30 Eylül 2012 Pazar

3+1: DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY BEŞİKTAŞIN KUPA KAZANMASIDIR


Geçen sezonu 3 kupayla kapatan bir takım için ne düşünürsünüz? Kadroyu koruyup, birkaç iyi takviyeyle daha iyi bir takım oluşturup Euroleague’de başarılı olmasını ama tam tersi oldu Beşiktaş’ta, Türkiye ligi, Türkiye kupası ve Eurochallange şampiyonluğunu kazanan takım sponsor bulamadı, evet normalde bu 3 kupayı başka bir ülkede bir takım kazansa sponsorluk teklifleriyle kapısına dayanır şirketler ama Türkiye’de tam tersi oldu ve Beşiktaş var olan sponsorunu da kaybetti ve ardından yaprak dökümü başladı, önce gemiyi en son terk etmesi gereken kişi yani hoca terk etti, Ergin Ataman Beşiktaş’ı 2.kez yarı yolda bırakarak Galatasaray’a geçti, üstelik Galatasaray bu sene Euroleague’de bile yokken, ardından hep yaptığını yaparak takımın en iyisi ve kaptanı Hawkins’i Galatarasay’a aldı, Hawkins’le de kalmayıp Erwin Dudley’i de Beşiktaş’tan kopardı, ardından Carlos Arroyo takımdan ayrıldı ve sonra da taraftarın sevgilisi olan Pops Mensah Bonsu ve Zoran Erceg gitti, 3 kupa kazanan bir takımın bir anda tüm kadrosu sanki başarısız olmuş gibi dağıldı.


Yönetim her ne kadar bu takıma sponsor bulamayarak ne kadar beceriksiz olduğunu gösterse de, çok akıllı bir kararla Cholet’i şampiyon yapan Erman Kunter’i getirdi takımın başına, Erman Kunter Fransa’da uzun süre kalmanın deneyimiyle kendi takımını kurmaya başladı, Cholet’den oyuncusu Christopher’ı aldı, Jerrels geldi guard olarak, pivota Fenerbahçe’nin gönderdiği Vidmar alındı, Galatasaray’ın yolladığı Cevher Özer ve Tutku Açık ile beraber eski oyuncumuz Muratcan Güler katıldı takıma, son olarak da Dasic, Markota ve Falker geldi, yerli oyuncuların hiçbiri terk etmemişti gemiyi ve alınan bu yerli oyuncularla yerli rotasyonu şampiyon takımınkinden çok daha iyi oldu ama yabancıları kıyaslarsak maalesef kalite farkı büyüktü, bir yanda Arroyo, Hawkins, Erceg, Bonsu diğer yanda Jerrels, Christopher, Vidmar, Dasic ve Markota.

Beşiktaş kadro olarak zayıflamıştı rakipler ise tam tersine geçen seneye göre çok daha güçlüydü Galatasaray: Domercant, Ndong, Macvan ve Hawkins, Efes: Farmar, Vujacic, Gordon, Barac, Savanovic, Fenerbahçe ise Mcclebb, Sato, Bojan, Andersen ve Batiste ile inanılmaz kadrolar kurmuşlardı.

Beşiktaş sezonun ilk önemli sınavını bugün Efes’e karşı verdi, Cumhurbaşkanlığı kupasında 3 kupa kazanan Beşiktaş, lig ikincisi Efes’le karşılaştı, Erman Kunter’in öğrencileri inanılmaz bir karakter sergilediler ve adeta şu mesajı verdiler, oyuncular da değişse, hoca da değişse, değişmeyen tek şey BEŞİKTAŞIN KUPA KAZANMASI olacak. Alınan bu kupa diğer 3 kupadan belki de daha önemliydi çünkü Beşiktaş ismiyle alındı ve bu takım bu sene de şampiyonluğun bir numaralı adayıdır mesajı verdi. Başta Erman Kunter olmak üzere , gemiyi terk etmeyen Can Akın, Serhat Çetin, Barış Hersek ve tüm takıma HELAL OLSUN.

SANKT PETERSBURG

2 günlük Moskova macerasından sonra 25 Ağustos’ta Petersburg’a geçmek için Sheremetyevo havaalanından, Aeroflot ile diken üstünde bir saatlik uçuştan sonra akşam 21.30 sularında Pulkovo havaalanına indik, o kadar gergin bir uçuştu ki Petersburg’a indikten sonra tüm uçak avuçları patlarcasına pilotu alkışladı.


Macera dolu bir uçuştan sonra indiğimiz Petersburg’da dolmuşla metroya kadar gidip, metrodan 15 dakikalık bir yolculuk sonrası merkeze yani Nevsky Prospect’e geldik, otelimiz şehrin tam merkezinde olduğu için metrodan indikten sonra 5 dakikalık bir yürüyüş sonrası otele yerleştik, Cumartesi günü Petersburg’da evde bağlasan kimse durmaz lafını gitmeden önce duymuştum ve metroya biner binmez bunun gerçek olduğunu anladım, hava 15 derece olmasına rağmen tüm kızlar mini etek yada kısa elbiselerle metroda Nevksy’ye akın ediyordu, Petersburg Nevsky nehri çevresinde konumlandığı için metro nehrin altına kurulmuş olduğundan baya derinlere yapılmış, yaklaşık 5 dakikalık uzun bir yürüyen merdiven seyahatinden sonra metroya iniyorsun, hani olacağını sanmam ama elektrik kesilse metrodan yukarı çıkmak gerçekten imkansız, Moskova metrosu gibi komplike bir metro olmasa da yine de Türkiye’deki metrolara göre çok daha gelişmiş bir metro Petersburg metrosu da.


Otele yerleştiğimizde saat 22.30 olmuştu ve günün yorgunluğu üstüne aksiyon dolu uçak macerası eklenince o gece aleme akma planımız soru işaretlerine bırakmıştı yerini, ne kadar yorgun olsak da açlığımız yorgunluğumuzdan ağır geldi ve bavulları bırakır bırakmaz yemek yemek için kendimizi dışarı attık, az önce de belirttiğim gibi Cumartesi günü Petersburg’da evde duranı vurdukları için sokaklar resmen bir karnaval gibiydi, özellikle kız nüfusunun erkek nüfusundan en az 4 kat daha fazla olduğu sokakta gezen 100 kişiden 80’inin kız olmasından anlaşılıyordu, o soğukta o kadar ince giyinmek ise tek bir şekilde açıklanırdı sanırım, ateşli olmak.


Uzun bir yürüyüşten sonra bir pizzacıya girdik, arkadaş pizza ben salata istedim, salatayı Türkiye’deki gibi beklediğim için, tabakta tabağın dörtte biri doluluğunda salata gelince büyük bir şok yaşadım ama çaktırmadan yedim, arkadaşın durumu daha vahimdi bir dilim pizzaya 20 tl vermek zorunda kalması Petersburg’un da Moskova kadar pahalı bir memleket olduğunu daha ilk gün suratımıza acı bir şekilde çarptı.


Yemeğimizi yedikten sonra otele döndük, planımız yanımızda getirdiğimiz Jagermeister’den 4-5 shot yapıp hafif çakırkeyif olduktan sonra aleme akmaktı ama maalesef düşündüğümüz gibi olmadı, daha 3.shotta arkadaş sızdı kaldı, ben de ona kıyamadığım için uyandırmadım ve o gece(daha sonra anladık ki ölümcül bir hata yapmışız, Cumartesi gecesini otelde geçirmek hele ki turistsen ve bir daha Cumartesi gecesi Petersburg’da olmayacaksan ölümcül bir hataymış) otel odasında bitti.


Petersburg’a gelmeden planımızda Pazar günü Hermitage’a gitmek vardı(benim Petersburg’a gitme olayım zaten Hermitage’ı görmekti) sabah uyandık, kahvaltımızı yaptık ve Hermitage’a gitmek için yola çıktık, otelimizi booking.com’dan alacağımız zaman ilk dikkat ettiğim şey Hermitage’a yakın olmasıydı ve otelden 5 dakika yürüyerek Hermitage’a vardık, Hermitage dünyanın en büyük müzesi, öyle ki içindeki eserlerin her birine 30 saniye bakarsan 6 ayda ancak gezebileceğin inanılmaz bir kültür deposu, tek kapalı olduğu gün Pazartesi, haftanın 6 günü 10’dan 18’e kadar açık, bileti internetten almak mantıklı çünkü bilet kuyruğu bazen 2 km’yi bile aşıyor, o yüzden işimizi şansa bırakmayıp internetten aldık bileti, Hermitage’ a 2 gün ayırmıştık Pazar ve Salı, o yüzden 2 günlük bilet aldık, Pazar günü sabah 10.30’da girdiğimiz Hermitage’dan akşamüstü 18’de çıktığımızda anca ilk iki katı gezebilmiştik, ikinci katın da yarısına gelebilmiştik ve inanılmaz yorulmuştuk ama ne olursa olsun o yorgunluğa değecek bir gün geçirmiştik, Allahtan otel yakındı ve otele gider gitmez sıcak bir duş alarak yorgunluğu azda olsa üzerimizden atıp vakit kaybetmeden yemek yiyecek bir yer bulmak için kendimizi dışarı atmıştık, arkadaşın İtalyan restoranı diye tutturması nedeniyle Petersburg’da İtalyan restoranı arayıp 1 saatlik bir geziden sonra sonunda çok klas bir İtalyan restoranı bulmuştuk, dünyanın sadece 5 yerinde olan ve önünde en kötü arabanın Ferrari olduğu bir restorandı, yemeğimizi yedikten sonra otele gidip orada inşaat mühendisi olarak çalışan arkadaşımızla buluşup kendimizi Petersburg gecelerine atmaktı hedefimiz, arkadaşla otelin kapısında denk geldik ve odaya çıkıp az sohbet edip mekana attık kendimizi, Petersburg Avrupa’nın en hareketli gece hayatlarından birine sahip bir yer, hem kültürel hem de eğlence hayatı olarak kesinlikle görülmesi gereken bir yer olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, gerçi en başta da söylediğim gibi Cumartesi gecesi kesinlikle Petersburg’un en hareketli ve en güzel gecesi, eğer bir gün giderseniz bizim yaptığımız hatayı yapmayın ve ne kadar yorgun olursanız olun mutlaka kendinizi dışarı atın, Pazar günü olmasına rağmen bar gayet doluydu, Fidel adında üniversite gençlerinin gittiği salaş ama güzel müziklerin çaldığı bir mekana gittik, bira da gayet ucuzdu açıkçası, Pazar gecesi her ne kadar Cumartesi gecesi gibi olmasa da Petersburg’da eğlenecek mekan bulmak zor değil.


Pazartesi günü sabah geç yatmamıza rağmen 9’da kalktık ve kahvaltımızı yapıp, Hermitage’ın kapalı olduğu günde kendimizi Kazan katedraline atarak başladık gezmeye, Kazan katedrali Nevsky caddesinin ortasında bulunan dev bir yapı ve girdiğimiz yerlerde ücretsiz olan tek yapı, Moskova yazımda da belirtmiştim, kadınlar mini eteklerle giriyorlar ibadet etmeye, açıkçası sadece kafaları kapalı da diyebiliriz, başlarına eşarp takıyorlar ama mini etek ve kolsuz bodylerle katedrallerde ibadet etmeleri açıkçası beni şaşırttı, Kazan katedralinden sonra Dökülen Kan katedraline gittik, orası da Kazan katedralinden yürüyerek 10 dakika mesafedeydi, orası da aynı Kazan katedrali gibi ama ücret karşılığı girilen bir katedraldi ve Kazan’dan daha çok turist vardı, sanırım ücretli olunca daha çok turist gidiyor, Dökülen Kan katedralini de gezdikten sonra Pazartesi günkü 3.hedefimiz olan Peter ve Paul kalesine gittik, yakın gözüktüğü için yürüyerek gittik oysa ki hiçte yakın olmadığını yaklaşık 45 dakikalık bir yürüyüşten sonra vardığımızda anladık, Peter ve Paul kalesi de Petersburg’da muhakkak görülmesi gereken yerlerden, her ne kadar çoğu yerine giriş için ekstra para ödemek zorunda olsak da, o yorgunluğa değdi, iyi ki gitmişiz dedik, orayı da gezdikten sonra akşam 18 olmuştu saat ve Pazartesi günkü 4.hedefimiz olan St. İsac katedralini ertelemek zorunda kalarak, giderken yaptığımız hatayı tekrarlamadan metroyla Nevksy’ye geri döndük, giderken de metroyla gitseydik, hem yorulmazdık hem de 4.hedefimizi de gezerdik ama olsun en azından Petersburg’un o meşhur köprülerinden birinin üstünde yürüyerek farkında olmadan yapılması gereken bir şeyi daha yapmış olduk, neva nehri sebebiyle Petersburg şehri köprülerle birbirine bağlanan bir şehir ve köprüler geceleri yük gemilerinin geçmesi için sırayla açılıyorlar, işte bu manzara Petersburg’un en güzel manzaralarından biri oluyor ve kesinlikle köprü açılış kapanışlarını izlemek gerekiyor.


Pazartesi günü de gezdiğimiz 3 yerle bitmiş oldu, otele gidip dinlenip duşumuzu aldıktan sonra arkadaşın ısrarıyla İtalyan restoranına gittik yine, o makarna yedi ben ilk gün Ahtapot yemiştim ve gayet güzeldi ikinci gün yemek yemek istemedi canım bende madem İtalyan restoranı, İtalyanların meşhur tatlısı tiramisu deneyeyim dedim ve iyi ki de denemişim, Türkiye’de yapılan tiramisuyla uzaktan yakından alakası yoktu, inanılmaz bir lezzetti her ne kadar 50 tl olsa da o aldığım lezzete değerdi. Yemeklerimizi yedikten sonra otele geçtik giyinip tekrardan Petersburg gece hayatına doğru yol aldık, bu sefer Petersburg’un en meşhur gece mekanlarından biri olan Rossi’ye gittik, giriş paralı ve içki dahil değildi, Pazar günü gittiğimiz fidele göre çok daha büyük ve klas ama Fidel’deki o sıcaklık yoktu, hem karaoke hem de normal bar tarzında olan Rossi’de şunu anladım ki Ruslar karaoke’de gerçekten çok eğleniyorlar, bar Pazartesi gecesine rağmen gayet doluydu ama gecenin ilerleyen saatlerinde ayakta duran insan sayısı parmakla sayacağımız kadar azalmıştı, Ruslar gerçekten inanılmaz içiyorlar sadece erkekleri değil kızları da deli içiyor, benim diyen Türk erkeği o içkileri içse sanırım otel yolunu bulmayı bırak kendi adını unutur, erkekler içtikten sonra ya sızıyor ya da kavga çıkarıyor kızlar ise içtikçe daha fazla oynuyor içtikçe oyun şekilleri değişiyor, Rossi’de bunu gözlemledim. Az öncede yazdığım gibi fidele göre çok daha klas olmasına rağmen ben Fidel’de daha fazla eğlenmiştim, Rossi belki de çok daha büyük olduğu için beni sarmadı.


Pazartesi gününü de öyle sonlandırdıktan sonra sabah 3 gibi otele döndük ve sabah 9 gibi uyandık, kahvaltımızı yapıp Hermitage’ın kalanını gezmek için tekrar Hermitage’a gittik, saat 10’dan 2’ye kadar Hermitage’ın kalan yarısını da gezdikten sonra ki en önemli eserler (Picasso, Van Gogh, Da Vinci, Rembrant) 3.kattaydı onları muhakkak görmelisiniz, yazlık saray Peterhoff’u görmek için Hermitage’ın arka kapısının önünden kalkan vapura bindik, Peterhoff kralın yazlık saray olarak kullandığı son derece görkemli bir yer, vapurla yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Peterhoff’a vardık, kral öyle bir saray yapmış ki resmen sefa pezevenkliği yapmış, öyle dev fıskiyeler kurmuş ki saray girişine, o akan sularla İzmir’in bir senelik su ihtiyacı giderilir, sadece fıskiyeler de değil o yeşillik alan ve inanılmaz saray kesinlikle görülmesi gerekiyor. Peterhoff’da geçirdiğimiz 4 saatten sonra vapura binerek tekrar şehre döndük ve Pazartesi gidemediğimiz St. İsac katedraline doğru yol aldık, gittiğimizde içerisi kapanmıştı içini gezemedik ama o devasa yapıyı dışardan bile görmek için gitmeye değerdi, St. İsac katedrali Rusya’nın merkez katedraliymiş ve tüm katedraller oraya bağlıymış, St. İsac katedralini de gördükten sonra Salı gününü de bitirip otele doğru yol aldık, az dinlenip yine arkadaşın o bayıldığı İtalyan restoranına gittik ve yine üst üste üçüncü kez makarna yedi arkadaş, bildiğimiz her annenin yaptığı domatesli makarna yedi 3 gün boyunca, ben bu sefer isyan ettim ve hiçbir şey yemedim, Petersburg’un dünyaca meşhur yemeği olan strogonoff yemek istiyordum ve son gecemizde onu yemeden o şehirden ayrılmayacaktım, Petersburg’da çalışan arkadaşım Hakan’a rica ettim sağ olsun o da beni kırmadı ve arkadaşın makarnası bitince sadece strogonoff yapılan Petersburg’un en iyi restoranlarından biri olan Strogonoff House’a gittik, normalde de Türkiye’de bayılarak yediğim strogonoff’u bide yerinde yemek lazımdı, ve en iyi yapılan yerinde yemek gerçekten inanılmazdı, evet Türkiye’de de gayet güzel yapan restoranlar var ama eğer bir gün yolunuz Petersburg’a düşerse kesinlikle strogonoff yemelisiniz, ben sırf strogonoff yemek için bile yine gidebilirim, yok böyle bir lezzet, inanılmaz bir keyif aldım o yemekten, Petersburg’daki son gecemiz strogonoff sayesinde en güzel gece oldu.


Salı gecesini de öyle sonlandırdıktan sonra Çarşamba günü sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra son olarak yine Petersburg’da muhakkak yapılması gereken bir şey olan nehir gezisi turuna çıktık, Neva nehrini 1 saat boyunca Cheppa denilen nehre özel yapılmış tekneyle gezdik, şehri nehirden izlemek gerçekten çok keyifli ve güzeldi, nehir turu da bittikten sonra otele gidip bavullarımızı alıp havaalanına gitmek için metroya bindik, Plukovo havaalanından 18.50 TK 0402 seferiyle İstanbul’a döndük, Petersburg-İstanbul arası 3 saat 20 dakika sürüyor, ne olursa olsun 10 saat de sürse Petersburg’a gitmek için değer, Moskova da fena değildi ama Petersburg gerçekten inanılmaz bir yer, gerek tarihi, gerek kültürü, gerek inanılmaz binaları ve Hermitage müzesi gerekse gece hayatıyla Petersburg muhakkak gezilmesi, görülmesi gereken bir yer. Son olarak belki gereksiz bir ayrıntı ama bunu yazmadan yazıyı bitirmek istemedim, hem Moskova hem Petersburg’da ara sıra ayakkabımın bağcıkları açıldı ve ne zaman bağcığım açılsa sokaktan yanımdan geçen birileri hep beni uyarıp bağcığımın açıldığını ve bağlamam gerektiğini söylediler, Türkiye’de hem İstanbul hem İzmir’de belki de yüzlerce kez bağcığım açılmıştır ama bir kez bile bir kişi uyarmadı beni, bunu da Rusların soğuk olduğunu söyleyenler için yazmak istedim, emin olun ki Ruslar biz Türklerden hem daha sıcak hem de daha yardımsever.

16 Eylül 2012 Pazar

MOSKOVA

23 Ağustos’ta Türk Hava Yolları’nın TK 0417 seferiyle gittik Moskova’ya uçak İstanbul’dan saat 11.05’de kalktı ve Moskova saatiyle 14.55’te Moskova’ya inmiş olduk(Rusya Türkiye’den 1 saat ileri olduğu için aslında 13.55’te indik, yani uçuş 2 saat 50 dakika sürdü), uçağa binmeden free shoptan içki alalım dedik ama arkadaş salla Vnukovo havaalanında daha ucuzdur oradan alırız deyince almadık içki, fakat uçağa bindiğimizde her Rus’un elinde en az 3 free shop poşetini görünce anladık ki İstanbul free shopu Moskova free shopundan daha ucuzmuş, uçuş gayet keyifliydi özellikle Türk Hava Yolları’nın o leziz yemekleri uçuşu keyifli yapan faktörlerin başında geldi, 5 yıldızlı otel restoranı lezzetinde yemekler sunuyor Thy uçuşlarında, Vnukovo havaalanına indikten sonra ilk şoku free shop olmadığını görünce yaşadık, hani Ruslar neden İstanbul’dan 3’er poşet içki almışlar gayet iyi anlamış olduk, sonra pasaport kontrolüne girdik, Rus halkı cidden tam bir robot hayatı yaşıyor 4 ayrı pasaport kontrol noktası var ikisi bomboşken diğer ikisi full ve hiçbiri boş olana geçmeyi akıl edemedi en son hitler Almanya’sındaki polislere benzeyen bir polis abla geldi ve bağırarak o kuyruğun yarısını boş olan yerlere geçirdi.


Pasaport kontrolünde polis bize göçmen kağıdı verdi, o kağıt çok önemli seyahat boyunca pasaportla beraber yanımızdan ayırmamamız gerekiyor, bitiş tarihi ise 30 aralıktı yani 4 aylık vize verdiler de diyebiliriz, pasaporttan sonra bavullarımızı almaya geçtik, ilk şoku free shop olmadığını anladığımızda yaşadık ama asıl şok az sonra gelecekti, bavullarımızı almak için banta geçtiğimizde arkadaşın bavulu çıktı ama benimki yoktu, bant döndü herkes bavulunu aldı gitti, benim bavul çıkmadı, işte asıl şoku o an yaşamış oldum ben, hemen kayıp eşya departmanına geçtik, Allahtan görevli İngilizce biliyordu formlarımızı doldurduk, görevli çok sempatikti ve bize bavulumuzun bulunması durumunda otele yollanacağını söyledi, gereken işlemleri yaptık ve ben daha tatilin ilk anlarında yaşadığım bir şokla Moskova’ya girmiş oldum.

Havaalanından şehir merkezine aeroexpress denen trenlerle geçiş yapılıyordu, her saat başı kalkan trenler merkeze yaklaşık 45 dakikada gidiyorlar, tren sizi bir metro istasyonunda indiriyor ve metro aktarması yapıp merkeze geçiyorsun, Moskova metrosu için az sonra düşüncelerimi belirteceğim ama kısaca şunu söylemek gerekirse adamlar resmen efsane bir metro hattı yapmışlar, koskoca Moskova’yı o metroyla gezebiliyorsun hiç taksi ve otobüse ihtiyaç duymadan, otelimiz metrodan indikten sonra yürüyerek 3 dakikalık bir mesafedeydi, metrodan indikten sonra yukarı çıktığımızda gördüğümüz en kötü araba Porsche’ydi, Ferrariler gırla, Range Roverlar gayet sıradandı o caddede, sanırım biz farkında olmadan Moskova’nın en lüks otelini ayarlamıştık booking.com’dan, otelimizin hemen yanında Vogue cafe vardı, cafenin önünde 2 tane çam yarması, onlara sorduk oteli ve gayet kibar bir şekilde tarif ettiler bize, otele gittik, otelin tam karşısında Rusya’nın merkez bankası vardı yani istesem de kaybolamazdım orada sanırım.

Otele yerleştikten sonra dışarı çıkıp gezelim dedik, her ne kadar kapanmış olsa da kremlin sarayının oraya gidip gece manzarasını izleyelim dedik, metroya binip bir durak sonra indik ve kremlinin hemen önüne çıktık, kızıl meydan ve kremlin gerçekten efsane, yıllarca filmlerde gördüğüm yerlerin havasını solumak çok güzel bir duyguydu, kızıl meydan boyunca yavaş yavaş oranın tadını çıkararak gezdik, kızıl meydanın sonuna doğru St Vasili kilisesi var ki o da Moskova’nın kesinlikle gezilmesi gereken yerlerinden biri, ilk gece hem yol yorgunluğu hem de bavulun kaybolmasının moral bozukluğundan otele gidip uyuduk, sabah erken kalkıp kremlin sarayını gezmeye gidecektik, 10 da açılıyordu akşam 5’e kadar açıktı, tabi sadece kremlin değil, gezilecek çok yer vardı, o yüzden uyuyup, dinlendik.

Sabah olduğunda kahvaltımızı yapar yapmaz çıktık bu sefer yürüyerek gidelim dedik hem otelin hemen yanındaki Bolşoy tiyatrosunu da görmek gerekiyordu, Bolşoy’un önünde fotoğraf çektirip, 15 dakika o harika yapıyı ağzımız açık izledik, Dünyaca ünlü bolşoy tiyatrosu, gerçekten harikaydı, bolşoy’u gezdikten sonra kremline gittik, bilet kuyruğu fenaydı yaklaşık yarım saat bekledik, kremlin ve silah müzesinin biletleri ayrı satılıyordu kremlini aldık ama silah müzesinin biletleri bitmişti alamadık, her gün sınırlı sayıda kişi gezebiliyordu ve onun biletleri için erken gelmek gerekiyordu, kremline girdik ve kremlini yaklaşık 3 saatte gezebildik, Topkapı’yla karşılaştırmak gerekirse, Topkapı’nın tek artısı manzarası, yani deniz olmasa bence kremlin daha iyi bir yapı Topkapı sarayından, kremlinin içindeki katedraller ve çarın topuyla, çanı gerçekten görülmesi gereken yapılar.

Kremlinde 3 saat geçirdikten sonra ayaklarımız bitmiş bir halde saraydan çıktık ve Kızılmeydan’dan St Vasili katedraline doğru yürümeye başladık, St Vasili’i gezikten sonra Kızılmeydan boyunca uzanan Avm’ye girip bir gezelim dedik meğer o avm bizim gidilecekler listesinde olan GUM’muş, enine olarak nerdeyse tüm kızıl meydanı kaplayan Gum tarihi bir binaya inşa edilen 3 katlı son derece modern avm, tamamen kapalı ama üstü tamamen camla kapandığı için gün ışığını alıyor, içerisi de gayet sıcak sanırım kışın -30ları düşünerek yapmışlar, arkadaş madem bavulun kayıp bir pantolon alalım da en azından 6 gün boyunca eşofmanla gezme dedi ve biz Levis’e girdik Türkiye’de 150-200 arası olan 501 e bakayım dedim bakmaz olaydım en ucuz 501 350 tl’den başlıyordu, Moskova’nın pahalı bir memleket olduğunu biliyordum ama ilk tokat o an suratıma çarptı, tabi ki almadan çıktım ve GUM’u gezip bir cafeye oturduk.

Cafe’de havyar ve Baileys istedim, toplam 60 tl gayet normal fiyat derken, baileys’in bir bardağın 10’da 1’i kadar geldiğini görünce gözlerime inanamadım, Türkiye’de bardağı sonuna kadar doldururlar ve ortalama 15-25 tl arasıdır bir baileys ama Moskova’da o bardağın 10’da 1’i ve havyarın 15 tl olduğunu düşünürsek 45 tl verdik, yani o bardak tamamen dolu olsa 200 tl olacaktı fiyat, Levis olayından sonra baileys olayıyla Moskova’nın pahalılık konusunda aşmış olduğunu, cafeden kalkıp avm’deki markete girdik(bizim Migros tarzı) meyveler kiloyla değil bardakla satılıyordu ve bizim 1 kg’den çok daha pahalıydı, sadece şunu söylesem Moskova’nın nasıl pahalı bir yer olduğunu anlarsınız, Burger king’de double whopper’ı 60 tl’ye yedim, Türkiye’de 16 tl olan şeyi, Türkiye’de 50 kuruş olan 0.5 lt sular orda 3.5 tl’ydi, Moskova dünyanın 3. Avrupa’nın ise en pahalı şehri.

İkinci günümüzde son olarak Moskova etnografya müzesini gezdik ve saat 19’da orası da kapanınca ayaklarımıza kara sular inmiş bir şekilde otele gittik, otele gittik ama hala gezeceğimiz yerler bitmemişti ve ertesi gün Saint Petersburg’a geçme zamanıydı, otele geldiğimizde bavul geldi mi diye umutsuzca sorduğumda resepsiyona, resepsiyonistin evet demesiyle hayatımda yaşadığım en büyük sevinçlerden birini yaşadım, bavuluma 2 gün gecikmeli de olsa kavuşmuştum ve tatil o an başladı benim için, o gece Moskova’nın gece hayatını gördük, Rus kızlarının mutluluğu neden dışarda aradığını da anlamış olduk, Rus erkekleri kesinlikle ayık gezmiyorlar, bir gecede tam 14 tane sızmış ve ayakta zor duran adam gördüm, gece bindiğimiz metro resmen votka kokuyordu, metroyu geçtim, sokaklar bile votka kokuyordu, metroda sızanlara zaten herkes normal gözle bakarken, sarhoş olmayan bir tane bile erkek görmedim desem yalan olmaz, meşhur arbat caddesine gittik, gittiğimizde pek canlı değildi aslında belki de yanlış zamanda gitmiştik ama bizim istiklalden daha kötü bir yer olduğu kesin.

Moskova’daki son günümüzde planımız kremlindeki silah müzesini gezmek ardından Lenin mozolesini ziyaret edip Nazım Hikmet’in mezarını görmek için Novodevichy manastırına gitmekti, sabah 9.30’da bilet gişesi açılmadan gittik, yine de kuyruk vardı, 10.00’da gişe açılınca biletimi alıp silah müzesini gezdim, ardından Lenin mozolesine gittik ama yaklaşık 1 km kuyruk vardı ve bunların çoğu da Japon’du, bizde üzülerek es geçmek zorunda kaldık mozoleyi ve metroya binip Novodevichy manastırına gittim, başta Nazım Hikmet olmak üzere, ünlü Rus devlet adamlarının mezarlarının olduğu Novodevichy’de yaklaşık 2 saat kaldım, manastırın bahçesinde mezarlar var manastırda ise gelip ibadetlerini yapıyorlar, dikkatimi çeken şey mini etekli bir sürü kızın başlarını kapayıp manastıra girmesi ve çoğunun ağlayarak dua etmesi oldu, yani kıyafet önemli değil onlar için ibadette, ibadetlerini inanarak ve kalpten yaptıkları çok belli oluyordu.

Novodevichy gezimi de tamamladıktan sonra metroyla otele geri döndüm ve bavullarımızı alıp St Petersburg’a gitmek üzere Rusya’nın ana havaalanı Sheremetyevo’ya doğru yola çıktık( İstanbul’dan gelirken indiğimiz Vnukovo Sabiha Gökçen, Petersburg’a giderken gittiğimiz Sheremetyevo ise Atatürk havaalanı gibi) metroya binip aeroexpreslerin kalktığı istasyona gittik, bu arada lafı gelmişken Moskova metrosu gerçekten inanılmaz bir yer, adamlar öyle dizayn etmişler ki 4-5 hat var ve metroda bile gezerken yoruluyorsun o kadar büyük, biz 2 gün sonunda anca çözmüştük metroyu, bizim metrolar gibi tek bir hat yok, tren tek bir rayda gitmiyor, üstelik metro istasyonları da resmen tarihi eser, mutlaka görülmesi gereken istasyonlar var, metro çok sık geçiyor birini kaçırınca 1 dakika sonra diğeri geliyor, ve Rus halkı soğuk falan değil, gayet yardımsever her ne kadar yardım istediğimiz 10 Moskovalıdan 9’u İngilizce bilmese de işaretlerle yardım etmeye çalıştılar.

Sheremetyevo havaalanına gidip Rusların meşhur havayolu Aeroflot ile Petersburg’a uçtuk, Aeroflot hakkında söylemek istediklerim ise hostesleri her Türk erkeğinin hayalindeki hostes tipi, gayet güzeller ve kırmızı bir üniforma giyerek ne kadar iddialı olduklarını da gösteriyorlar, ama hostesleri ne kadar iyiyse pilotları o kadar kötüydü, Petersburg’a öyle bir indik ki içimden Allah’ım sana geliyorum dedim, hayatımda o kadar sert bir iniş görmedim ben, hani dedikleri gibi varmış Aeroflotun, Petersburg’a inince uçakta bir alkış tufanı koptu. Moskova özet olarak çok pahalı ve çok kalabalık bir şehir bir daha gidermişin deseler hayır derim, ama kesinlikle gidilip görülmesi gereken bir yer olduğunu da söyleyeyim.

2 Eylül 2012 Pazar

2012'ye Damgasını Vuracak Filmler


Bilirsiniz sinema mevsimi Eylül’de başlar ve Aralık’a kadar en kaliteli filmler teker teker vizyona girer, hatta Oscar adayı filmler genelde Kasım, Aralık aylarında vizyona girer, yani kısacası Eylül’e girdiğimiz şu günler bizim için sinema mevsiminin başladığı günler diyebiliriz, yazın sinemaya sadece Türkiye’de değil tüm dünyada kimse gitmez, o yüzden iddalı filmler hep Eylül’de vizyona girmeye başlar, yazın vizyona giren iddalı film yok mu? Tabi ki var ama genelde sinema dünyasının en bereketli mevsimi sonbahar ile başlar ve sene sonuna kadar devam eder.

Ben de şimdi size 2012 kışına damgasını vuracak filmleri yazacağım, bu filmlerin bir çoğu Oscar yarışında da öne çıkan filmler olacaklar, sene sonu geldiğinde yapılacak olan 2012’nin en iyi 50, 100 filmi listelerinde de yazacağım filmlerden farklı film görme şansınız çok az.

Öncelikle 2012’ye damgasını vurmuş olan yani vizyona girmiş filmlerle başlayalım isterseniz.

The Avangers: Hollywood’un bu büyük bütçeli prodüksiyonu başta Iron man olmak üzere, Captain America, Thor, Hulk ve Black Widow olmak üzere süper kahramanların dünyayı kurtarmak için Loki’ye karşı savaşmalarını anlatan ve 2012’de şu zamana dek çıkan filmler arasında en çok ses getiren film olma özelliğini göstermesi açısından önemli, film o kadar başarılı oldu ki gişede tüm zamanların en çok gişe yapan 3.filmi oldu ve 2015’te devam filminin çekilmesine karar verildi.

Batman: The Dark Knight Rises: Christopher Nolan’ın Batman üçlemesinin son filmi tüm dünyada merakla bekleniyordu Dark Knight’tan sonra son film nasıl olacaktı ve bu efsane nasıl sonlanacaktı? Tüm dünyanın merakla beklediği final filmi Dark Knight kadar başarılı olmasa da izleyiciyi tatmin etti ve 2012 yazına damgasını vurmayı başardı, gişede ise Dark Knight’ı geçemese de tüm dünyada şu an 14.sırada ve hala gösterimi sürüyor.

Moonrise Kingdom: Wes Anderson’u ben fazla sevmesem de kendine özgü anlatımı ile büyük bir hayran kitlesi kazanmıştır, son filmi Moonrise Kingdom bu zamana kadar yaptığı filmler arasında The Royal Tennenbaums’dan sonra en iyi film bence, zaten kadrosu için bile izlenmeye değer bir film: Edward Norton, Bruce Willis, Bill Murray, Tilda Swinton, Harvey Keitel ve Frances Macdormand ile bu film de 2012’ye damgasını vuran filmlerden oldu.

Prometheus: Ridley Scott Alien ve Aliens efsanelerinden tam 26 sene sonra bu sefer filmin başlangıcına dönmeyi tercih etti ve bu filmi çekti tabi ki bir Alien ve Aliens olmasa da bu film de onlar kadar ilgi gördü ve bu türün sevenleri tarafından çok olumlu eleştiriler aldı, Ridley Scott’un türün efsane iki filminden 26 sene sonra çektiği bu devam filmi 2012’nin en iyileri arasına girmeyi başardı.

The Hunger Games: Açlık oyunları romanından sinemaya aktarılan film 2012’nin ilk büyük bütçeli filmi oldu Mart ayında vizyona girmesine rağmen büyük ses getirdi ve Jennifer Lawrence gibi bir genci Hollywood’a kazandırdı, film gişede de o kadar başarılı oldu ki ikinci ve üçüncü filmlerin çekilmesi için şimdiden harekete geçildi.

2012’ye damgasını vuran 5 filmi yazdıktan sonra şimdi de damgasını vuracak filmlere geçelim, henüz vizyona girmemiş bu filmler gerek büyük produksiyonlarıyla gerekse usta yönetmenleri ve iddalı kadrolarıyla 2012 sonbaharında sinemaseverleri heyecanlandıran filmler.

Brave: Pixar’ın bu seneki bombası olan Brave animasyon anlamında kısır bir sene geçirdiğimizi göz önüne alırsak, bu senenin en iyi animasyon Oscarı için iddalı bir film, anime severlerin de merakla beklediği bu film 7 Eylül’de Türkiye sinemalarına girecek.

The Place Beyond the Pines: Ryan Gosling’i geçen sene Drive filminde canlandırdığı karakterden sonra bu sefer de bir motorsiklet sürücüsü olarak izleyeceğiz, Bradley Cooper, Eva Mendes ve Ray Liotta’nın da oynadığı bu film Drive gibi kült olmaya aday bir film.

Promised Land: Matt Damon’un senaryosunu yazıp oynadığı filmde Damon’a Frances Macdormand ve Hal Halbrook eşlik ediyor, Gus Van Sant’ın yönettiği film drama severleri tatmin edecek bir drama filmi.

Trouble With the Curve: Clint Eastwood’un Amy Adams ve Justin Timberlake ile başrollerini paylaştığı filmde bir beyzbol koçunun ve ailesinin dramını anlatılıyor, Amy Adams’ın Eastwood’un kızını canlandırdığı film bu senenin sağlam dramalarından.

Silver Linings Playbook: Başta Robert de Niro olmak üzere, Bradley Cooper, Julia Styles, Jennifer Lawrence ve Chris Tucker’ın oynadığı filmde herşeyini kaybetmiş bir adamın tekrar hayata tutunma ve eski eşini kazanma çabasını ve bu aşamada ortaya çıkan gizemli bir kadının ona yardım etmesiyle ortaya çıkan dramatik ama eğlenceli hikayeyi izleyeceğiz.

Killing Them Softly: Brad Pitt’in adeta tek başına şov yaptığı bir film, bir infazcıyı canlandıran Pitt filmde bol bol adam öldürüyor, adeta katliam yapıyor ve inanılmaz bir oyunculuk sergiliyor.

Flight: Son filminde bir treni kurtaran Denzel Washington bu sefer bir uçağı kurtarmaya çalışacak, aksiyon filmlerinin en önemli oyuncularından Washington’a Don Cheadle ve Melissa Leo eşlik ediyor, 2012’nin sağlam aksiyonlarından olacak bu film.

Django Unchained: Bu senenin en çok beklenen filmlerinden biri de sinemanın aykırı adamı Tarantino’nun filmi Django, Jamie Foxx, Leo Caprio, Samuel L,Jackson, Chrıstopher Waltz ve Jonah Hill’li sağlam kadrosuyla western filmlerine yeni bir soluk getirecek.

Cloud Atlas: Matrix gibi sinema dünyasına damga vuran bir film çektikten sonra kayıplara karışan Wachowski kardeşlerin bu filmi Matrix kadar olmasada çok iddalı bir yapıt, Tom Hanks, Halle Berry, Hugo Weaving, Hugh Grant, Susan Sarandon’lu kadrosuyla zaten iddalı olan filmde geçmişten günümüze, günümüzden geleceğe 6 farklı hikaye içeren ve farklı hayatların birbirini zincirleme etkilemesiyle ilginç bir hal alan çok sağlam bir bilimkurgu.

The Hobbit: An Unexpected Journey: Lord of the Rings hayranlarının merakla beklediği film, 2012’nin en iddalı yapımlarından biri, Yüzüklerin Efendisi efsanesinden tam 9 sene sonra Peter Jackson bu sefer Hobbitlerin hikayesini beyaz perdeye taşıyor.

Argo: Oyuncu kişiliğiyle tanıdığımız Ben Affleck’in iyiden iyiye yönetmenlik koltuğuna ısınmış olduğunu gösteren bir film bu, çektiği ilk iki filmde gayet olumlu eleştiriler alan Affleck, bu filmde adeta yönetmenlik kariyerinde ne kadar iddalı olduğunu kanıtlıyor, İran devrimi sırasında kaçan 6 Amerika’lının kurtarılma operasyonunu anlatan film, gerçek hikayeye dayanıyor, Affleck hem yönetiyor hem oynuyor ona filmde eşlik edenler ise Alan Arkin, John Goodman ve Clea Duvall.

Amour: Haneke ustanın 2012’ye damgasını vuran ve Cannes film festivalinde altın palmiye’yi kazanan filmini merakla bekleyenler arasında ben de varım, Haneke sinemasının müptelası çoktur, son filmi Das Weisse Band ile yine Cannes’ı kazanan ama en iyi yabancı oscarını alamayan Haneke Amour ile en iyi yabancı oscarına da göz kırpıyor.

Zero Dark Thirty: Oscar ödüllü tek kadın yönetmen Kathyrn Bigelow’un çektiği ve Usame Bin Laden’in yakalanış öyküsünü anlatan çarpıcı bir film.

The Impossible: 2004’te Tayland’ı vuran tsunamiyi konu alan film, tsunami’de çocuklarını kaybeden bir çiftin hikayesini anlatıyor, başrollerde Ewan Mcgregor ve Naomi Watts’ın oynadığı film 2012’nin sağlam dramlarından.

Anna Karenina: 19.yüzyıl Rusya’sının üst sınıf ortamında geçen ve aristokrat Anna Karenina ile kont Vronsky’nin ilişkisini anlatan filmin kadrosu çok sağlam: Keira Knightley, Jude Law, Emily Watson, Aaron Johnson ve Kelly Macdonald’ın oynadığı film tarihi filmlerden hoşlananlar için izlenmesi gereken bir yapım.

Life of Pi: Ang Lee’nin son filmi olan Life of Pi’de Pi adlı hayvanat bahçesi bakıcısının inanılmaz hikayesi anlatılıyor, 2012’nın belkide en farklı, en heyecanlı filmi olmaya aday olan yapım da çok farklı bir hikaye izletecek Ang Lee izleyenlere.


Lawless: Büyük buhran döneminde geçen filmde üç iskanyar işçi kaçakçısı kardeşin Amerikan rüyası için mücadelelerini anlatıyor, Tom Hardy, Shia Labeouf , Guy Pearce ve Jessica Chestain’in oynadığı film 2012’nin sağlam filmlerinden.

Seven Psychopaths:2012’nin en komik filmlerinden biri olan bu film komedi severler tarafından heyecanla bekleniyor, kadrosunda Colin Farrell, Woody Harrelson, Chrıstopher Walken, Sam Rockwell, Abbie Cornish ve Olga Kurylenko gibi sağlam oyuncular var.

Won’t Back Down: Başrollerinde Viola Davis ve Maggie Gyllenhaal’ın oynadığı ve çocuklarının eğitim hayatı için mücadele eden iki annenin hikayesini anlatan film, oyunculuk yanı ağır basan, güzel bir başarı hikayesini anlatıyor.

Hyde Park on Hudson: İngiliz kral ve kraliçesinin Amerikan başkanı Franklin Roosevelt’i ziyaretini başkanın kuzeninin gözünden anlatan film tarihi filmleri sevenler için bu senenin kaliteli yapımlarından.

Les Miserables: Victor Hugo’nun efsane romanından sinemaya aktarılan hikayede 19.yy Fransa’sında şartlı tahliyeyle hapishaneden çıkmış bir mahkumun yeni bir hayat kurmaya çalışmasını konu alır. Bir çok kez sinemaya aktarılan bu ünlü romanı bu sefer oscar ödüllü yönetmen Tom Hooper ele alıyor, oyuncu kadrosuda çok iyi olan filmde başrollerde Anne Hathaway, Hugh Jackman, Sacha Baron Cohen ve Russel Crowe olmak üzere Helena Bonham Carter ve Amanda Seyfried oynuyor.

To the Wonder: Usta yönetmen Terrence Malick’in son filmi, Malick’in her çektiği filmden sonra en az 5 sene film çekmeme kuralını da çöpe attığı film olarak Malick sinematografisinde ayrı bir önem taşıyor, Rachel Mcadams, Ben Affleck ve Javier Bardem’in oynadığı film bir adamın kendi biten evliliği sonrası avrupalı bir kadınla başlayan aşkını konu alan romantik bir dramı anlatıyor.

The Master: Paul Thomas Anderson yeni nesil sinemanın dahi çocuğu olarak tüm dünyada kendine sağlam bir kitle edindi, Anderson’un bu son filmini de heyecanla bekliyor başta Amerika olmak üzere tüm dünya, Amy adams, P.S Hoffmann, Laura Dern ve Joaquin Phoenix(sinemayı bıraktıktan 4 sene sonra sinemaya tekrar dönüyor) in oynadığı film 2.dünya savaşı sonrası Amerikasında geçen ve savaştan eve dönen ve geleceği belirsin bir deniz subayının hikayesini anlatıyor.

Lincoln: 2012’nin en çok beklenen ve Oscar’ın en büyük favorisi olan filmi Lincoln, usta yönetmen Steven Spielberg’in yönettiği başta Daniel Day Lewis ve Joseph Gordon Levitt olmak üzere Tommy Lee Jones, Sally Field, John Hawkes, ‘in oynadığı film adından da anlaşılacağı gibi Amerika’nın efsane başkanı Abraham Lincoln’un hayatını anlatıyor.