost Protocol, Robin Hood gibi Hollywood'un A class filmlerinde de rol alan Seydoux asıl patlamasını bu filmde yaptı ve bundan sonra dünya sinemasında önü çok açık, hem güzelliği hem oyunculuğuyla bundan sonra adından sıkça bahsettirecektir Lea Seydoux.

Bu film hakkında daha çok şey yazmak istiyorum aslında ama bundan sonra yazacaklarım maalesef spoiler olur, spoiler vermeden sadece şunu söyleyebilirim ki filmin bitiş sahnesi o kadar başarılı ki, ADELE o son sahneyi o kadar iyi oynamış ki, film bittiğinde kalbinize bir yumru oturacak, yutkunmakta zorlanacaksınız. o yüzden bu muhteşem filmi her ne kadar Türkiye'de vizyona girmeyecek olsa da internete düştüğü zaman indirip izleyin diyorum, ben filme lezbiyenlerin aşkı olarak bakmadım, yani demem o ki önyargısız bir şekilde izlendiği zaman, bu filmde gerçek AŞKI izleyeceksiniz.

Bu film Oscar'da en iyi yabancı film adaylığına başvurmadı, yapımcı bize Cannes'da aldığımız Altın Palmiye yeter dedi, eğer aday olsaydı en iyi yabancı Oscarını da kazanırdı, filmin Oscar'a aday olmaması açıkçası beni fazla üzmedi ama ADELE EXARCHOPOULOS en iyi kadın Oscarına aday gösterilmezse bu performansıyla benim için Oscar ciddi anlamda değer kaybeder, bu senenin açık ara en iyi performansı(Cate Blanchett da çok iyiydi Blue Jasmine'de ama üzgünüm) ve kesinlikle adaylığı hak ediyor, eğer aday olursa ben Oscarı da kazanacağını düşünüyorum, Adele gibi LEA SEYDOUX da en iyi yardımcı kadın adaylığında olmalı, bu iki efsane performans kesinlikle göz ardı edilmemeli.

Eğer ikisi de Oscara aday gösterilip ödülleri kazanırlarsa sabahın 6 sı olmasına bakmam evden çıkar ikisinin de posterlerini sallayarak Alsancağa gidip Kordon da şeref turu atarım, çünkü bu performanslar bunu hak ediyor

FİLMEKİMİ DEĞERLENDİRMEM


Geçtiğimiz Cuma-Cumartesi ve Pazar İzmirde 3 gün boyunca Filmekimi vardı, son 2 senedir İzmirde de Filmekiminin yapılmaya başlanmasıyla İzmirli sinemaseverler Karaca sinemasını tıklım tıklım doldurarak adeta 3 gün yetmez, İzmir'de de İstanbuldaki gibi 1 hafta olsun mesajı verdiler.

Geçen sene de gayet doluydu salonlar ama bu sene biletler resmen çıktığı gün bitti, biletixten bilet alamayanlar bilet bulamadılar gişelerde, ben Cuma günü çok güzel filmler olmasına rağmen maalesef çalıştığım için gidemedim, Cumartesi ve Pazar 3'er filme gittim.

Cuma günü bu festivalde en çok gitmek istediğim film Cannes'da da Altın Palmiye kazanan ve büyük tartışmalara neden olan Blue is the Warmest Color'a gidemediğim için çok üzülmüştüm ki, yoğun ilgi sebebiyle Filmekiminin Pazartesine uzatıldığını biletixte gezerken gördüm, ilk 3 gün en yoğun ilgiyle izlenen 3 film Pazartesi tekrar gösterilecekti ve bunlardan biri de Blue is the Warmest Color'du hemen biletimi aldım ve Pazartesi günü 21.30 seansıyla yani Filmekiminin kapanış filmi olarak Blue is the Warmest Color'a da gitmiş oldum.

Şimdi 3 gün boyunca gittiğim 7 filmin 6'sını kısaca değerlendirmek istiyorum, Blue is the Warmest Color'u ise ayrı bir blog yazısı olarak yazacağım.

Cumartesi günü ilk filmim Jim Jarmusch'un Only Lovers Left Alive'dı, vampir filmlerini zaten çok severdim bide yönetmen Jarmusch olunca bu film bu seneki filmekiminde muhakkak görülmesi gereken filmlerden biri olmuştu, filme çok büyük bir beklentiyle girmiştim ve Jarmusch beni şaşırtmadı, tam ondan beklenilen bir vampir filmi olmuş, üstelik Tilda Swinton da harika bir oyunculuk göstermiş, vampir filmlerinde top 5'ime şimdiden girdi bile Only Lovers Left Alive.

Cumartesi ikinci filmim Coen kardeşlerin inside Llewyn Davis'ti, bir müzisyenin hayatını anlatan filmde Justin Timberlake de kısa bir rolle karşımıza çıkıyor, Coenlerin kara mizah filmlerinin hastası çoktur, kendilerine has bir tarzları vardır ama maalesef bu film Coenlerin sinemasına biraz yabancı kalmış ve vasatı aşamamış, Coenler olmasa gidilmez bile, öyle sıradan bir film olmuş, zaten gittiğim 7 filmden keşke izlemeseydim dediğim tek film oldu.

Cumartesi son filmimiz Onur Ünlü'nün vizyona sokmadığı sadece festivallerde gösterilen Sen Aydınlatırsın Geceyiydi, Onur Ünlü farlkı sinema tarzıyla Türkiye'de beğenediğim ender yönetmenlerden biridir, ilk iki filmi Polis ve Güneşin Oğlu filmlerinde maalesef istediğini alamamıştı Ünlü, sonra 5 şehir filmiyle çıkışa geçen ve 2 sene önce Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesiyle Adana'da Altın Kozayı kazanan Ünlü'nün son filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi tam anlamıyla beklediğim kalitedeydi, çok beğendim filmi ve vizyona girmemesi bence Türk sineması adına büyük kayıp, film bittikten sonra Onur Ünlü söyleşi için salona girdi ve gerek bu film gerekse Türk sineması hakkında 45 dakikalık soru cevap şeklinde bir söyleşi gerçekleştirdik, özellikle filmi neden vizyona sokmadığı konusunda sorulan sorulara Ünlü tüm içtenliğiyle cevap verdi, yapım şirketlerinin şerefsizliklerini anlattı kısaca ve maalesef Türkiye'de bir film ne kadar çok ödül kazanırsa o kadar az yapımcı sahip çıkıyor gerçeği bir kez daha altını çizilerek konuşuldu.

Cumartesi günü izlediğim 3 filmden ikisinden çok büyük keyif alarak Pazar günü seansına geçtim, Pazar ilk filmimiz Fruitvale Stationdu, Amerikan bağımsız sinemasının son yıllarda çok kaliteli filmler çıkardığını bildiğimden ama yine de büyük bir beklentim olmadan gittim bu filme, filmi izledikten sonra gezi olaylarında hiçbir suçu yokken başından vurularak öldürülen Ethem Sarısülük geldi aklıma ve bence o an sinemada olan herkesin aklına da geldi Ethem, film beklediğimden çok daha iyi bir filmdi, iyi ki gitmişim dedim, filmin sonunda salondan çıkan her 4 kişiden 3'ünün gözleri yaşlıydı ve zaten insan olan o filmden duygulanmadan çıkamaz, film bu Cuma vizyona giriyor, herkes muhakkak izlemeli diyorum. Fruitvale Station kesinlikle kaçmaz.

Pazar günü ikinci filmimiz Fransızların ünlü yönetmeni Francois Ozon'un Young&Beautiful filmiydi, 17 yaşında bir kızın 4 mevsiminin anlatıldığı gayet başarılı bir film olmuş, Ozon'un sinemasını bilen bilir, insan vücudunu filmlerinde ön plana çıkarmayı seven bir yönetmendir ve filmlerini genellikle insan vücudu üzerinden anlatır, bu filmde de 17 yaşındaki Fransız bir kızın hayatında yaşanan olayları ilginç bir şekilde anlatıyor Ozon, bu film de beklediğim gibiydi, gayet keyifle kendini izlettirdi, Ozon severlerin kaçırmayacağını biliyorum ama sinema seven herkes bu filmi izlemeli diyorum.

Pazar son filmimiz ise 2011 senesinde A Separation filmiyle dikkatleri çeken İran'lı yönetmen Asghar Farhadi'nin the past filmiydi, İran'lı bir adam ve Fransız bir kadının 4 sene aradan sonra boşanmak üzere bir araya gelmesi ve geçmişleriyle yüzleşmesini konu alan film gerek oyunculuk gerek hikaye anlamında çok güçlü bir yapım olmuş, Farhadi bu filminde de ağır bir dramatik yapı kurmayı başarmış, film ağır ağır ilerleyip sonunda izleyiciyi can evinden vuruyor, bu sene İran'ın oscar adayı olan The Past, Farhadi'ye ikinci oscarını getirbilecek mi bakalım. dram sevenler bu filmi vizyona girdiği zaman kaçırmamalı diyorum.

Cumartesi ve Pazar izlediğim 6 filmde içime sinmeyen tek film inside Llewyn Davis oldu, onun dışındaki 5 filmde iyi ki gelip izlemişim dediğim filmlerdi, özellikle Frutivale Station en az beklentiyle gidip en çok beğendiğim film oldu diyebilirim.

Filmekiminde en çok izlemek istediğim film olan Blue is the Warmest Color filmine de İzmir'de katılımın yoğun olması nedeniyle Pazartesi gününün de ekstradan konulmasıyla gidebildim, uzun zamandır bir şeye böyle sevinmemiştim açıkçası, çünkü Cuma çalıştığım için gidememiştim ve çok üzülmüştüm, Pazartesi ekstradan film tekrar gösterilince hemen biletimi aldım ve Pazartesi 21.30'da karaca sinemasında yerimi aldım, film 3 saat olduğu için mısırımı ve kolamı alıp, wc'yi de ziyaret edip salona geçtim, bu filmin değerlendirmesini ayrı bir blogda yazacağım demiştim evet yazacağım ama bu yazımı bitirirken sadece şunu yazmak istiyorum, 18 yaşımdan beri yani 10 senedir günde en az 1 çoğu zaman 2-3 film izleyen biri olarak, yaklaşık 6000-7000 civarı film izlemişimdir, şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, beni böyle etkileyen film sayısı 50'yi geçmez ve bu film onların arasına girdi, izlediğim en iyi aşk filmlerinden biri olarak tarihe geçti, BLUE iS THE WARMEST COLOR'U İZLEYİN İZLETTİRİN.